2.10. Yemin

1415 Senesi - Yaz Mevsimi

SARGUN KRALLIĞI

Ormanın kıyısında...

Gökben Hatun

Yaprak hışırtılarının sesi kulağıma girdikçe hayat biraz daha gerçeklik kazanıyordu. Sadece doğanın sesi vardı. İnsanlardan uzak bu ıssız yerde nefes aldığım her an yaşadıklarımın korkunç bir kabus olmasını diliyor, gözlerimi açmaya korkuyordum. Olanlar gerçek olamazdı. Olmamalıydı.

Gözlerimi açtığımda güneşten gözlerim kamaştı. Bir süre sonra üzerimde uzanan devasa ağaçları seçtim. Hareketli dalların arasından güneş bir görünüyor bir kayboluyordu. Gökyüzü olabildiğine maviydi. Tıpkı yola koyulduğumuz gün olduğu gibi.

Göz pınarlarımdan yaşlar inmeye başladı. Yanağımdan kulağıma, oradan toprağa damladıkça damladılar. İnanmak, kabul etmek istemesem de her şeyin acımasız bir gerçek olduğunu biliyordum. Kabus değildi. Tersine döndürmenin imkansız olduğu bir dehşeti yaşamıştım.

Midemdeki sancı, ruhumdaki acı kadar yakmıyordu canımı. Parmaklarımın arasında sıkışan toprak yüreğimdeki ezilmenin yanına yaklaşamazdı. Hıçkırıklara dönüşen ağıtlarım onları geri getirmeye yetmezdi. Hangi tanrıya yalvarırsam yalvarayım bir mucize gerçekleşmezdi. Toprağı istediğim kadar yumruklayayım içimi kavuran ateş sönmez, nefesimi kesme isteğimi yok etmezdi.

Dizlerimin üstüne çökmüş, her yanım çamur içinde öylece duraksadığım vakit gözlerimden yaşlar akmaz olmuştu. Yanaklarımda kuruyan yaşlar göz kenarlarımı acıtıyordu şimdi. Hiçliğe bakan gözlerim donmuştu. Bütün sesler yitip gittiğinde kalbimin buruk vuruşlarını hissediyordum içimde. Bir oduncunun baltayı her savuruşunda çıkardığı küt sesi, bir an sonra tekrar vurduğunda çıkan küt sesi gibi. Ve böyle ağır ağır devam ediyordu.

Ayağa kalktığımda bacaklarımın titrediğini hissettim. Yanımdaki yıllanmış ağaçtan destek aldım, bir süre öylece bekledim. İllio benden alınmıştı. Oğlum benden alınmıştı. Minicik dudaklarından kelimeler yeni dökülmeye başlamıştı onun. Hiç acımamışlardı ona. Bebek dememişlerdi. Canı acır dememişlerdi. Yakıp kül etmişlerdi benim güzeller güzeli bebeğimi.

Gözlerime bir kez daha yaşlar hücum eder gibi oldu. Fakat bu defa hiçbir şey süzülmedi yanaklarımdan. Yaşlarım bitmişti belki de. Hafif bir rüzgar esintisini hissettim yüzümde, tenimde. Bana deniz kokusunu, onun kokusunu getirmişti meltem. "İllio, Ailios."diye fısıldadım. Rüzgarın geldiği yöne doğru attım ilk adımlarımı. Sendeleyerek başladığım yolculuğum daha emin adımlarla devam etti.

Ağaçların sonunda bir açıklığa çıktım. Burası yer yer otlarla kaplıydı. Bazı yerlerde büyük kayalar vardı. İlerledikçe deniz kokusu keskinlik kazandı. Tuz ve yosunu da seçer oldum. Bir müddet sonra dalgaların sesini duydum. Önümdeki geniş düzlükte ufuk çizgisini seçtim önce. İçime sonsuz bir ferahlık yayıldı bu manzarayla. Yaklaştıkça dalga sesleri arttı. Açıklığın sonuna geldiğimde hırçın deniz tam altımdaydı.

Sargun tepelerinde bir yerden önümdeki uçsuz bucaksız manzarayı izliyordum. Derin nefesler alıp veriyordum. Her nefes bana İllio'yla geçirdiğim günleri, onun bana yegane hediyesi olan oğlumu hatırlatıyordu. Dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı. Huzurlu bir gülümseme vardı yüzümde. Kayalara hırçın bir şekilde vuran dalgaların beni çağırdığını duyar gibiydim. Oğlum ve kocam denize karışmış beni çağırıyordu. Onlara kavuşmak için daha neyi bekliyordum ki?

Ayaklarım sürünerek ilerledi. Bedenim boşluğa süzüldü. Gittikçe yaklaşan deniz sıcacık bir yatak gibi göründü gözüme. Birkaç damla hissettim yüzümde önce. Sonra bedenim koca bir kaya gibi buluştu denizle ve sürüklendi en dibe. Deniz gözlerimi yakmıyor, soğuk su tenime batmıyordu. İllio beni sarıyordu kollarıyla. Dudaklarıyla boynumu gıdıklıyordu. "Oğlumuz ve ben senin için hazırız."diye fısıldıyordu kulağıma.

Bu düşünceyle son nefesim kabarcıklara karışarak salındı dudaklarımdan. Ve anlık bir dehşetle ciğerlerime doldu canımı alacak olan tuzlu su. Hayat askıda kaldı öylece. Bedenim karanlığa gömülürken gözlerimin önünde sadece denizin dibindeki kayalar vardı. Son anımda bana ruhlarının eşlik edeceğini düşünmüştüm. Demek biraz daha beklemem gerekiyordu. Tüm kaslarım hissizleşirken huzurlu bir gevşeme sardı her yerimi. İnceden bir sıcaklık hissettim son kez ve gözlerimin önü karanlığa boğuldu.

Dalgaların sesine martıların çığlıkları karışıyordu. Sert, çakıllı bir zeminde yüzüstü uzanıyordum. Ayaklarıma soğuk deniz çarpıyor ve köpüğe dönüşerek uzaklaşıyordu. Gözlerimi aralayamadan boğazımdaki yanmayla kusarcasına öksürmeye başladım. Bedenim kasılarak kıvrıldım. Öksürdükçe öksürdüm. Parça parça yosunlar yutmuşum gibi kesin bir tat vardı boğazımda. Dudaklarımdan dökülen sular son bulduğunda ellerimden destek alarak doğrulmaya çalıştım. Etrafa bakınırken yaşadığımı idrak etmenin verdiği öfkeyle bir çığlık attım. "NEDEN?!"diye bağırdım. Yerdeki ince çakılları dövmeye başladım bu sefer.

İçim acıyordu, ölmek istiyordum ama ölemiyordum. Bu nasıl bir acıydı böyle? Ölümle hangi tanrı ilgileniyorsa neden beni almamıştı yanına? Görmüyor muydu acımı? Dizlerimin üstündeyken başımı yere gömdüm. Alnımı acıtan çakıllar umurumda değildi. Ellerim saçlarımı kavramış çaresizce ağlıyordum. Bedenim bir kez daha gücünü kaybedip çakılların üzerine yığıldığımda göz kapaklarım ağırlaştıkça ağırlaştı.

"Lisa?" Adımı seslenen biri yaklaşıyordu. Ayakları altında ezdiği çakılların sesini duyabiliyordum. Fakat kendisini göremeyecek kadar kararmıştı her yer. Bir kez daha karanlığa bıraktım kendimi belki bu defa ruhum bedenimi terk eder diye.

Fakat ölmek bazıları için sandığım kadar kolay değilmiş meğer. Gözlerimi ilk açtığımda hayal meyal bir şifacıyı gördüm yanımda. Tahtadan bir çatının altında, dar bir yatakta uzanıyordum. Sonra, "İyi olacaksın Lisa."diyen bir ses duydum. "İstemiyorum."diye fısıldadığımı hatırlıyorum. Beni ter içinde bırakan kabuslar gördüm sonra. Defalarca oğluma ve kocama koşarken onları kaybettiğim rüyalar.

Gözlerimi tekrar açtığımda kuş sesleri geldi kulağıma. Yine aynı tahtadan çatının altında uzanıyordum. Üzerimde incecik bir elbise vardı. Başımı sağ yana çevirdiğimde ahşap kafesteki kanaryaları gördüm. İki taneydiler. Şen bir cıvıltıları vardı. Yavaşça doğruldum olduğum yerde. Odada benden başka kimse yoktu. Kapıya yaklaştım. Üzerimde hafif bir ağırlık vardı.

Kapıdan çıktığımda daha geniş bir koridora geldim. Burada farklı yaşlarda kadınlar vardı. Kılık kıyafetlerinden anladığım kadarıyla durumları pek iyi değildi. Aynı elbiseler içinde oradan oraya giden şifacılar herkesle ilgilenmeye çalışıyordu. "Kendine gelmişsin."dedi biri önümde durup. "Ben şifacı Miranda. Buraya abin getirdi seni. Kendisi dışarıda bekliyor. Haber vereyim."

"Gerek yok. Ben giderim."dedim ve söylediği yere yöneldim. Henry biraz ileride ağaca yaslanmış önündeki gölü izliyordu. Adımlarımı duyunca bana döndü.

"Lisa."dedi heyecanla ve bana doğru yürümeye başladı. "Günlerdir kendine gelmeni bekliyorum."

"Günler mi geçti?"diye sordum durgun bir tonla. Yaşadıklarımın gerçekliği içime gülle gibi oturmuştu.

"Üç gündür hastaydın. Ateşin o kadar çıkmıştı ki durumunun kritik olduğunu söylediler." Elini alnıma koydu. "Nasıl hissediyorsun kendini?"

"Neden beni kurtardın?" Kaşları çatıldı. "Orada bıraksaydın da ölseydim."

"Söyleme böyle şeyler. Sen yaşayacaksın." Gözlerimi devirdim. Göle baktım bir süre. O kadar durgun, o kadar huzurluydu ki içimdeki ateşe zıt bu manzarayı yakıp kavurmak istedim. Güneş bana inat o kadar güzel vuruyordu ki suya, oğlum ve kocamın öldürülmesi umurunda değil gibi hayat tüm canlılığıyla devam etmişti.

"Neden? Bana tek bir sebep söyle? Onları benden aldılar. Catherine beni Suna'ya sattı ve Suna onları benden aldı!" Sesim istemsizce yükselmiş, gözlerim yanmaya başlamıştı. Üvey abime sırtımı dönüp öz ablama güvenerek ne kadar ölümcül bir hata yaptığım gerçeği yüzüme vurulmuştu. "Seni dinlemeyi reddetmeseydim şimdi onlar yaşıyor olacaktı."dedim ve bir kez daha gözyaşlarına boğuldum. Henry'nin kolları beni sıkıca sardı.

"Kayıpların için gerçekten çok üzgünüm." Tutunabileceğim tek dal oymuş gibi sıkı sıkı sarıldım ona. Elleriyle başımı okşadı. Kollarına sıkıca tutunuyordum. Başka ne yapabileceğimi bilmiyordum. Bedenim titrerken hayattan kopmak dışında bir şey istemiyordum. Bu acı öyle büyüktü ki o patlama gözlerimin önüne geldiği her an daha çok yıkılıyordum. Dengemi kaybeder gibi olduğumda Henry sıkıca tuttu beni. "Şu tarafta banklar vardı. Otur biraz."dedi usulca. Beni banklara götürdü.

Ellerim önümde, parmaklarım titriyordu. Bedenimdeki her nokta acıyordu. Ömrümün sonuna dek benimle kalacaktı bu acı. Onları ölüme götürdüğümü bilmenin ağırlığı beni ezip yok edecekti. Aldığım her nefes bana zehir olacaktı.

"Sen ailene güvenmek istedin."dedi ellerimi avuçlarının içine alarak. Ellerim o kadar soğuktu ki onun sıcaklığı tenimi yaktı bir an. Ellerimi okşadı teselli vermek için. Çok küçükken üzüldüğümde yaptığı gibi yapıyordu gene. "Onlar senin sevgini kullandı."

"Sonuç olarak artık ailem yok! İllio ve Ailios benim her şeyimdi!"dedim isyanla.

"Acın daha çok taze. Fakat bunlar geride kalacak. Önüne bakacaksın ve sana yapılanı yanlarına bırakmayacaksın."

"Suna'yı gördüğüm ilk yerde canını alacağım. Bundan emin olabilirsin."

"Her şey sadece Suna'yla ilgili değil."dediğinde ona döndüm. Siyah kaşları çatıktı. Derin bir nefes alıp verdi. "Sana bunu iyice kendine geldiğinde anlatmak istiyordum."

"Neyi anlatacaksın?"

Tek düze bir şekilde, "Catherine'in seni isteme sebebi oğlunu kurban etmekti."dediğinde gözlerim büyüyerek ona bakakaldım.

"Ne kurbanı?"diyebildim sesim titreyerek. Duyduğum cümlenin dehşetini algılayamadım bir an.

Üzüntüyle eğdi başını. "Sana ilk karşılaşmamızda anlatmak istedim. Ama yıllar sonra ilk kez görüyorduk birbirimizi. Daha benim senin iyiliğini istediğime ikna olmamışken seni gerçeklere nasıl ikna edebilirdim?"

"Hangi gerçekler?"dedim hızla. "Henry neler oluyor? Catherine tam olarak ne yaptı?"

"Edwards kehanetini biliyorsun. Sarmaşık dolanacak altın taca, zambak yükselecek altın tahtta. Her şeyin sorumlusu olarak bu kehaneti görmekte haklıydın. Edwardslar yıllarca bu kehanet için uğraştı. Hayatlarını mahvettiler. Edwards kanından bir kadının görkemli bir güce ulaşacağını söyleyen bu kehaneti hiçbir zaman tam olarak anlayamadılar. Hep büyük kızların bu güce ulaşacağını düşündüler. Oysa zambak mücadeleyi, gücü temsil eder. Babamızın soyunda en büyük mücadeleleri atlatan sendin. Aniyah da Catherine de tahta çok kolay ulaştı."

"Bir masala mı inanacağız gerçekten?"dedim öfkeyle. Çocukluğumun tek kötü yanı bu kehanet yüzünden çıkan tartışmalardı.

"Senin masal dediğin ablanın canına mal oldu."dedi hemen. "Senin kaybolmanın ardından yaşananlar ise Caroline ve Catherine'in bu kehanete daha sıkı bağlanmasına sebep oldu." Derin bir nefes aldı. "Aniyah'nın tutuklanmasının ardından Sargun'u terk ettiğimizde geri dönebileceğimize dair hiç umut yoktu. Fakat bir gece annen Omena'ya dua etti. Bir vaatte bulundu. Bunun ardından Sargun'un yeni kralı Orion'dan gelen mektup, Omena'nın vaadi kabul ettiğini düşünmelerini sağladı. Orion bir Edwards kızı ve tüm desteklerini vermeleri karşılığında tüm aileyi bağışlayacağını söylemişti."

"Vaat neydi?"

"Vaat sendin Lisa. Annen seni kurban etme karşılığında ailenin kurtulması için dua etmişti. Çünkü en kıymetlisi sendin ve Omena ancak böyle bir vaat karşılığında bunu kabul ederdi. En azından onun düşüncesine göre durum böyleydi." Kaşlarım çatılmış, duyduklarıma inanamayan bir halde Henry'ye bakıyordum. Bir anne nasıl böyle bir şey yapabilirdi aklım almıyordu. Kulaklarım uğulduyordu her an. "Seni kurban etmek Caroline'ın sandığı kadar kolay değildi. Yolculuğa çıkmadan bu işin halledilmesi gerektiğini biliyordu fakat yapamamıştı. Başka şekilde denklik kurabileceğini düşünüyordu. Fakat olmadı. O fırtınada sen kaybolduğunda Caroline Omena'nın kendi kurbanını kendi aldığına inanmak istedi yıllarca. Fakat babamız senden umudunu hiçbir zaman kesmedi."

"Babamın beni aradığı doğruydu yani."

"Evet. Senin kaybolmandan sonra babamız Caroline'dan iyice uzaklaştı. Seni Omena'ya bulaştırdığı için onu hiçbir zaman affetmedi. Ona küs kapattı gözlerini hayata. Caroline ise yaşanan her kayıpta senin hala hayatta olduğuna daha çok inandı. Omena vaat edileni alana dek durmayacak dedi. Senden gelen mektupla söylediklerinde haklı olduğunu savundu. O gün yaptıkları konuşmada seni kurban etmeye niyetleri olduğunu anlamıştım."

"Ama bana dokunmadılar."

Öfkeyle soluk alıp verdi. "Seninle görüşmemden sonra buraya döndüğümde planları çoktan değişmişti. Catherine bir şekilde senin bir ailen olduğunu öğrenmişti ve kendi oğlunu kurtarma derdine düşmüştü. Bunun içinse sen yeterli bir denklik olmayacaktın." Sonra gelecek cümleyi düşündükçe içimde bir öfke kabarmaya başladı. "Kendi oğlu için senin oğlunu kurban etti."

Ellerimi öfkeyle sıktım. Tırnaklarım etime geçti. Dudağım sinirden titremeye başladı. Bedenim buz kesti. "Ve bunun için annemin hastalığını kullanarak beni buraya çekti."

"O da yalandı. Caroline hasta falan değildi. Sen öyle gör diye rol yapmış olmalı." Ellerimi öfkeyle banka vurdum. "Onlar Omena'nın karanlık yolunda akıl sağlığını yitiren ilk kişiler değil Lisa. Son kişiler de olmayacaklar."

"Nasıl yaparlar bunu?"dedim isyanla. Kalbimden taşan öfke ruhumu ele geçiriyordu şimdi. "Sapkın bir inanç uğruna benim küçük bebeğimin canını nasıl alırlar?!"diye bağırdım. Hızla ayağa kalktım. Henry de benimle birlikte kalkmıştı.

"Limandaki patlamanın olduğu akşam sarayda bir ziyafet düzenlendiğini duydum."dedi düz bir tonla. Gözlerim kısıldı hırsla. Kalbimdeki sancı bu defa saf bir öfkeye büründü.

"Ziyafet ha..."diye fısıldadım. Onları mahvetmek istiyordum. Çıplak ellerimle boğazlarına yapışmak ve son nefeslerini verirken gözlerine bakmak istiyordum. Bir hamlede Henry'nin kılıcını kaptım ve hızla yürümeye başladım. Etrafımdaki kızların bana bakışı umurumda değildi.

"Nereye gidiyorsun? Ne yapıyorsun?"diyerek arkamdan geliyordu.

"Onların canını almaya gidiyorum."

"Seni gördükleri yerde öldürürler! Catherine'e ulaşmayı bırak, sarayın kapısına bile yaklaşamazsın!"

"Bir şey yapmak zorundayım! Bu yaptıkları yanlarına mı kalacak?"diye bağırdım olduğum yerde durarak. Boğazım düğümleniyor etrafımdaki her şeyi parçalamak istiyordum.

"Öfkeni anlıyorum. Onlar ölmeyi hak ediyor. Fakat bunu bu şekilde yapamazsın. Anında öldürürler seni ve hayatlarına nice ziyafetlerle devam ederler."

Düşünceler hızla geçiyordu aklımdan. Olanları sindiremiyordum. Midem yanıyordu. Kabul edemiyordum. Bedenim kinle, intikamla doluyordu. Ölmek istiyordum daha demin, şimdiyse öldürmek istiyordum.

"Onlar yaşamaya devam edemez Henry."dedim düz bir tonla. "Oğlumun, kocamın kanı ellerindeyken yaşayamazlar."

"En ağır intikamı hak ediyorlar." Tam karşıma geçti. "Bunun için önce kendini toparlaman gerek. Üç gündür ağır hastaydın. Şimdi bile rengin atmış halde. Kendini toparlamadan onlara karşı koyacak hale gelemezsin." Elim kılıcın kabzasını sıkıyordu. Dediklerinde hak vardı. Bu halde hiçbir hesap soramazdım. Kılıcı ona uzattım. "İçeri gidelim. Şifacı Miranda seninle yakından ilgilenecek. Birkaç gün burada kal. Sonra yolumuza bakalım."

"Benimle mi geleceksin?"diye sordum şaşkınlıkla.

"Seni yalnız bırakacak değilim Lisa. Ben haklının yanındayım. Onlar çok yanlış işler yaptı. Ailemizi mahvettiler. Senin aileni mahvettiler. Bunca yıl sonra birbirimizi bulmuşken tekrar ayrı düşmeye hiç niyetim yok. Senin için de mahsuru yoksa bundan sonra beraber hareket edelim."

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Henry en berbat anımda beni bulmuştu. Bana gerçekleri sadece o söylemişti. Onunla yolumu ayırmak için hiçbir sebebim yoktu. Elimi uzattım. "Elbette birlikte olacağız."dedim. O da elimi tuttu. "Sen nerede kalacaksın?"diye sordum.

"Yakında bir pansiyon var. Orada kalıyorum. Yine oraya giderim. Bu süreçte kendine bir şey yapmazsın değil mi?" Derin bir iç çektim. Yaşamamın bir anlamı yoktu fakat ölümümle suçlular hayatına hiçbir şey yokmuş gibi devam edecekti. Onların en ağır kabusu olmak için yaşayacaktım.

"Yapmam."dedim güven vermeye çalışarak. Ayrıldık. Şifahaneye girdim. Kimsesiz veya durumu olmayan kadınlar için yapılan bir sığınaktı burası. Şifahanesi, konaklaması, aş evi vardı. Yan yana yapılan küçük kulübeler şeklinde kurulmuştu.

Akşam üzeri halsizliğim artınca tekrar istirahate alındım. Sonraki birkaç günüm burada geçti. Gündüzleri Henry'yle, geceleri zihnimle konuşmalarım beni meşgul ediyordu. Kabuslarım ise hala geçmemişti. Gecenin bir yarısı uyanıyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sonra Suna, Catherine ve Caroline'dan alacağım intikamı hayal edip hırslanıyordum. Onların son nefesi olmadan ölmemeye kararlıydım. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama bir yolunu bulacaktım.

Günlerim burada geçerken Caroline'ı düşünüyordum. Onu annem olarak göremiyordum artık. Onun için yaşadığım endişeden dolayı kendime kızmayı bırakmıştım. Yaptıklarını anlamaya çalışıyordum fakat anlayamıyordum. Ben de anne olmuştum. Bunu kısacık bir süreliğine de olsa tatmıştım. Caroline ise beş çocuk sahibi olmuştu. Bunca zaman annelik bağını hiç mi hissetmemişti. Mesele ne olursa olsun evlatlarının birinden vazgeçmek mümkün olabilir miydi? On çocuğum olsa hiçbirini kalanlar için feda etmezdim. Kendimi önlerine atar, gücümün son damlasına kadar savaşırdım her şeyle ama evlatlarımın hiçbirinden vazgeçmezdim.

Peki ya Catherine? Kendi oğlunu korumak istemişti. Sadece bu konuda onu anlayabilirdim. Ama kendi oğlu için bir başkasının küçücük bebeğini gözden çıkarmak kabul edebileceğim bir şey değildi. Çocuklarımdan biri ölümcül bir hastalığa kapılsa ve tedavisi bir bebeğin canının alınmasında deseler yine yapamazdım. Bebekler kutsaldı, masumdu, saftı, dokunulmazdı. Ama o acımamıştı. Dayanağı olmayan bir inanç uğruna benim bebeğimi elimden almıştı.

Bana yaşattığını yaşamasını bile isteyemiyordum. O küçücük çocuk annesinin günahının bedelini ödememeliydi. Catherine eline bulaştırdığı kandan tek başına sorumluydu. İnandığı her şeyi başına yıkacaktım onun.

Diğer yandan Omena benim için ayrı bir konuydu. Günler geçip giderken bunu Henry'yle sık sık tartışıyorduk. Ona göre Omena insanların hırsları için başvurulan bir tanrıydı sadece. Fakat iyi amaçlar için de Omena'ya başvurulabileceğini savunuyordu. Ayrıca benim bir Omena seçilmişi olduğumu iddia etmişti. Kesinlikle karşı çıktığım bu düşünce içimde bir yerde gerçeklik kazanıyordu bazen. Zor anlarımda yaşadığım bazı olaylar olmuştu. Anlamını bilmediğim kelimeler dökülmüştü dilimden ve doğaüstü olaylar gerçekleşmişti hemen ardından. Suna gözlerimin önünde ölümün eşiğine gelmemiş miydi?

Yine de Omena; uğruna bebekler kurban ediliyorsa kabullenebileceğim bir inanç değildi. İnsanlar bu uğurda sapıtıyorsa demek ki yanlıştı öğretileri. Henry'yle bu noktada anlaşamıyorduk işte. O Omena öğretilerine adamıştı hayatını ve şifacılıkta bile kullanılan efsunlar olduğunu anlatıyordu. Ne derse desin bu öylece kabul edebileceğim bir öğreti değildi. Omena uğruna yapılanlar ortadaydı.

Her geçen gün kalbimdeki yara kabuk bağlıyordu. Unutmam mümkün değildi fakat ilk günkü kadar acımıyordu canım artık. Kendime yeni bir amaç edinmek de yardımcı olmuştu. Henry bugünlerde yanımda olmasaydı kendimi toparlayamayacağım bir gerçekti. Üstelik bana anlattığı gerçekleri de hiçbir zaman öğrenemezdim. Ben her şeyi Suna'nın oyunu sanıyordum. Catherine'in beni neden sattığını anlayamamıştım o gün. Fakat şimdi her şeyin başından beri planlanan bir oyun olduğunu biliyordum. Hepsi bunu istemişti. Oğlumun ve kocamın ölmesini istemişlerdi.

Bir ay geçmişti Sargun'da bulunduğum zamandan beri. Bulunduğum sığınakta kendimi epey toparlamıştım. Yakında buradan ayrılabilirdim. Fakat nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Bir sabah göl kenarında yürürken Henry'nin kurduğu cümleyle olduğum yerde durdum.

"O kehanet senin için söylenmişti Lisa."dedi tek seferde. Bir süre beni izlemişti. Ne diyeceğimi bekliyor olmalıydı. Bunca zaman o kehanet hakkında hiçbir şey konuşmamıştık. Şimdi neden tekrar açılmıştı bu konu? "Altın taca dolanacak sarmaşık Edwards soyuydu. Altın tahta oturacak olan Edwards kızı ise sendin."dediğinde alayla gülmeye başladım.

"Bir gece uykunda Omena mı fısıldadı sana bunu?"dedim gülmem geçince. Kaşları çatılarak bakıyordu bana. "Bunca zaman kimsenin çözemediği kehaneti sen mi çözdün yani? Yoksa olmasını istediğin şeye mi uyarladın?"diye devam ettim.

"Sana bunu daha önce söylemeye çalıştım. İma ettim. Fakat duymazdan geldin." Gözlerimi devirdim. "Şu an zambak olarak görülebilecek tek kişi sensin."

"İltifatın için teşekkür ederim."dedim alayla gülerek. Bana asık suratıyla bakıyordu. "Uzun araştırmaların sonucu beni kehanete bir şekilde soktun diyelim. Bunun bana nasıl bir yardımı dokunacak söyler misin?"

"Bu senin yükselişin için ilk adım olacak."

"Bana kesin bir yükseliş vaat etmiyor ama değil mi? Tıpkı ablalarıma etmediği gibi." Cevap vermedi. "Böyle şeylerle yola çıkamayız. Kaldı ki Sargun tahtında şu an biri oturuyor zaten. Bu şartlarda onu yerinden edemeyeceğimizi haftalardır konuşuyoruz." Şimdi gözlerinde bir parlama oldu. Dudakları gülümsedi.

"O tahtın Sargun tahtı olması şart değil."dediğinde benim kaşlarım çatılmıştı. "Omena en başında seni kurban olarak almayacaktı çünkü bu kehanetin söylenmesini o sağlamıştı. Seni kaderine götürmek için almıştı Caroline'ın elinden." Onaylamaz bir ifadeyle başımı iki tarafa sallamaya başladım. Lafı getirmeye çalıştığı yer belliydi. Kesinlikle olmayacak bir şeyden bahsediyordu. "Seni Aspargon'a savurdu o gemi saldırısıyla. Çünkü senin yükseleceğin taht Aspargon tahtıydı."

"Hayır!"dedim net bir şekilde. "Ben oradan kaçmak için her şeyi yaptım. Her şeyi geride bıraktım. Şimdi karşıma geçmiş orada olmam gerektiğini söylüyorsun. Ne bilgin bir Omena'ymış bu! Direkt Elisabeth Edwards'ın kaderi Aspargon hanımı olmak deseymiş o zaman. Neden herkesi yüz yıldır uğraştırıyor?"

"Öyle olmuyor bu işler Lisa." Hala bana bu kehaneti savunabiliyor olmasına hayretle bakıyordum. Benim Aspargon'a dönmem mümkün değildi. Suna'nın yıllarca zihnime sokmaya çalıştığı hanımlık safsatasından ölümüne kaçmışken ayağımı sürüye sürüye oraya geri dönmeyecektim!

"Nasıl oluyor peki kutsal Omena rahibi Henry Bey?"dedim alayla. Sabırla derin bir nefes aldı. Fakat ben çok daha sert bir şekilde devam ettim konuşmama. "Bak, ben oradan kaçmak için her şeyi yaptım. O düzen bana göre değildi. Suna yıllarca beynimi yıkamıştı beni hanım etmek için. Fakat tek düşündüğü şey sarayda kendine bağlı bir güç sağlamaktı. Bunun kaderle bir ilgisi yoktu. Onun istekleriyle ilgisi vardı. Bu olanların bir kısmı Suna'nın hastalıklı takıntısı yüzünden başıma geldi. Bana kafayı öyle takmıştı ki kocamı ve oğlumu bu uğurda öldürmekten çekinmedi. Her şeye rağmen sırf onları öldürmek için oraya gidebileceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun!"

"Lisa."dedi sakince. "En azından bunu bir düşün. Omena kehanetini bir kenara bırakalım. Suna'ya da Catherine ve Caroline'a da kafa tutabilecek gücü sana ancak Aspargon verebilir. Orduları, zenginlikleri, gücüyle pek çok ülkenin dikkatini çeken bir yükseliş dönemi yaşıyor. Sen Edwards soyundansın. Kraliyet kanı damarlarında akıyor. Yönetmek senin ruhunda var."

"Süslü cümleler."dedim başımı iki yana sallayarak. Göl boyunca yürümeye devam ettim. Henry de konuyu uzatmadı. Hiçbir şekilde oluru olmayan bir şeydi söylediği. Anlamsız iki cümleden benim Aspargon'a gitmem gerektiğini çıkartması sadece görmek istediğini görmesinden ibaretti.

Hayatım yeterince savruk geçmemiş miydi şimdiye kadar? On bir yaşında ailemden kopmuş hiç tanımadığım bir kadının evinde büyümüştüm. Hiç tanımadığım bir erkeğe sunulmak üzere hazırlanmıştım. Çocuk aklımla yaşadığım yerde ancak bu şekilde hayatta kalacağıma inanmış itiraz etmemiştim. Oysa zamanla düşüncelerim değişmişti. Suna'nın beni kızı gibi görmediğini, yönetim için sadece bir kukla yaptığını anlamıştım. Korkut beni sadece farklı olduğum için sevmişti. Ulaşamadığı için kapılmıştı. İllio ise benim gerçeğim olmuştu. Bana kim olduğumu göstermişti. Beni özgürlüğüme uçurmuştu. Onunla kendimi keşfetmiştim. Eğer ben bir şeyin hanımı olacaksam ancak özgürlüğün hanımı olabilirdim.

Nefesim daralarak durdum. Yaşadıklarım gözlerimin önünden hızla geçip gitmişti. Yaşadıklarımın son aşamasında ne olduğunu biliyordum ve her şeyin yine bu noktaya çıkmasını kabullenemiyordum.

Sonraki günlerim konuştuklarımızı düşünmekle geçti. Henry konuyu tekrar açmıyordu fakat benden bir şeyler duymayı beklediğini görebiliyordum. Ona söyleyecek bir şeyim yoktu. Ben bir harem cariyesi olmamak için vermemiş miydim bu mücadeleyi en başında? Kendilerine acemi hatun diyorlardı fakat basbayağı cariyeydi hepsi. Bir erkeğin mutluluğu için eğitilen, özel olarak seçilen cariyelerdi.

Sonrasında ise aşkım için savaşmamış mıydım? Sevdiğim adamla yaşamak için kaçmamış mıydım oradan? Geri dönmem mümkün olabilir miydi? Kendime nasıl yakıştırırdım bunu? İllio ve Ailios'un anısına en büyük saygısızlığı yapmış olmaz mıydım?

Bir müddet sonra sığınaktan ayrılmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Gelen kızların benden beter hallerini gördükçe daha çok ihtiyacı olan birinin yerini boş yere doldurduğumu hissediyordum. Sığınaktan çıkıp Henry'nin kaldığı pansiyonda bir oda tuttum kendime. Küçücük bir odaydı. Tek kişilik eski bir yatak, tuvalet niyetine tahta bir lazımlık vardı sadece. Duş yoktu. Yıkanmak için gölü kullanıyordu insanlar. Berbat bir yerdi fakat şu an gidebilecek başka bir yer yoktu.

Odadaki tek eşyam İllio'dan kalan deri çantaydı. Kaçışımdan sonra ormanda kalmıştı. Henry izimi ormana kadar takip edip bulmuş kendime geldiğimde bana teslim etmişti. Çantayı aldığım ilk gün çok kötü olmuştum. İllio'nun haritaları, birlikte bulduğumuz ufak tefek eşyalar, Ailios'un oyuncakları içindeydi. Bir daha onlara dokunamayacaklarını bilmek canımı çok yakmıştı. Fakat zaman geçtikçe bu eşyaları da kabullenmiştim. Onlardan bana kalan son hatıraydı hepsi.

Bir gün parmağımdaki evlilik yüzüğümle oynarken küçük pencereden dışarıyı izliyordum. Catherine oğlu için doğum günü kutlaması yapmıştı ve insanlar sokağa dökülmüştü. Kraliçe Catherine, Kral Orion, Prens Rigel isimleri coşkuyla anılıyordu. Burada düzenlerini kurmuşlar halkın onayını almışlardı. Orion'un isyanla başa geldiği kimsenin umurunda değildi. Catherine ise ablasının katiliyle evli olmayı sorun etmiyordu. Halk bu çarpıklığı görmüyor, onlar adına sokaklarda eğleniyordu.

Catherine oğlunun doğum gününü kutlarken içimde büyüyen öfke yeni bir boyut almıştı. İki yüzlü kadın! Bir bebeği katletmekten çekinmiyordu ama oğluna muhteşem bir doğum günü yapıyordu! Bu koyun sürüsü ise peşinden gidiyordu! Masadaki sürahiyi öfkeyle fırlattım duvara! "En büyük lanetler bulsun seni!"diye bağırdım. Masadaki demir bardağı cama fırlattım. Camı kırıp sokağa fırladı. "Acılar içinde öl!"diye haykırırken yatağın üstündeki her şeyi tuttuğum gibi yere indirdim. Yatağı yerinden oynatmaya çalıştım üst üste darbelerle. Hıncımı almama yetmiyordu hiçbir şey.

Odamın kapısı hızla açıldı ve içeri Henry girdi. Sıkıca sardı kollarımı. Kurtulmaya çalıştım. "Bırak beni! O kadını öldüreceğim! Mahvedeceğim onu!"dedim dişlerimin arasından. Gözlerimden yine yaşlar inmeye başlamıştı. Güzel bebeğimi benden almışken kendi oğlunun bir yaş daha aldığını kutlamasını kaldıramamıştım.

"Sakin ol. Sakin ol."dedi Henry hızla. "Taşkınlık yapma. Senin hala Sargun sınırlarında olduğunun farkında değil. Hala burada olduğunu öğrenirse ne yapacağını kestiremiyorum."

"Tüm adamlarını yollasın! Hepsinin canını alırım! Omena adaleti sağlamıyorsa ne işe yarıyor söylesene!"dedim yerimde sızlanarak. "Hepsi insanları kontrol altına almak için uydurulmuş şeyler! Adım atmayı yeni öğrenen oğlumun canı alınırken neden korumadı onu?!" Bir kez daha ağlamaya başlamıştım. Yere çöktüğümde Henry de benimle birlikte çöktü. Ağlama krizim bitene dek sabırla bekledi. Derin nefesler alıp sakinleştiğimde bıraktı kollarımı.

"Bu şekilde ona meydan okuyamayacağının farkında değil misin?"dedi sakince.

Lanet olsun ki farkındaydım! Elimde ne bir ordu vardı ne ordu tutacak para. Catherine burada sağlam bir otorite kurmuştu. Ona saldıracak düzeyde donanımlı bir orduya nasıl sahip olacaktım? İllio bana haritayı okumayı öğretmeye başlamıştı ama yetersizdi. Oradaki her şeyi bulup satsam belki yenilmez orduya sahip olabilirdim ama haritayı iyice öğretecek kadar zamanı olmamıştı. Tek başıma çözmem ise bir ömür alırdı.

Fakat Catherine'in rahat nefes aldığı, oğluna korkusuzca sarıldığı her gün benim kinimi biraz daha katlıyordu. Bu şekilde hiçbir şey yapamıyordum. Burada isyan çıkartayım desem kimse beni tanımıyordu. Kimse peşime düşmezdi. Suikast düzenlemeye kalksam onu öldürürken ben de ölürdüm ve bu defa da Suna ve Caroline yaşamaya devam ederdi. İğrenç bir çıkmazın içindeydim.

"Yapman gerekeni biliyorsun Lisa."diye fısıldadı Henry. "Neden kabul etmiyorsun? Bunu Omena dedi diye değil, intikamının tek yolu olduğu için yap."

"Yapamam. Beni anlamıyorsun. Başka bir yolu olmalı. Aspargon dışında bir ülke olmalı."

"Ama yok. Hiçbiri Sargun'a meydan okumaz. Fakat Aspargon'u yöneten sen olursan o muazzam güçle Sargun'u küle çevirirsin."

Ellerimle başımı sardım. Patlayacak gibi ağrıyordu. Başka bir çıkış bulamadığım her an midem daha çok kasılıyordu. Bunu yapmam demem kendimden vazgeçmem demekti. Kendimden tiksinmek uğruna bu yola girmek, şimdiye kadar uğruna savaştığım her şeyi bir mezara gömmek demekti. Bunu yaparsam asla eski ben olamazdım.

"Çok yorgunum."diye fısıldadım. "Uyumak istiyorum." Henry yatağımı yerine yerleştirdi. Kullanılmış çarşaf kokan bu yere uzandığımda gözlerime çöken ağırlıkla hemen uykuya daldım. Ancak uykuyla kaçabilirdim olanlardan. Hem artık eskisi kadar kabus görmüyordum. Daha güzel oluyordu rüyalarım. Oğlum ve kocam beni mutlu bir şekilde ziyarete geliyordu sık sık. Bana kızmıyorlardı. Beni suçlamıyorlardı. Birlikte yeniden aile oluyorduk.

Fakat ailemin katlinden sorumlu olanlar hayatını hiçbir şey olmamış gibi yaşarken geçen her günüm bana zehir oluyordu. Onlara kafa tutacak güce sahip olmadığım gerçeği her gün tekrar tekrar karşıma geliyordu. Ve her gün yapabileceğim tek şeyin ne olduğu biraz daha netleşiyordu önümde. Bu uğurda kendimden vazgeçmeyi göze alabilecek miyim sorusunun cevabı daha yüksek sesle çıkıyordu dudaklarımdan: Evet, bu uğurda kendimden vazgeçmeyi göze alabilirim!

Çünkü onların kanının hesabı sorulmadıkça bu dünyada bir günüm huzurlu geçmeyecekti. Bir gün rahata ermeyecektim. Sorumluların bir yerlerde verdiği ziyafetler, yaptıkları kutlamalar aklıma geldikçe olduğum yerde parçalanacaktım. Onlara hesabını sormayı seçebilecekken sormadığım için ömrüm boyunca içimde hep kuşku kalacaktı. Yapabilir miydim? Adaleti sağlayabilir miydim?

Kendimi attığım denizin önüne geldiğimizde çakıl taşları ayaklarımız altında ezildi uzun bir süre. Sonunda durduk ortada bir yerde. O gün kayalıkları hırçınca döven dalgalar aylar sonra bugün oldukça durgundu. Sakince vuruyordu çakıllara ve geri çekiliyordu. Deniz kokusunu çekmek içimi acıttı. Şu an burada hayatımın en zor kararını vermek üzereydim. Her şey değişecekti. Her şey baştan yazılacaktı. İntikamım uğruna ben baştan yaratılacaktım. Kaybedecek bir şeyim yoktu. Kazanmak ise tek hedefimdi. Oğlumun ve kocamın intikamını başka şekilde alamayacağım ortadaydı. Aylar sonra, yaz güze dönerken bu gerçeği kabullenmiştim artık.

Bir zamanlar Lisa'ydım, sonra Gökben olmuştum. İllio ise beni Eldoris'i yapmıştı. İsimlerimi ben seçmemiştim şimdiye kadar ama yürüyeceğim yolu seçmek benim elimdeydi. Bu yolda yapmam gereken ne varsa yapacak, almam gereken kaç can varsa alacaktım. İçlerinde yalancı huzurla yaşadıkları saraylarını çocuk katillerinin başına yıkacaktım.

Var olan tüm tanrılara yeminim olsun: Ben Aspargon tarihinin görüp görebileceği en kudretli hanım olacak, kanımı dökenlerin kanını dökmek için varımı yoğumu ortaya koyacağım.

***

-Bölümün gidişatını nasıl buldunuz?

-Gökben yeminini gerçekleştirebilecek mi?

-Gökben'in intikam için aldığı karar doğru muydu? Başka bir yolu olabilir miydi?

-Bundan sonra Gökben nasıl biri olacak sizce? Gökben'le ilgili beklentileriniz neler?

Bölüme oy vermeyi unutmayın. Yıldıza bir tık sadece. Ve yorumlarınızı okumayı seviyorum. Yorum bırakırsanız sevinirim :)

Bu arada aynadakikan instagram hesabında güzel kesitler paylaşıyorum. İsterseniz takip edebilirsiniz.

Sonraki bölüm Korkut olacaktır. Tahminleriniz var mı?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top