14. Kim Olmak İstiyorum
1412 Senesi - Yaz Mevsimi
ASPARGON HANLIĞI
Bozok Şehri - Dora Hanım Sarayı
Gökben Hatun
Sarayımıza geldikten sonra günlerce kendime gelememiştim. Müge Hanım beni öyle bir silkelemişti ki lafları altında ezilmiştim. Derslerim bile donuk geçiyordu günlerdir. Hocalarım Handan Suna'ya bunu söylediğinde, "Neyin var Gökben günlerdir? Sarayda bir şey mi oldu?"diye sormuştu. "Bu sıralar kafam dalgın."demiştim sadece. Müge Hanım'ın laflarını söyleyerek bir de onun azarını işitmeye hiç niyetim yoktu.
Odamdaydım. Korkut'un son gönderdiği mektup elimdeydi. Günlerdir yaptığım gibi tekrar okudum.
Gök gözlüm, Gökbenim, gökteki benim, kıymetlim,
Günlerim özlemle geçiyor. Seni çok geç buldum ve çok erken ayrı kaldım senden. Bu bize yapılan büyük bir haksızlık. Seni yanımda görmek için elimden geleni yapıyorum. Zamanı geldiğinde yanımdaki yerini alacağına söz veriyorum.
Sensiz gecelerim buz gibi. Bahar bitiyor ama ben kışa döndüm. Sensizliğe dayanmak çok zor. Kalbimde öyle bir yere dokundun ki bu kadarını tahmin bile edemezdim. Uzaklaştıkça sana olan arzum tutkum arttı da arttı. Sensizlik bana iyi gelmiyor.
En kısa zamanda görüşmek dileğiyle,
Kalbinde yer edindiğini düşünen Korkut
Yalandı. Her şey yalandı. Bensiz geçen geceleri buz gibi falan değildi. Her gece yanında İdil ya da başkaları vardı. İdil'in ateşiyle bensizliğe dayanması zor olmasa gerek. Ben de aptal gibi ona mektup yazmıştım. Kalbimi açmıştım. Ruhumu eline bırakmıştım. Yanında İdil'le dalga geçerek okumuştur belki mektubumu. Sonra da buruşturup atmıştır.
Doğum gününde ona borcum olan gümüş kaplı aynayı göndermiştim yanında bir kese değerli taşla. Baktıkça beni hatırlamasını söylemiştim mektubumda. Gitmeden önce sarayda neredeyse ona teslim ediyordum kendimi. Gözlerine inanmıştım. Beni istediğini sanmıştım. Oysa o, gününü gün ediyordu.
Ben ise kendimi küçülttükçe küçültmüştüm. Müge Hanım çok haklıydı. İdil'in hanedanlık hiyerarşisinde bir konumu vardı. Ben ise kimdim? Basit bir hatundum. Handan Suna'nın kölesiydim. Aklımı hayallerle doldurmuştu ve beni buraya bağlamıştı. Küçüklüğümden beri bana kol kanat gerdiği için ona bağlılığım o kadar çoktu ki onu bir anne gibi görmekten kölesi olduğum gerçeğinden uzaklaşmıştım.
Gerçek buydu. Ben onun kölesiydim ve özgürlüğümü elime almazsam hep öyle kalacaktım.
Odamdaki işlemeli ahşap masanın üstündeki aynadan yansıyan yüzüme baktım. Gözlerim yaşlı, yanaklarım al al, pes etmiş haldeydim. Ben bir kaybedendim. Saraya gittiğim ilk gün İdil bile beni hor görmemiş miydi? Kendince beni ezmemiş miydi? Öfkeyle ayağa fırladım. Taştan yapılma, oymalı takı kutusunu kavradığım gibi aynaya geçirdim. Büyük bir şangırtı koptu. O an bedenim bambaşka yere gitti sanki.
Öfkeyle haykırdı adam. Masanın üstündeki bütün taş heykelleri yere yıktı, haritaları etrafa saçtı. "Bu nasıl olur?"diye bağırdı. Yanındakiler başları yerde kıpırdamadan duruyordu. "Ona Hassendorfların ne kadar güvenilmez olduğunu defalarca söyledim! Konseyde her gün bunu konuştuk! Ama o ne yaptı? Onlara konum vermeye devam etti! Adamlar hepimizin tanrısı oldu!" Ellerini defalarca masaya vururken kumral dalgalı saçları gözlerinin önüne düştü. İçeri telaşla sarışın bir kadın girdi. Beline kadar uzanan saçları dağınıktı.
"Haberler kötü. Aniyah zindana kapatılmış. Halk onun da kellesini istiyormuş." Sesi titriyordu kadının. Gözleri yaşlıydı. "Onu kurtarmalıyız."dedi yalvarırcasına. "Kızımızı kurtarmalıyız."
"Kraliçe, ailesinin sözünü dinlemedi. Eşyalarını topla. Çocukları hazırla. Bu gece buradan gidiyoruz!"
"Darnel! O bizim kızımız!"dedi kadın sesi kısılarak.
"Taht oyununu kaybeden kızımız! Düşünmek zorunda olduğumuz beş çocuğumuz daha var Caroline."
"Dört!"dedi kadın dişlerinin arasından.
"Kabul etsen de etmesen de Henry benim oğlum ve onu da düşünmek zorundayım!"dedi adam hınçla. "Hiçbirinin kellesini Raizer Surlarında mızraklarda görmeye niyetim yok. Dediğimi yap kadın!"
Kadın apar topar odadan fırladı. Korkuyla geri sıçradığımda arkamdaki heykele çarptım ve heykel yıkıldı. Adamın keskin mavi gözleri üzerimdeydi. Fakat ondan korkmuyordum. Ona baktıkça kendimi güvende hissediyordum.
"Lisa, bebeğim."dedi karşımda yere çökerek. Masmavi gözlerinde büyük bir şefkat vardı. "Baban bugün biraz öfkeli ama hepsi geçecek." Beyaz tenli elimi sakallarına uzattım. Elimi öptü.
"Gökben?" adımın söylenmesiyle Bozok'taki odama geri döndüm. Kapım tıklanıyordu.
"İyiyim. Masaya takıldım ve aynam düştü." Kapıyı açtım. Bilge karşımdaydı. İçeri girdi. Dağınıklığı görünce sorar gibi bana baktı. "Bir şeyim yok. Bir kazaydı. Toplayabilirsin."dedim ve evden çıktım. Bahçeye indim.
Elimde hala Korkut'un mektubunu tuttuğumu fark ettiğimde kağıdı buruşturdum ve yere fırlattım. Hırsla yürümeye devam ettim. Arka bahçenin ötesine gittim. Çiftliğin yanından geçerken toprakta çalışan işçiler beni görünce selam verdi. Onlara gülümsemeye çalıştım. Ahıra vardığımda ellerim buz gibiydi. Atımı hazırlaması için seyise emir verdim. Atım hazırlanınca bindim ve sürebildiğim kadar uzaklara sürdüm.
Rüzgar yüzüme vurup saçlarımı dalgalandırırken yanağımdaki yaşları hissediyordum. Uzun bir süre bu şekilde devam ettim. Ana yoldan ayrılmış boş arazide ilerliyordum. Kalbim deli gibi atıyordu. Az önce hatırladığım anı gözlerimin önünden gitmiyordu.
Babamı görmüştüm. Mavi gözleri, kumral saçları, kirli sakalı vardı. Kuvvetli bir adamdı. Darnel... Odaya giren kadın, Caroline, annem olmalıydı. Sapsarı saçları dalgalıydı. Aniyah ablamdı. İdam edilecekti. Kaçmak için hazırlanmamızı emretmişti babam. Bana Lisa diye hitap etmişti.
Müge Hanım sarayda bana doğruluk iksiri içirdiğinden beri hayatımda bir şeyler farklıydı. Bunu hissediyordum. O zindanda yaşadığım şeyler gerçekten bir daha yaşamak istemediğim şeylerdi fakat o gün bir şeyler değişmişti. Sorgu sırasında bir şeyler olmuştu. İsyanda yaptığım şey, bu anı, hepsi o iksirden sonra ortaya çıkmaya başlamıştı. Geçmişim yavaş yavaş geri geliyordu. Bazen kabuslarımda, bazen gün içinde beni ziyaret ediyorlardı.
Rüyamda ormanda yakılan bir ateş görüyordum. Ateşin etrafında toplanan insanlar anlamını bilmediğim melodik kelimeler söylüyordu. Beyaz tenli bir kadının savanda değişik otları ezdiğini, başka bir kapta biriktirdiğini hatırlıyordum.
Etasha, Ganesha, Dyaus, Dyasina, Varuna, Rigveda, Vayu, Saranyu, Ramasetu, Damaru, Svaha, Skanda... Bu on iki kelime adına yakılan mumlar ışıldıyordu bazı geceler rüyalarımda. Anlamlarını tam olarak bilmiyordum ya da hatırlamıyordum ama bir şekilde hissediyordum ne olduklarını. İsyanda Etasha'nın adını kullanmıştım. Bunu neden yaptığımı bilmeden. Fakat Etasha'nın Savaş Tanrısı olduğunu hissetmiştim.
Atımı durdurdum. Boş arazide tek başımaydım. Hafif esintiyle deniz tarafından gelen yosun kokusunu ve denizle ıslanan kumun kokusunu alıyordum. Özgürlüğün kokusu. Ailemin kokusu. Evimin kokusu. Taş yollar, birbirine yakın taş binalar, limandaki pazar...
Kim olduğumu bulmam gerektiğini hiç bu kadar kuvvetli hissetmemiştim şimdiye kadar. Handan Suna'nın değerli kölesi olduğumu düşünürken bambaşka biri olduğumu hissediyordum. Ablasının kraliyet yolunda canından olan bir kardeş olduğumu, ailemin yaşadığı toprakları canımızı kurtarmak uğruna terk ettiğini biliyordum. Ama nereden kaçmıştık? Nereye kaçmıştık? Ne olmuştu da yolum buraya düşmüştü? Ailem neredeydi?
***
Yolculuk günümüz gelip çattığında üç sandık eşya hazırlamıştım. Kıyafetlerim, mücevherlerim, birkaç el aynası, kemik tarağım, kitaplar, parşömenler, tüy kalem ve mürekkep dolu hokkalar.
At arabasına bindik. Burçin ve Handan Suna yanyanaydı. Ben de onların karşısında Bilge ve Emine hatunla oturuyordum. Bir kez daha konumumu hatırlıyordum. Onların yeri ayrı, benim yerim ayrıydı. Emine ve Bilge'den bir tık farkım vardı. Onlara emir verme yetkisine sahiptim. Bu da Handan Suna'nın bana lütfettiği bir şeydi. Tıpkı arkamızdaki diğer arabalara yüklediği tüm eşyalarım gibi.
Üç gün sürecek yolculuğumuz başladı. İlk molamızı Boztepe'yi geçince karşılaştığımız ilk handa verdik. Yemeklerden sonra odalarımıza çekildik uyumak için. Geceyi orada geçirdik. Ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla tekrar yola koyulduk.
Sonraki mola yerimiz Altınhisar'dı. Burası Aspargon'un eğitim merkezi olarak bilinirdi. Burada tarihi bir kütüphane vardı. Görmek istediğim şehirlerden biriydi fakat gezecek zaman yoktu. Handan Suna yine bir handa durulmasını emretti. Geceyi burada geçirdik. Aynı şey diğer gün de devam etti.
Yeşiltepe'ye geldiğimizde Handan Suna burada durmak istemediğini söyledi fakat at arabacıları atların dinlenmeden devam etmelerinin riskli olduğunu söyleyince mecburen durduk.
Merhum Hanzade Yiğit'in sancak yeri Handan Suna'yı daha kötü yapmıştı. O gün odasından çıkmamış, yemeğe de inmemişti. Oysa yaz mevsiminde o kadar güzel bir şehirmiş ki burası. Adı gibi yemyeşil olurmuş. Ağaçlar, çiçekler, minik evleriyle huzur şehri denilirmiş burası için. At arabasının penceresinden gördüklerim de doğruluyordu bunları.
"Hayatımızın değiştiği yer."dedi Burçin yemekten sonra. Gezmek için şehir merkezine gelmiştik. Akşamdı ve merkezde eğlenceler vardı. "Herkes her şeyi unutmuş. Burada bir hanzade evlatlarıyla katledilmemiş, kanları bu çakıllardan ancak yağmurla temizlenmemiş gibi..." Böyle söyleyince içim ürperdi. Bastığım yollardaki çakılların kırmızıya bulandığını canlandırdım kafamda. Ruhumun bir parçası burada bulunmuş gibi hayat buldu gözlerimin önünde bir şeyler.
"Şurasıydı."dedi eğlencenin yapıldığı yerdeki yazılı taşı işaret ederek. Tarihî taş oldukça yüksekti. O tarafa doğru yürürken durdu. "Bu ağacın yanındaydık. Annem askerlerin kollarında zorla tutuluyordu. Biz ise annemin kollarına sarılmıştık." Derin bir nefes aldı. "Berke, Alp, Erdinç, Gökmen... Büyükten küçüğe sıralanmıştı. Berke'den sonra Alp kaçmak istemişti. Erdinç ve Gökmen'i ise oyunla kandırmışlardı. İki küçük altın vermişlerdi ellerine. Başları bedenlerinden ayrıldığında gevşeyen ellerinden düşüp gitmişti altınlar." Karnıma ağrı girdiğinde hanedan ölümünün bile layık görülmediği küçücük çocukları görür gibi oldum meydanın ortasında. Fakat kafalarının bedenlerinden ayrılışını hayal edemedim. Küçük bedenler düştü tek tek.
"Hanzade Yiğit ve Zadesen Gözde'nin acısını düşünemiyorum. Yiğit dayım evlatlarından sonra ruh gibi gitti o kanlı kütüğe. Evlatlarının kanının üstüne uyur gibi koydu başını. Gözlerini son kez gördüğümde dayımın boynu vurulmadan çoktan öldüğünü anladım."diye bitirdi fısıldar gibi. Donuk mavi gözleri meydandaydı. Tekrardan yaşamıştı her şeyi.
"Çok ürkütücü."diyebildim.
"Öyle." Şimdi orada dans eden gençler, müzik çalan çalgıcılar vardı. Handan Suna bu manzarayı görse öfkeden hepsini dağıtırdı. "Biliyor musun, dayım hayatında ilk kez o gün diz çöküp yalvarmıştı. En azından evlatlarının canının bağışlanması için. Fakat Yaman Han dinlemedi bile." Geçmişte yaşananlar acımasızdı. Yaman Han'ın böyle bir karar verecek kadar duygusuz olabileceğini düşünmek korkutucuydu.
Hana geri döndük. Odalarımıza çekildik. Sabah yine erkenden yola çıktık. Buradan Akyel'e varmamız daha kısa sürdü. Şehrin güney kıyısında bir arazide bulunan Sırma Köşk'e yerleştik. Beş odalı, tek katlı, kum rengi duvarlarına altın kaplı işlemeler yapılmış süslü bir köşktü. Aldığım tarih derslerinden yola çıkarak Ravesna mimarisine benzettiğimi söyleyebilirdim. Orada daha çok kızıla yakındı renkler fakat kum rengi de sık kullanılırdı. Belki eski dönemlerde bir Ravesna prensesi bu bölgeye gelmişti.
Hepimize ayrı birer oda verildi. Emine hatun ve Bilge bir odadaydı. Son oda boştu. Gördüğüm kadarıyla en büyük odaydı. Handan Suna neden buraya yerleşmemişti merak etmiştim. Deniz en güzel buradan gözüküyordu. Eşyalarımız yerleştirildikten sonra Burçin'le hamama girdik. Yolculuk uzun sürmüştü. Her yerimiz batmıştı.
Odama geçip hazırlandım. Açık mavi elbisemi giydim. Üst kısmı güpürlü krem rengi kumaşla kaplıydı. Altı ise hafif kabarık etekliydi. Mavi sevdiğim renklerdendi.
Bilge saçlarımı yapmak için yanıma geldi. Kenarlardan başlayarak arkada toplanan ince örgüler yapıyordu. Saçımın kalanı ise dalga dalga belime iniyordu. "Burası çok güzel öyle değil mi?"dedi Bilge.
"Sakin bir yere benziyor."dememle çok yakınımızda bir patlama oldu.
Dışarıdan rengarenk ışıklar odanın içine yansıyordu. Havai fişekler. İkimiz de ayağa kalktık ve cama yaklaştık. Benim odamdaki küçük camdan da deniz görünüyordu. Biraz yüksekdeydik ve liman seçilebiliyordu.
Üç direkli orta boy bir gemi limandaydı. Mavi beyaz çizgili bayrağıyla Simir Makos gemisi olduğu belli oluyordu. Fişekler de limanda patlatılmıştı. Parıltılar söndükten sonra gemiden birileri indi. Net görülemiyordu ama yaklaşık beş kişilik bir grup olduğunu anlayabiliyordum.
"Simir Makoslular..."dedi Bilge cık cık sesleri çıkartarak. "Çılgın oldukları söylenir. Festivaller, eğlenceler eksik olmazmış. Tuhaf oyunları varmış. Taverna dansları meşhurmuş."
"En büyük geçim kaynakları korsancılık. Köle ticaretinde bir numaralar!" Korsanlardan nefret ediyordum. Hangi ülkenin olursa olsun aşağılık insanlardı. Buraya gelişimle ilgili bildiğim tek şey bunun korsan işi olduğuydu ve hepsi gözümde aynıydı. Çıkarcılardı. Hayatlarını mahvettikleri insanlar umurlarında değildi. Aldıkları altına bakıyorlardı sadece. Biri karşıma çıksa acımadan kalbine okumu saplardım!
Hınçla koltuğuma oturdum. Bilge örgülerimi tamamladı. Süslü çiçekli tokalardan birini saçlarıma yerleştirdiğinde hazırdım. Odadan çıktık. Handan Suna'nın yanına oturdum. Bilge Burçin'in saçlarını yapmak için gitti.
"Yarın sabah limana ineriz."dedi Handan Suna.
"Olur."dedim. Bozok dışında farklı yerler görmek iyi olacaktı. Kafamı dağıtmak istiyordum. Evet, Handan Suna gibi evladımın ölümüyle sınanmamıştım ama Korkut gerçeğiyle yüzleşmek canımı acıtmıştı. Onunla gitseydim ne değişecekti ki sanki? İdil ve diğerleri de orada olacaktı. Mutlu olamayacaktım.
Burçin de hazırlanıp yanımıza geldiğinde bir süre öylece oturduk. Handan Suna düşünceliydi, Burçin ifadesizdi. Akşam yemeğinin hazırlandığını duyabiliyorduk. Farklı bir sessizlik hakimdi.
Uzaktan gelen bir gürültü duyduk önce. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Borazan ve trampetler duyuluyordu. "Neler oluyor?"diyerek ayağa kalktık Burçin'le. Handan Suna ise istifini bozmadan oturmaya devam ediyordu. Kapıya yaklaştık. Ses kaldığımız eve iyice yaklaşmıştı. Kapıyı biraz araladım. Burçin de aradan bakmaya çalışıyordu.
Bando takımı karşımızdaydı. Mavi beyaz kıyafetleriyle bize doğru geliyorlardı. Hemen arkasında ortada mavi parlak pelerinli bir kadın yürüyordu. Tam önümüze geldiklerinde durdular. Adamlardan biri öne çıktı ve gür sesiyle konuştu. "Simir Makos'un veliaht prensi Vangelis Arton'un kıymetli eşi Prenses Elçin Arton." Adamlar kenara çekildi ve mavi pelerinli kadın öne çıktı. Pelerinini indirdiğinde genç bir kız olduğunu anladım.
Açık mavi bir elbise giymişti benim gibi. Fakat Aspargon tarzı değildi. Dekoltesi ince bir tülle kaplıydı. Boyun ve kol kısımları dantelliydi. Koyu kumral saçları arkasında toplanmıştı. Başında ince, incilerle süslü bir taç vardı. Küpeleri de inciydi. Yumuşak bir ifadesi vardı.
"Hoşgeldin Elçin."dedi Handan Suna arkamızdan. Ona döndük. Gülümsüyordu.
"Merhaba hala."dedi Prenses Elçin gülümseyerek ve içeri girdi. Sarıldılar.
"Nasılsın? Oğlunu da getirdin mi?"
"Ben iyiyim. Tassos'u süt annelere bıraktım."
"Onu da görmek isterdim."
"Belki bir gün sen de benim sarayıma gelirsin ve küçük sarı şeyi görürsün." Güldü. Prenses Elçin Müge Hanım ve Yaman Han'ın kızıydı. Fakat Müge Hanım'a hiç benzemiyordu. Korkut'u andıran bir gülümsemesi vardı. Gözleri onunkiler gibi koyu kahverengiydi. "Burçin?"diyerek Burçin'e döndü. "Seni uzun zamandır görmemiştim. Kocaman olmuşsun."
"Aynı yıl doğduğumuzu hatırlatmama gerek var mı?"dedi Burçin de gülerek. İki kuzen birbirine sarıldı. Ben de onu selamlamak için hazırlanmıştım ki üçü birden salona yürüdü. Prenses Elçin beni görmemiş miydi?
Kapıda ellerim havada öylece kalakalmıştım. Diğerleri ise şark köşesine yerleşerek geçmişi yad etmeye başlamıştı. Ben de yanlarına yaklaştım.
"Canım, mutfaktan çekme helva getirir misin?"diyerek bana döndü Elçin. "Canım acayip helva çekiyor." Bu istekle olduğum yerde donmuştum.
"Ah, Gökben bizim hizmetlimiz değil."dedi Handan Suna. "Bilge, Bilge buraya bak kızım."diye seslendi içeri. Benimse yanaklarım alev alev olmuştu.
"Öyle mi? Bilmiyordum. Güzel hatunlarla çalıştığın için bu hatunu da hizmetlin sandım."
"Gökben."dedi Handan Suna beni yanına çağırarak. "Onu küçücükken buldum ben. Burçin'e arkadaş olsun istedim. İyi ki de yanıma almışım. Çok yetenekli hatunmuş."
"Kusuruma bakma güzelim."dedi Elçin. Sesinde kesinlikle küçümseme yoktu. Özründe samimiydi. Elçin kesinlikle Müge Hanım gibi değildi. Bilge yanımıza geldi. Handan Suna ona Elçin'in isteğini iletti. Bilge mutfağa gitti. Bir süre sonra elinde çekme helva dolu bir tepsiyle geri geldi. Elçin bir parça alıp yedi. "Mmm. En sevdiğim şey bu çekme helvalar. Simir Makos'a sırf ben istediğim için getirtiliyor."
"Aynı hanım annenizin zeytinyağlı ekmeği Altınova mutfağına sokması gibi."dedim gülümseyerek.
"Hepimiz öyle değil miyiz bir yerde? Çocukluğumuzu bırakamıyoruz." Bir tane daha aldı.
Akşam yemeği getirildi. Onlar kendi aralarında konuşurken ben kendimi dışlanmış hissediyordum. Muazzam bir tabloda ressamın eli kayınca çiziktirdiği kötü bir ağaç gibi...
Odama çekildiğimde geceliğimi giydim ve yatağa yerleştim. Dışarıdan ay ışığı vuruyordu. Arkamdaki duvara yaslandım. İkinci kez kim olduğumu sorgulatıyordu bugün yaşananlar. Elçin Korkut'un ablasıydı ama ben bir hiç olduğum için o da beni görmezden gelmişti. Silik bir siluet olmuştum onun için.
Peki ben kim olmak istiyordum? Gökben hatun mu? Zadesen Gökben mi? Gökben Hanım mı? Bunca yıl bana bir şey olacağım öğretilmişti. O şey yüksek bir şeydi. Her hatunun erişmek istediği şeydi. Aspargon Hanlığının gelmiş geçmiş en güçlü hanımı!
Evet, olmak istediğim buydu. Rahmetli Kubat Han'ın kızı öyle uygun gördü diye değil, bunun için yaratıldığım için. Ben Korkut'un ve Aspargon'un hanımı olmak için yaratılmıştım. Bir hanıma yaraşır şekilde davranmalıydım. Çocuk gibi kıskançlık krizlerine girmemeliydim. Kendimi dizginlemeyi öğrenmeliydim. İdil hatunun varlığını başından beri biliyordum. Şimdi neden Müge Hanım iki cümle söyledi diye kendimi geri çekecekmişim?
Hızla yatağımdan çıktım. Sandığımdan her ihtimale karşı koyduğum parşömenleri, tüy kalemi ve okkayı çıkardım. Uzun, demirli pencerenin önündeki bakır kaplı masaya koydum elimdekileri. Tabureyi altıma çektim. Tüy kalemi okkaya batırdım.
Gözlerim karanlık gökyüzündeki yarım aya takıldı. Ayın gümüşi ışığı bedenime ayrı bir enerji veriyordu. Derin bir nefes aldım ve Rigveda'nın ruhuyla bütünleşerek yazmaya başladım. Aşk Tanrısı tüm gücüyle benimleydi ve onun eşsiz gücüyle yazdığım kelimeler, okuyanın kalbine işleyecek, beni unutulmaz kılacaktı.
Not: Arbatun ve Sargun'da görülen Omena inancında Rigveda "aşk tanrısı" veya "aşk ruhu" olarak geçer.
***
Bölümü beğendiyseniz lütfen oy verip yorum yapın. Kendinizi belli edin. 50 kişiden sadece 5 kişi aktif. Yıldızlarla doldurun buraları :)
Ayrıca Asperan Hanedanlığı Tarihi isimli bir bölüm üzerinde çalışıyorum. Tarihi kurgu sevenlerin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Biter bitmez bölümü yayımlayacağım.
-Sizce Gökben nasıl bir yol izlemeli? Kararsızlıklarla boğuşurken diğer yandan geçmişini hatırlıyor. Tahminleriniz neler?
-Hanzade Yiğit ve evlatlarının ölümü hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Yaman Han'a bakışınızı etkiledi mi?
-Sizce Korkut Gökben'i mi beklemeliydi yoksa hanzade olarak ondan beklenen şekilde davranmaya devam mı etmeli?
Sonraki bölüm Korkut'tan. Pazartesi akşamı görüşürüz.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top