1. Bölüm: Ay'ın Çocukları
Yeryüzü hiç kimsenin bilmediği sırları barındırır. Bu sırlar gecenin karanlığına karışır insanlar uyurken sokaklarda gezinirmiş. Sadece gecenin içinden geçenler bu sırları duyabilirmiş. Bende hayatımın zifiri karanlığında gecenin içinden geçen biriyle gecenin içinden geçtim.
Gecenin karanlığı tüm sırları saklarken ben onunla birlikte belki de yeryüzünün sakladığı en büyük sırrı duydum ve o sırrı tüm kalbimle hissettim. Kendimi ancak bir hayalden ibaret olabileceğine inanabileceğim bu sırra inanmaya ikna ettiğimde ise benim için her şey değişmişti. Gizemli bir efsanenin parçası olarak gözlerimi karanlığa açtığımda beni içine çağıran bambaşka bir dünyanın içine düştüm. Şimdi bende onlardan biriyim. Bizler Ay'ın Çocuklarıyız. Ay'ın Çocukları yıldız yapabilme gücüne sahip kimsesizlerdi.
*******
Bazı insanlar kendilerini kalabalığın içinde bile yalnız hatta kimsesiz hisseder. Tıpkı benim gibi...
Ben ve benim gibi insanlar içindeki yalnızlığı dindiremeyeceğini bile bile kalabalığa karışmaya devam eder. Her ne kadar kendilerini insanların arasında hayalet gibi hissetselerde en azından var olmanın verdiği içsel huzuru yaşarlar. Yani en azından ben böyle düşünüyorum.
Benim adım Kamer. Adımın anlamı ay demek ama ben geceyi aydınlatmayı bırak kendi içimdeki boşluğu bile aydınlatamıyordum. Işık saçmayan bir ay ne işe yarardı ki?
"Arda siparişler hazır!"
Her gün aynı saatte geldiğim kafenin kapısından içeri girdim. Etrafta siparişleri yetiştirmek için uğraşan garsonlar büyük bir koşuşturmacanın içindeydi. Her birinin gözlerinden yorgunluk okunuyordu. Gözlerim onlara takılı kalmışken son anda dağılan dikkatimi toparlamayı başarıp kendime boş bir masa bakmaya başladım.
İnsanlarla dolu masaları bir bir tarayan gözlerim en sonunda her zaman oturduğum cam kenarındaki masaya ilişti. Ağır adımlarla masaya doğru ilerledim. Garsonlara çarpmamaya özen göstererek masama geldiğimde sırtımdaki siyah sırt çantasını çıkarıp oturacağım geniş koltuğun kenarına koydum. Daha sonra bıkkın bir nefes verip kendimi koltuğa bıraktım.
Artık her gün yaptığım şeyi yapıp düşüncelerimin arasında kaybolabilirdim. Acılarımı bir an olsun insanların mutluluğunu izlerken unutabilirdim. Sadece bir an olsun...
Sadece bir an olsun unutmak kısa bir anlığına da olsa bana huzur verecekti. Benim bu huzura çok ihtiyacım vardı. Sadece bir parça huzura...
Sol kolumu başımı destekleyecek şekilde masaya koydum. Başımı da üzerine yerleştirip gözlerimi kafenin dışında gelip geçmekte olan insan kalabalığına diktim. Her biri adeta birer robotu andırıyordu. Bir o kadar duygusuz hem de bir o kadar tek düze hareket ediyorlardı. Hiçbirinin kendine özgün tarafları yokmuş gibi...
Sanki hepsi aynı merkezden yönetiliyormuş da kendilerine ait iradeleri yokmuş gibi...
Derin bir iç çekip daha da odaklandım insan kalabalığına. Gözüme ilk ilişen şey ise gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülen küçük bir kız çocuğu oldu. Annesinin elini tutmuş onu aksi yöne doğru çekiştiriyordu. Bir şey gördüğü belliydi. Bir oyuncak bebek ya da her çocuğun sevebileceği renkli şekerlerden belki de çikolata istiyordu. Tam olarak ne istediğini bilmiyordum ama onun gözlerindeki ifadeden ve son derece ısrarcı tavırlarından anladığım buydu.
"Anne ben çikolata istiyorum," dedi kız. Aslında bunu söylememişti. Bunu ben kendi kendime hayal ediyordum. Ne zaman insanları gözlemlemeye dalsam hareketlerinden yaşadıklarını hatta ruh hallerini tahmin etmeye çalışırdım. Oynayan dudaklarına birer konuşma balonu iliştirirdim zihnimde.
Çoğu küçük çocuk oyuncaklarını konuşturur ama ben insanları konuşturuyordum. Küçük bir çocuk olmadığımı biliyordum ama bunu yapmak sebebsizce bana iyi geliyordu. Belki de bunu yaparak yaşayamadığım çocukluğumu yad ediyorumdur? Kim bilir?
Küçük kız annesini istediği yöne yönlendirebilmek için daha yüksek sesle ağlamaya başladı ama annesi bir an olsun kulağındaki telefonu indirmedi. Heyecanlı heyecanlı karşı taraftaki kişiye bir şeyler anlatmaya devam etti. Bu kadar umursamaz olması sinirlerimi bozmuştu. Sadece bir an olsun kızına bakamaz mıydı? En azından onun istediğini yapamayacağını nazik bir dille söyleyemez miydi?
Kafamın içinde dönen düşünceler beni çileden çıkarmaya yetmişti. İnsanlar neden sırf onlar çocuk diye kendilerini daha üstün görüyordu bir türlü anlamıyordum. Onların da duyguları yok muydu? Üstelik kendileri de bir zamanlar çocuk oldukları halde neden böyle davranıyorlardı?
Başımı kolumdan kaldırıp sırtımı dikleştirdim. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım ama olmadı. Aklıma yaşadıklarım geliyordu. Bende o kız gibi sesimi duyurmaya çalışmıştım ama kimse benim sesimi duymak için bir çaba sarf etmemişti. Kimse beni duymamıştı. Tıpkı o küçük kız gibi...
Gözlerim bir anda yaşlarla dolarken bağıra çağıra ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum. Elimden gelen tek şey derin derin nefesler alıp sakinleşmeye çalışmaktı. Tam o an tok bir sesin varlığıyla irkildim.
"Siparişinizi alabilir miyim?" dedi yanı başımdan bir ses. Ağlamamak için gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıp bakışlarımı sesin sahibine çevirdim. Koyu renk saçları ve saçlarıyla aynı renk gözlere sahip garson genç elinde küçük bir not defteriyle beni bekliyordu.
Gerginliğimi bir kenara atıp hafifçe gülümsemeye çalıştım ama bana sebebini bilmediğim bir nedenden dolayı endişeyle bakıyordu. Sanırım ağlamak üzere olduğumun farkındaydı ama yine de bunu anlamasını istemiyordum. Sesimin titrememesi için elimden geleni yaparak dudaklarımı araladım.
"Su alabilir miyim?" diye mırıldandığımda her bir sözcük boğazlanan bir hayvandan çıkıyormuş gibiydi. Lanet olsun dedim içimden. Kesin bende bir şeyler olduğunu anlamıştı ki bunu bakışlarından da anlamak mümkündü. Beni başıyla onaylayıp yanımdan ayrılmadan önce son bir kez yüzümü dikkatle inceledi. Koyu hareleri yüzümde gezinirken epey gergindim ama bu durum çok uzun sürmedi.
Onun yanımdan ayrılmasıyla derin bir oh çektim. Ardından üzerimdeki ince yazlık kazağımın kolunu yavaşça yukarı kıvırmaya başladım. Tam o sırada kırmızı kazağımla tezatlık yaratan bileğimdeki morluğu gördüm. İşte bu morluk benim hayatımın en acı veren detayıydı. Benim yaşadıklarımdan kalan küçük bir izdi. Gözlerim istemsizce dolmaya başladı. Dudaklarımdan ise belli belirsiz bir hıçkırık döküldü.
Ben acılarımın karanlığında boğulmaya başladığımı hissederken yanı başımdan beni izleyen bir çift koyu harenin varlığıyla irkildim. Gözyaşlarımı elimin tersiyle silip kendime gelmeye çalıştım ama bu çabamın hiçbir faydası yoktu. Çünkü o göreceğini görmüştü. Dehşete kapılmış bakışları bileğimin üzerindeki morluğa kilitlenmiş bir vaziyetteydi. Nefes bile almadan öylece bileğimdeki morluğa bakıyordu.
Üstelik sorunumuz sadece bu da değildi. Elindeki su şişesini öyle bir sinirle sıkıyordu ki şişe her an patlayabilirdi. Bunu fark etmemle kazağımın kolunu indirmem bir oldu. Bu yaptığım bir işe yaramayacaktı ama en azından daha fazla dikkat çekmezdim.
Böyle düşünüyordum. Fakat onun yaramı görmüş olduğu düşüncesi bile beni geriyordu. Çünkü ben acılarımı bunca zaman hep içimde yaşamıştım. Bir başkasına göstermeye henüz hazır değildim. Derin bir nefes alıp bu işten nasıl sıyrılacağımı düşünmeye başladım. Ama o kadar çok gergindim ki kafam bir türlü fikir üretemiyordu.
Üstelik onun bana bakan keskin bakışlarının da etkisiyle yutkunmaktan başka bir şey yapamamıştım. Ani bir hamleyle yanıma koyduğum siyah sırt çantasını sırtıma alıp masadan kalktım. Onun dikkatinin dağınık olduğunu umarak çıkışa doğru ilerlemeyi düşünüyordum ama öyle olmadı. Masadan sadece tek bir adım uzaklaşmıştım ki bir el kolumdan tutup gitmeme mani oldu. Bir anda olduğum yere çivilendiğimi hissetmiştim.
Korku dolu gözlerimi zor da olsa zifiri bir karanlığı andıran koyu harelere çevirdim. Gözlerindeki karanlık bir çok şeyi ardında barındırıyordu sanki. Biraz öfke, biraz şefkat ve hatta acıyı...
O nedenini bilmediğim bir sebepten dolayı acı çekiyordu.
"Bunu sana kim yaptı?" diye sordu burnundan solurken. Öfke adeta onu ele geçirmişti. Her an patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Gözleri ateş saçıyordu. Çenesi sinirden kasılmaya başlamıştı bile. Bunun sebebi ben miydim?
Korku dolu gözlerimi onun koyu harelerinden alıp kolumu tutan eline çevirdim. Tam o esnada nasıl olduğunu bile anlamadan içimdeki kendini koruma içgüdüsü devreye girdi. Bende de artık kayış kopmuştu. Kendimi kontrol edemeyeceğimi bile bile ateş saçan gözlerimi onun gözlerine diktim. İçimdeki ateşi ilk defa dışarıya saçıyordum.
"Bu seni ilgilendirmez!"
Sesim öylesine yüksek çıkmıştı ki kafede oturan bazı insanlar gözlerini bize dikmişti. Etrafımızdaki bakışlara umursamadan kolumu kendime doğru çektim ama işe yaramamıştı. Kolumu öylesine sıkı tutmuştu ki kurtarmak neredeyse benim için imkansızdı.
"Sana tekrar soruyorum," dedi dişlerinin arasından. Çenesini öyle çok sıkıyordu ki çıkabileceğinden neredeyse emindim. "Sana bunu hangi şeref yoksunu yaptı?"
Sesi kafenin duvarlarında yankılanmıştı. Ürperdiğimi hissettim. Gözlerimden bir bir yaşlar boşalırken ona bakmamaya çalıştım ama ona bakmasam ne değişecekti ki? Üstelik kafedeki herkesin gözleri bizim üzerimizdeyken...
"Gitmek istiyorum," dedim. Sesim bir fısıltıdan farksız çıkmıştı. Mücadele edecek gücüm yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Bundan sonra da olur muydu ondan da emin değildim. Tek yapabildiğim o an hıçkıra hıçkıra ağlamak olmuştu. Koyu hareler bana endişeyle bakıyordu ama ona istediği cevabı vermezsem de kolay kolay bırakacak değildi.
"Bunu sana kimin yaptığını söyle. Sana yardım edebilirim," dedi gözlerini gözlerime dikip. Sesi yalvarır gibiydi. Sadece sesi değil. Gözleri de acımı bitirmeye hevesli gibi bakıyordu gözlerime.
"Bana yardım edemezsin. Senin buna gücün yetmez."
Bu doğruydu. Onun buna gücü yetmezdi. Bunu yapan bir şeytandı ve onunla mücadele edecek güçte olması mümkün değildi. Bunu çok iyi biliyordum. Evet çaresizdim. Evet yardıma hiç olmadığım kadar çok ihtiyacım vardı.
Birinin elimden tutup beni içine hapsolduğum karanlığın içinden almasına ihtiyacım vardı ama ne onu ne de bir başkasını beraberimde felakete sürükleyemezdim. Bunu yapamazdım. Üstelik bundan hiçbir türlü kaçış yolu yokken asla yapamazdım. Yutkundum. Yanı başımda bir başkasının silüeti belirdi birden.
"Ömer, kardeşim, kızı bırakır mısın?"
Bunu yanımıza gelen bir başka garson söylemişti. Sarışın mavi gözlü çocuk bize korkuyla bakarken onun Ömer denen çocuğun arkadaşı olduğunu anladım. Tam o esnada Ömer histerik bir kahkaha attı. Attığı bu kahkaha beni daha çok korkutmuştu.
"Oğuz sen karışma," dedi Ömer dişlerinin arasından. Ondaki bu deli cesareti bu işten kolay kolay sıyrılamayacağımın göstergesiydi. Üstelik işinden olma olasılığı olmasına rağmen benim için neden bunu yapıyordu? Sonuçta beni tanımıyordu bile. İnsan tanımadığı biri için kendini riske atar mıydı?
"Ömer herkes size bakıyor."
Oğuz oldukça gergindi. Stresten boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Gözlerimi ondan alıp Ömer'e çevirdim. Beni bırakmaya pek istekli değildi ama istemeye istemeye elini kolumdan çekti. Bakışlarında ise derin bir öfke belirmişti. Hatta kolumu bıraktığında elindeki su şişesini öyle bir sıkmaya başlamıştı ki parmak eklemleri bembeyaz olmuştu.
"Artık özgürsün," dedi Ömer tek düze. Gerginliği sesindeki tınıdan belli oluyordu. Sanki bunu söylemek ona acı veriyormuş gibiydi. Bunun nedenini her ne kadar merak etsem de üstelemedim. Son bir kez onun koyu harelerine endişeyle bakıp kafenin kapısına doğru ilerlemeye başladım. Ardımda ne bıraktığım beni endişelendiriyordu. İçim hiç rahat değildi. Sanki bundan sonrası benim için bir felaketti.
İçim içimi yerken kafeden çıktım. Yüreğimi kaplayan korku bulutunu dağıtabilmeyi çok isterdim ama ben hislerimde kolay kolay yanılmazdım. Beni en çok korkutan da buydu. Ne zaman içime bir sıkıntı düşse ne zaman bir konudan endişe duysam o şey gerçek olurdu. Bu her zaman böyle olmuştu. Şimdi de bir şey olacaktı ve ben alt üst olacaktım. Bunu hissediyordum. Her ne kadar hissetmek istemesem de...
*******
(Ömer'den...)
İçimdeki öfke adeta beni ele geçirmişti. Daha çıkıp gideli iki dakika olmuşken şimdiden Oğuz'u dinlediğim için pişmanlık duyuyordum. Onu dinlemeyip biraz daha ısrar etseydim ona bunu yapanın kim olduğunu öğrenebilirdim. Hatta onu bu kabusun içinden çekip çıkarabilirdim.
Düşünceler zihnimi hatta ruhumu kemirirken kafenin içinde volta atıyordum. Elimde sıkmaktan neredeyse patlayacak olan su şişesi yüzünden parmaklarımın kasıldığını hatta karıncalandığını hissediyordum.
"Ömer sakinleş. Ona bunu kimin yaptığını öğrenebilirdim. Ama bunu ondan duymak istemen yüzünden işler daha da zorlaşıyor," diyerek bıkkın bir nefes verdi Oğuz. Delici bakışlarımı birer ok misali ona yönelttim.
"İnsanların zihinlerine izinsiz girilmesini doğru bulmadığımı biliyorsun."
Bunun üzerine Oğuz ellerini pes edercesine havaya kaldırdı. "O zaman Meriç'in yardımıyla öğrenebiliriz," diye bir öneride bulundu. Beni sakinleştirmeye çalışırken ki ifadesi oldukça gergindi. Ona hala kızgındım ama olmuşa çare yoktu.
Sakinleşmek için derin bir nefes alıp elimdeki şişeyi onun kalkıp gittiği masaya bıraktım. Bu yaptığım bana onun bileğindeki morluğu hatırlatmaktan başka bir işe yaramamıştı. Bu içimin daha da acıyla dolmasına sebep olmuştu.
"Peki öyle olsun. Akşam Meriç ile konuşacağım."
Oğuz ikna olmama sevinmiş olacak ki otuz iki diş sırıtmaya başladı. Elini destek olmak için omzuma koyup sıvazladı. Daha sonra sipariş alınmayı bekleyen bir müşteriye doğru ilerledi. Ben de Hare'nin sipariş ziline basması üzerine onun yanına gittim.
"Ömer sen iyi misin?"
Hare'nin neden böyle sorduğunu çok iyi biliyordum. Bu yüzden onu başımla onaylayıp tezgahın üzerindeki tepsiyi aldım. "Oğuz'a kızma. Onun neden böyle yaptığını sen de biliyorsun. Hem sana söz veriyorum. Meriç ile konuşup yardım isteyeceğim," dedi gülümseyerek.
Hare daha önce hiç var olmayan kız kardeşim gibiydi. Sadece o da değil. Her biri benim canımdan birer parça, benim can yoldaşım, kardeşlerimdi. Onlar benim hiç var olmamış ailem olmuşlardı. Çocukluğum hatta her şeyim olmuşlardı.
"Sağ ol Hare. Ama bunu tek başıma halledebilirim," dedim nazikçe gülümsemeye çalışarak ki gülümsemek sandığımdan da zor olmuştu. Ama Hare bu durumuma bir şey demedi. Onun yerine nazikçe gülümsemekle yetindi.
Siyah kısa saçından bir tutamı gözünün önüne gelmesin diye kulağının arkasına sıkıştırdı. Sonra da siparişini bekleyen masayı gösterdi. Ben de tezgahtan aldığım sipariş tepsisiyle bana gösterdiği masaya doğru ilerlemeye başladım.
İçimdeki gerginlik ve gördüğüm o görüntü aklımdan bir an olsun gitmiyordu. Tek düşündüğüm şey onun ne yaşamış olabileceğiydi. Dikkatim ondayken işime odaklanmam zor olacağından dikkatimi toplayıp sipariş bekleyen masanın önünde dikildim.
"Siparişleriniz," dedim elimdeki tepside bulunan tabakları masaya bir bir yerleştirirken. Müşteriler tabaklarını önlerine alınca yemeklerini yemeğe başladılar. Tam o sırada bizim dengesiz Arda yanıma geldi. Ona neden dengesiz dediğimi şimdi anlayacaksınız.
"Ah Ömer ya! Kaçırdın güzelim kızı. Tabii kıza ayı gibi kükrersen olacağı bu," dedi sırıtarak. Her zamanki Arda olduğu için üstelemedim. Sadece ona göz devirmekle yetindim. Çünkü ağzımı açarsam biliyordum ki beni delirtmeden rahat durmayacaktı.
"Arda bulaşma," dedim imayla sırıtırken ama bu onda zerre etki yaratmamıştı. Onu pislik yapmaktan hiçbir şey alıkoyamazdı. Yüzüme her zamanki piç gülümsemesiyle bakıyordu. Sataşacağı her halinden belli olduğu için yanından ayrıldım. Tam o sırada kafenin duvarındaki dev ahşap rengi saate takıldı gözlerim. Daha kafenin kapanmasına iki saat vardı. Meriç ile konuşmama kalan tamı tamına iki saat...
*******
(Kamer'den...)
Hislerim beni daha önce hiç yanıltmamıştı. Bana hayatımın bir kaosa doğru sürüklendiğini söylediğinde bile...
Şu an o kaosun içinden sıyrılmak için çırpınıyorum. Evim dediğim yer aslında benim hayatımın felakete sürüklendiği yerdi. Bunu biliyordum ama hiçbir zaman bu felaketten kaçmaya cesaret edememiştim. Şimdi ise içimdeki bir parça umudun verdiği cesaretle hapishanemden kaçıyordum. Artık felaketimi ardımda bırakmanın vakti gelmişti.
Gözyaşlarım sel olmuş yanaklarımdan kayıp giderken kolumu kaldırmaya bile mecalim yoktu ama elimi çabuk tutmak zorundaydım. Buradan bir an önce kaçmalıydım. İlk işim siyah sırt çantamı boşaltmak oldu. İçine birkaç parça kıyafet tıkıştırıp fermuarı kapadığımda parasız sokakta bir başıma yapamayacağımı hatırladım.
Yatağımın yanındaki şifonyerin çekmecesinde biriktirmiş olduğum bir miktar parayı da çantama atıp gerekli gördüğüm her şeyi apar topar çantama tıkıştırdım. Sonra da sessizce odamdan çıktım.
Kimseye belli etmeden evden güç bela ayrılıp gecenin karanlığında sokaklara düştüm. Her yanım acıyla kıvranıyordu. Bacaklarım beni taşımayı reddediyordu sanki. Gözlerim ise şişmiş vaziyetteydi.
Perişandım. Çaresizdim. Nefes aldıkça kaburgalarım ciğerlerime batıyordu sanki. Her yanım yara bere içinde ayağımı adeta sürüyerek ağır adımlarla sokak lambalarının altında yürüyordum.
Tek düşünebildiğim canımın ne kadar çok yandığıydı. Sırtımdaki çantadan çok acılarım bana bir yük oluyordu ama şimdi canım hiç olmadığı kadar çok acıyordu. Ağladıkça gözyaşlarım yaralarımı bir asit gibi yakıyordu. Dudaklarımdan kanın tadını alabiliyordum.
Yutkundum. Nereye gittiğimi bilmeden ilerlemeye çalışıyordum. Bacaklarım bir o yana bir bu yana doğru yalpalamama neden olurken tam olarak nerede olduğumun bilincinde değildim. Buğulu gözlerle tek görebildiğim bir kaydırak olmuştu. Parktaydım. Peki şimdi ne yapacaktım? Geceyi parkta geçirebilir miydim? Başka çarem olduğunu da sanmıyordum.
Çaresizliğim yüzünden yapmak istediğim tek bir şey vardı. O da gözlerimi yumup yaralarım iyileşene kadar derin bir uykuya dalmaktı. Tüm yaralarım iyileşince gözlerimi bambaşka bir hayata açmaktı. Başka bir şey istemiyordum. Tek istediğim herkes gibi normal bir hayatımın olmasıydı. Acının ve gözyaşının olmadığı bir hayat...
Derin bir iç çektim. Bacaklarım beni parkta gördüğüm ilk banka doğru sürüklüyordu. Burada uyuyabilirdim. Sonuçta başka gidecek bir yerim de yoktu.
Sırtımdaki ağır çantayı güç bela çıkarıp banka koydum. Ardından banka uzanıp başımı çantama yasladım. Bacaklarımı karnıma kadar çekip ağlamaya başladım. Gözyaşlarım artık bir selden farksızdı.
Her bir damlayla içimde biriken acılarım dışarı boşalıyormuş gibi hissediyordum. Sanki döktüğüm gözyaşlarımla içimdeki yağmuru dışarıya akıtıyormuş gibi hissediyordum.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Daha önce hiç bu kadar acı çektiğimi hatırlamıyorum. Ruhum ve bedenim acıyla kıvranıyordu. Sırt çantam ağlamaktan sırılsıklam olmuştu. Gözlerim acımaya başlamıştı. Öyle bitkindim ki tek yapabildiğim göz kapaklarımı kapatmak olmuştu.
Sadece uyumak ve gözlerimi açtığımda tüm bunların bir kabustan ibaret olduğunu görmek istiyordum. Sokak lambasının gözlerime yansıyan ışığına aldırmadan gözlerim kapalı öylece bekledim.
Belki de koruyucum beni gelip bulurdu? Belki de alıp götürürdü beni kim bilir? Belki de yaralarımı iyileştirirdi. İçimdeki umudun verdiği bir damla güçle birlikte çantama sıkı sıkıya sarılmış bankta öylece uyumaya çalışıyordum. Her ne kadar yaralarım rahatça uyumama izin vermese de bunu deniyordum.
Tenimi yalayıp geçen rüzgarla ürperdiğimi hissettiğimde bile bunu deniyordum ama tam o sırada bir mucize oldu. Beni koruması için bir melek gönderilmişti. Karanlıktan gelen bir melek. O bir gecenin içinden...
Ben soğuktan tir tir titrerken bir el saçlarımı okşadı. Bunu hissedebiliyordum ama karşı koyacak halde değildim. Öylece kaldım ve bekledim. Ne de olsa beni kurtarırdı koruyucu meleğim. Derin bir nefes aldım.
Nefes alırken kaburgalarımın ciğerlerime battığını hissediyordum ama bunun artık bir önemi yoktu. Çünkü o gelmişti. Küçüklüğümden beri geleceğine inandığım koruyucum gelmişti. Beni alıp huzura götürecekti. Bunu biliyordum. En önemlisi bunu tüm kalbimle diliyordum.
"Uyan," dedi koruyucum. Sesi öylesine naif ve güzeldi ki... Kulağa adeta bir melodi gibi geliyordu. Ona cevap vermek istedim. Gözlerimi açıp ona bakmak istedim ama yapamadım. Bunu yapamadım. Dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı. Bir gülümseme değildi belki ama en azından bir gülümsemeyi andırdığından emindim.
"Aç gözlerini," derken saçlarımı tekrar okşadı koruyucum ama ben gözlerimi açamadım. Daha doğrusu bunun zihnimin bana oynadığı bir hayalden bir rüyadan ibaret olmasından korkuyordum. Peki bu bir rüyaysa onun saçlarımda gezinen elini nasıl hissedebilirdim ki?
Bu bir rüya değildi. Koruyucum beni kurtarmaya gerçekten gelmişti. Yara bere içindeki dudaklarıma rağmen bunun gerçek olmasına sevinip gülüyordum.
"Sana bunu kim yaptı?" diye sorduğunda cevap veremedim. Babam yaptı diyemedim. O an dudaklarımdan küçük bir hıçkırık çıktı. Koruyucum ben daha ne olduğunu bile anlayamadan beni kollarının arasına aldı. Çantamı da alınca beni ait olduğum o yere doğru götürmeye hazırdı.
Karanlığımdan, acılarımdan, yaşadığım ızdırap dolu hayattan beni çıkarıp götürmeye hazırdı. O benim kaderimdi. Şimdi kaderim beni ait olduğum yere götürecek. Beni evim diyebileceğim o yere götürecek. Bana bir aile ve sıcaklığını ruhumda hissedebileceğim bir sevgi verecekti. Bunu biliyordum.
Dudaklarımdan hafif bir inilti çıktı. Gözlerimi kısık da olsa biraz araladım. Siyah kapüşonundan yüzü görünmeyen bir gençti beni kaderime doğru götüren. Onun kim olduğunu bilmiyordum ama kendimi sebebsizce huzurlu hissediyordum. Belki de acılarımı o evle birlikte arkamda bırakmış olmanın verdiği huzurdu bu.
"İyi olacaksın," diye mırıldandığında kısık gözlerle yüzünü seçmeye çalışıyordum. Tam o sırada altından geçtiğimiz sokak lambasının altında onun koyu harelerini gördüm. Bu oydu. Bugün kafede bana yardım etmek isteyen ama benim ona izin vermediğim çocuktu.
Yaralarımı göstermek istemediğim çocuktu. Ama şimdi beni en derin yaralarımla görüyordu. Üstelik söylediği gibi beni kurtarıyordu.
O beni kurtarmak istemişti ve kurtarmıştı. O benim kurtarıcımdı. O Ömer'di.
Koyu renk gözleri karanlıkta daha da koyulaşıyordu. Bakışları ara ara endişeyle yüzümde geziniyordu. Kaç sokak lambasının altından geçtik kaç binayı geçtik bilmiyordum. Karanlıkta parlayan yıldızların altında öylece ilerliyorduk bir bilinmeze doğru.
Etrafımızdaki sokaklar o kadar ıssızdı ki bir köpek havlaması bütün geceyi inletmeye yetmişti. Bir tane bile insan yoktu etrafta. Sadece ikimizdik. Sadece ikimiz. Ben ve o.
Onun kollarında başım göğsüne yaslı bir şekilde uyumamak için kendimi çok zor tutuyordum. Arada bir onun ışıkta belli olan sert yüz hatlarına bakıyordum. O da bakışlarını bana çeviriyor derin bir iç çekip bakışlarını tekrar yola çeviriyordu. Benim için üzüldüğü belliydi.
Düşüncelere dalıp gittiğim esnada beni bir grup gencin yanına götürdü. İşte o an hayatımın kökünden değişeceğine emin olduğum andı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladığım andı. Benim bir efsanenin parçası olarak o geceden uyanacağımı anladığım andı.
İşte ben tam da o gece yeryüzünün sakladığı en büyük sırrı öğrendim. Gözlerimi yeni bir güne açtığımda benim de onlardan biri olacağımı nereden bilebilirdim ki?
Bizler Ay'ın Çocuklarıyız. Gecenin içinden geçenleriz. Bizler gecenin hakimleriyiz. Bizler yıldız yapabilme gücüne sahip kimsesizleriz.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top