12- Büyük yılan küçük yılanı yutar!
Bölüm 12: '' Büyük yılan küçük yılanı yutar!''
Başımı ağırca tavana doğru çevirdim.
Yuvam diyordu, Suzan denen kadın. Yuva...
Hayvanları katlettiği, insanları öldürdüğü yere yuvam diyordu.
Acımasız olduğu belliydi... Canımı yakacaktı.
Eline düşmüştüm, beni kesinlikle öldüreceklerdi. Akan burnumu çektim ve gözyaşlarımı silmek için yanağımı omzuma sürttüm. Kadının karşısında güçsüz görünmek istemiyordum.
''Neresi burası?'' diye sordum.
Suzan ağırca ayağa kalktı ve sedyenin etrafından dolaşarak arkamda kalan camın önüne geçti. Dışarıyı izliyor olmalıydı.
''Şehrin en yüksek noktası...'' diye başladı söze. ''En görkemli manzaranın sahibi, büyük kontrol noktası... Burası Dore Otel. Penqueen Avm'deki laboratuvarımızın yeri açığa çıkınca buraya taşınmak zorunda kaldık.''
Şehrin en gözde otellerinden birisinde miydim yani?
Öyleyse bileklerimdeki zincirlerden kurtulabilirsem, kaçmam da bir hayli kolay olurdu. Pencereyi açıp bağırsam bile bir şekilde birileri yardımıma yetişebilirdi.
Tabi, örgütten olmayan birilerini bulabilirsem...
''Ahh, Defne! Senin yüzünden en değerli mekanlarımdan birisini kaybettim. Oraya ne kadar harcama yaptığımı tahmin bile edemezsin. Neyse ki, senin şu ucube arkadaşların sayesinde erkenden haberimiz oldu. O koca yapıyı imha etmek, sandığından daha kolay...''
Ucube arkadaşlarım mı?
Kimden bahsediyordu?
Boynumu geriye doğru bükerek Suzan'a bakmaya çalıştım. Pencerenin önünde durmuş, kollarını yine göğsünde bağlamış bir şekilde dışarıya bakıyordu. Ona baktığımı hissetmiş gibi bana döndü. Yüzündeki kibirli gülümseme yerini koruyordu.
''Hangi arkadaşlarımdan bahsediyorsun sen?''
Kollarını çözdü ve bana doğru ilerlemeye başladı. Sedyenin hemen başında durup, tepeden bana bakmaya başlayınca boynumu düzelttim.
Ellerini saçlarıma yasladı ve ağırca okşamaya başladı.
'' Adları neydi? Hmm... Sude?'' dedi, bilmiş bir şekilde.
Ne yani, o gece AVM'de kaldığımı Sude mi söylemişti onlara? Yani Sude'de mi örgüttendi?
Bu mümkün olamazdı... O benim en yakın arkadaşlarımdan birisiydi.
''O-o da mı sizden?'' diye sordum, kekeleyerek.
Suzan doğruldu ve yanı başıma geldi. ''Ahh, hayır. Aptalların yanımda yeri yoktur.''
Derin bir nefes aldım istemsizce.
''Peki bana ne yapacaksınız? Öylece öldürüp sonra da asit tankına mı atacaksınız?'' dedim, öfkeyle. Avm'de gördüğüm cesede bunu yapmışlardı, benim başıma da aynı şeyin geleceğini hiç düşünmezdim.
Kadın şuh bir kahkaha attı. ''Bak sen! Nelerde bilirmiş?''
''Aaaa, anladım. Yeni deneğiniz ben miyim?''
Kadın yeniden güldü ve etrafımda dolanmaya başladı. Kısıtlı görüş açım yüzünden onu takip edemiyordum.
''Deneylerim mi? Ahh, hayır hayır. Ben deneylerimde insanları kullanmam, bu çok barbarca. Benim için en verimli malzeme hayvanlar. Özellikle küçük ve sevimli olanları... Onlar bir insana göre çok daha az dikkat çeker ve her yere gidebilirler.''
Kaşlarımı hafifçe çattım. Deney yaptıklarını biliyordum ama ne üzerine olduğunu bilmiyordum.
''Yani yaptığınız şey bu mu? Hayvanlar üzerin deneyler yapmak? Eeee, zombi virüsünü buldunuz mu? Saldırı ne zaman?''
Korkumu bir nebze olsun saklayabilmek için konuşmak ve içimdeki kini kusmak zorundaydım. Yoksa burada ölünceye dek ağlayıp zırlayabilirdim.
''Zombi mi? Ahh, bunlar çok uğraştırıcı şeyler. Bense daha kesin çözümler üretiyorum. Panzehri olmayan şeyler.''
''Her şeyin panzehri vardır.'' dedim, daha önce gördüğüm dersleri hatırlayarak.
''Ama ölümün panzehri yoktur.''
Suzan'a baktım, yeniden. ''Yani insanları öldürüyorsun, dikkat çekmeden?''
''İlgi çekici değil mi? Yıllardır hayvanlar üzerinde deneyler yaparak, hiçbir cihazın fark edemeyeceği özel yapım patlayıcılar yerleştiriyoruz içine. Yani onları birer gizli silaha dönüştürüyoruz ve istediğimiz her yere yollayabiliyoruz. Böylece hayvanlar, öldürülmesi veya tamamıyla yok edilmesi gereken yerlere geldiğinde etkin hale getiriyoruz. Sebebi bulunamayan patlamalar, ölümcül zehirler ve kusursuz ölümler...
Bunun içinde ülkenin dört bir yanına bu özel laboratuvarları kurdum. Herkesin gözü önünde ama kimsenin fark etmediği büyük mimariler. Çoğu binanın kurulma amacı bile bu laboratuvarları gizlemek için.''
Duyduklarım ile tüylerim diken diken olmuştu. ''N-neden insanlar bunları almak istesin ki?'' dedim zoraki. Gerçekten dünyada hayvanlara eziyet edip daha sonra da insanların yaşam hakkını elinden almak isteyen insanlar var mıydı?
''Dünya artık kötü bir yer Defne. Kaç ülkeye ihraç ettiğimizi bilsen, şaşırırsın.
İnsanlar artık bir arada yaşamak istemiyor. Artık fazlalıkları silmek, intikam almak ve güç sahibi olmak istiyor. Öldürmek istiyor...
Ve öldürmek artık çok basit bir şey; Acıma yok, vicdan azabı yok, eline bulaşan kan yok, ceza yok... Dilediğin herkesi öldürebilir, istediğin her yeri anında haritadan silebilirsin.
İstersen, dünyayı baştan inşa edebilirsin. Ve bunların hepsi benim teknolojim sayesinde yapılabilir. Her şey ama her şey yalnızca küçük bir patlayıcı ile değişebilir. Tıpkı atom bombası gibi ama daha az dikkat çekeni...
Ben bu gücü elimde tutuyorum. Ve kimsenin, elimdeki gücü benden almasına izin vermem. Özelliklede senin gibi küçük yılanların...''
Bu kadın kendini dünyanın hakimi sanıyor olmalıydı. Elindeki güce o kadar inanmıştı ki, insanların ölüyor olması umurunda değil gibiydi.
Ona insanları ve hayvanları dilediği gibi öldürme iznini kim veriyordu ki? Neye dayanarak tüm bunları yapabiliyordu? Hiç mi cehennem korkusu yoktu bu kadının?
Korkuyordum... Korkuyordum çünkü acıma duygusu ruhundan silinmiş, elindeki teknoloji ile gözleri kör olmuş bu kadının eline düşmüştüm.
Suzan bir süre korku dolu gözlerime baktı, sonra yarım ağız güldü. Beyazlamış saçlarını hafifçe düzeltti ve arkasındaki profesöre döndü.
''Violhands'tan gelen müşterilere küçük bir sürpriz hazırlamak istiyorum. Kızı ve ilacı hazır edin.''
Suzan son defa bana baktıktan sonra arkasını döndü ve odadan çıktı.
''Dur, gitme! Beni öldüremezsin! Bunu yapamazsın! Bunu yapmaya hakkın yok! Hiçbirini yapmaya hakkın yok! Yakalanacaksın! Yakalanacaksın ve cezanı çekeceksin! Unutma ki bir gün öleceksin ve tüm bunların cezasını çekeceksin Suzan! Ölümün panzehri yoktur, yalnızca sonsuz acı vardır! Çektirdiğin tüm acıları kat kat çekeceksin! Gitme, gitme! Öldüremezsin!''
Çekip giden kadının arkasından deli gibi bağırıp ağlamaya başladım. Gözlerimdeki yaşlar durmuyor, hıçkırıklarım boğazımı acıtıyordu.
Ölmek istemiyordum. Bu acımasız kadın tarafından öldürülmek istemiyordum.
''Yapamazsınız!'' diye haykırdım. Bileklerimdeki zincirleri zorlayıp onlardan kurtulmaya çalıştım.
Ağlamam gittikçe şiddetlenince hala odada olan profesör yanıma geldi ve kolumu tuttu. Koluma batırdığı sivri şey ile canım yanmıştı. Başımı zoraki kaldırdım ve koluma baktım.
Koluma batırdığı enjektörün içinde sarı renkli bir ilaç vardı. Kısa süre içinde kanıma karışan ilaç yüzünden zihnim bulanmaya başladı. Gözlerim ağırlaşıp kaslarım gevşerken direnmekten vazgeçtim. Yanı başımdaki ışık yeniden yüzüme çevrilmişti.
Bir süre sonra uyanık olmama rağmen bedenimin kontrolünü kaybetmiş bir şekilde bir şeyler mırıldanıp durdum. Verdikleri ilaç beni bayılmamış ancak uyuşturmuştu. Gözlerim kapalıydı, kulaklarımda hafif bir uğultu vardı.
Dış dünyadan soyutlanmış, iç dünyam ile baş başa kalmış gibiydim. Yalnızca dua edebildim.
Ölmemek için dua ettim.
Birinin beni kurtarması için.
***
Selçuk zoraki ayağa kalktı ve üzerindeki ceketin fermuarını açtı. Üzerindeki kurşungeçirmez yeleğin üstünde üç tane delik vardı. Kurşunlar yeleğe saplanıp kalmıştı.
Selçuk, kurşunları çekip çıkardı ve yere attı. Göğsü acımıştı, aracın üstünden düştüğü için başı dönüyordu ve hafif topallamaya başlamıştı.
Sokağın köşesini dönüp kaybolan aracı yakalayabilmek için adımlarını hızlandırdı.
Araç çoktan caddeye çıkmış ve diğer araçların arasında gözden kaybolmuştu. Defne'yi bu şekilde götürmelerine izin veremezdi. Onları gözden kaybedemezdi, zaten takibe devam edebilen yalnızca kendisiydi.
Öylede olması gerekiyordu. Çünkü Selçuk, kendinden başka kimseye güvenemezdi.
Bu yüzden, Defne'ye sabahleyin o içeceği içirmişti. Henüz bu sabah, planın gerçekleştirilmesine saatler varken Defne'ye verdiği küçük suluğun içinde olan, son teknoloji, küçük, sıvıyla karıştırılabilen takip cihazını içirmişti ona. Böylece kendi ekibindekiler, Defne'nin üzerindeki takip cihazını kaybettiğinde, kendisi hala daha Defne'yi takip edebilecekti.
Aynı zamanda örgütünde fark edemeyeceği bir takip cihazıydı bu...
Olurda kendisine bir şey olursa diye de, belli bir süre sonra ekibindekilerinde görebileceği şekilde aktif hale gelecekti cihaz.
Ancak hala hayattaydı, kendi başına başarabilirdi. Bu yüzden şuanda da kendi başına devam etmeliydi.
Ayrıca kendi üzerindeki takip cihazı, ekibin bir süre sonra peşine takılacağı anlamına geliyordu. Hızlı olmalıydı.
Cebindeki küçük cihazı çıkardı; tıpkı telefona benzeyen küçük bir navigasyon cihazıydı bu. Üzerindeki mavi nokta, Defne'nin bulunduğu konumu işaret ediyordu.
İnsanlara çarpa çarpa ilerlemeye devam ederken navigasyondaki mavi ışık belli bir noktada sabit kaldı ve yanıp sönmeye başladı.
Cihazın söylediğine göre Defne, şehrin en büyük otellerinden birisi olan Dore Otel'deydi.
''Neden şaşırmadım acaba?'' diye mırıldandı Selçuk, kendi kendine. Daha önce de örgütün çoktan terk edilmiş bir laboratuvarını bulmuştu, oda tıpkı diğerler ikisi gibi şehrin önemli evcil hayvan bakım merkezlerinden birisiydi.
''Anlaşılan birileri gösterişi seviyor.''
İncinmiş ayak bileği ile olabildiğince adımlarını hızlandırdı. İleriden hemen bir taksi çevirdi, yürüyerek gidecek vakti yoktu.
Taksiye bindi ve otelin adını verdi. Bu sürede de deri ceketini çıkarıp, yanında getirdiği silahını kontrol etti. Hemen sonrada dikiz aynasından fark ettiği yüzündeki yaraları temizledi. Düşüşünde oldukça hasar almıştı. Kısa sürede otele ulaştığında, hızla etrafa bakındı.
Otelin önünde son model birkaç araç vardı, yeni gelen müşteriler otele yerleşebilmek için yanlarında ki bellboylar ile bavullarını taşıyorlardı. Girişin sol tarafında, bordo renkli bir cip vardı. İçerisinde, iki küçük oğlan çocuğunun olduğu bir aile vardı. Aracın arkasında bir sürü bavul vardı, koyu kırmızı formalı bir bellboy onlara yardım ediyordu.
Anne ve iki çocuk, önden otele girdiklerinde, babaları aracın ön kısmına doğru ilerledi. Bu sırada bellboy bavulları metal araca yüklemişti.
Selçuk, ön koltuktaki krem rengi ceketi hızla aldığında taksici hemen arkasına döndü. ''Ne yapıyorsun arkadaşım? Versene şu ceketi!''
Selçuk cebinden çıkardığı paraları adama uzatıverdi. ''Bu paraları al, ceket benim olsun.'' dedi Selçuk, taksiden indi. Ceketin fermuarını çekip yakalarını kaldırdı. Etrafta örgüte çalışan birçok kişi olmalıydı. Dikkat çekmemesi gerekiyordu.
Hızlı adımlarla ilerlerken, az önceki ailenin bavullarını taşıyan bellboyun yanına doğru adımladı ve adamın kısa bir anlık dikkat dağınıklığından faydalanarak üstteki küçük, koyu renkli valizlerden birini eline aldı.
Otele, tıpkı diğer müşteriler gibi dikkat çekmeden girmeyi başardı. Yanına yaklaşan genç çocuğu görünce başını hafifçe yere eğdi.
''Hoş geldiniz efendim, yardımcı olmamı ister misiniz?'' dedi genç adam. Ellerini önünde birleştirmiş ve hafifçe eğilmişti, saygısını sunmak için. Kıvırcık sarı saçları gözlerine gölge yapıyordu.
''Teşekkür ederim, tuvaletler ne taraftaydı acaba?'' diye sordu Selçuk, elini burnuna kapadı ve başını biraz daha eğdi.
''Ahh, ilerde sağ tarafta efendim. Siz gelene kadar bavulunuzla ben ilgileneyim.''
Genç bellboy, eli ile tuvaletlerin olduğu köşeyi gösterdi.
Selçuk teşekkür ederek hızlı adımlarla tuvalete doğru ilerledi. Arkasındaki genci kontrol etti ve tuvalete girdi. Bembeyaz, elmas işlemelerle süslenmiş tuvaleti kontrol etti, kabinlere tek tek baktı. Tuvalet boştu.
Tuvaletin önüne çıktı ve yakınlarda geçen bir personel aradı. İleride, uzun boylu, iri yarı genç bir çalışan vardı.
''Pardon, bakabilir misiniz?'' dedi, Selçuk. Bellboy, hemen yanına geldi. ''İçeriye bir bakar mısınız?''
Bellboy, tuvaletin kapısından başını uzattı. ''Bir sorun mu vardı efendim?''
Selçuk, bellboyun ensesinden tuttuğu gibi içeriye çekti ve adamın ensesine dirseği ile vurdu. Adam hafifçe tökezleyince, ayağına çalım taktı ve kolunu tuttuğu gibi ters çevirdi. Adam diz üstü yere çöktüğünde, boynunu kolları arasına sıkıştırdı.
''E-e-effe-'' diye kekelemeye ve nefes almaya çalıştı ancak Selçuk'un baskısı nedeniyle adam bir süre sonra bayıldı.
Selçuk, tuvaletin kapısını kilitleyip bellboyun üzerindeki borda formayı çıkardı ve kendi üzerine giydi. Adamı da kabinlerden birine taşıyıp kabinin kapısını kilitledi. Üstüne hemen çeki düzen verdi ve tuvaletten çıktı.
Çalışanlar kendisini tanıyabilir ya da çalışan olmadığını anlayabilirdi, bu yüzden kimseye görünmeden Defne'yi bulmalı ve örgütü yakalamalıydı.
Takip cihazını cebinden çıkardı ve Defne'nin nerede olduğuna baktı. Cihaza göre Defne, en üst katta bir yerlerdeydi. Vakit kaybetmemek için asansörlere ilerledi. Binanın bu tarafında iki asansör vardı, sağ taraftaki asansöre bindi, asansörde bir görevli daha vardı.
Başını hafifçe yere eğdi ve söylendi.
Anlaşılan örgüt, güvenliği elden bırakmamakta kararlıydı.
Asansörün kapıları kapandı ve asansör yukarı doğru hareket etmeye başladı.
''Nasıl gidiyor?'' diye sordu, adam. Selçuk ensesini kaşıdı ve omuzlarını dikleştirdi, özgüvenle başını kaldırdı ve kameraya baktı. ''İyi gidiyor, biraz yorulduk tabii...''
Adam başını aşağı yukarı salladı ve Selçuk'a baktı. ''Seni hiç hatırlamıyorum. Yeni başlayanlardan mısın?''
Selçuk hafifçe öksürdü. ''Evet, onlardanım.'' dedi kısaca. Adam yeniden başını salladı ve kameraya baktı.
''O zaman bu geceki kuralları biliyorsun, değil mi?'' dedi, rahatsız edici bir tonda. Selçuk adama yandan bir bakış attı.
Adam kendisinden şüphelenmişti, zira Selçuk göreve yeni başlayan kişilerin olup olmadığını bilmeden adamı onaylamıştı. Ancak öyle bir şey yoktu.
Adam, Selçuk'un cevabını beklemeden elini düğmelere doğru kaldırıp en alttaki kırmızı düğmeye basmak için yeltendiğinde, Selçuk hemen adamın elini kavrayıp büktü ve dirseği ile adamın ensesine birkaç defa vurdu. Son olarak, adamın boğazına elinin ayası ile vurup adamı tek bir hareket ile bayılttı.
Kolları arasına yığılan adam ile birlikte asansörün kapısı açılınca hemen etrafına bakındı. Katta kimse yoktu, kameradan fark edilmeden önce adamı asansörden çıkarmalıydı. Adamı koltuk altlarından tutup en yakınındaki kolonun arkasına sakladı. İşi bitene kadar adamı kimse fark etmezdi.
Adamın şapkasını ve ceketini üzerine giydi, bu görevlinin kıyafetleri biraz daha farklıydı. Şapkayı iyice yüzüne çektikten sonra asansöre bindi. Tepesindeki kameradan kırmızı ışık yanıp sönüyordu, ilk bindiğinde böyle bir ışık yoktu. Bu bir uyarı ya da haberleşme sistemi olabilirdi. Bu yüzden kamerayı fark etmemiş gibi yaparak pantolonunu çekiştirdi ve fermuarını yeniden açıp kapadı.
Böylece kameraları kontrol eden kişi, kendisini tuvalete gidip geldi sanacaktı.
Kameranın ışığı bir süre sonra söndü ve asansör sorunsuz bir şekilde yukarı çıkmaya başladı. Asansörü çağıran diğer katları iptal edip en üst katın düğmesine bastı. 52. Asansör en üst kata çıktı ancak asansörün kapıları açılmadı.
Selçuk kaşlarını hafifçe çattı ve ellerini asansör kapılarının birleşme yerine getirip kapıyı açmaya çalıştı. Ancak bu mümkün değildi, ağır metaller adeta birbirine yapıştırılmıştı.
Bunun örgütün bir oyunu olduğunu, laboratuvarın burada olduğunu düşündü ancak elindeki takip cihazı tam aksini söylüyordu. Defne bir alt kattaydı.
Asansörde bir alt katın düğmesine bastı, asansör ağırca aşağıya indiğinde kapılar açıldı ve koyu kırmızı halıları, damask desenli duvar kağıtları olan hoş bir koridora çıktı. Koridorun her iki tarafında sırayla dizili otel odaları vardı, üzerinde birbirinden farklı sayılar yazıyordu. Bir süre koridorda ilerledi ve elindeki kart ile odaların bazılarına girdi ancak kat tamamen temizdi, hatta tüm odalar boştu.
Takip cihazına yeniden baktığında, Defne'nin bir üst katta olduğunu gördü.
''Ne oluyor?'' diye kendi kendine mırıldandı. Eğer takip cihazı kafayı yememişse, bu bir asansör oyunuydu. Örgüt, binadaki bir katı asansörden silmiş olmalıydı. Elinde şifre olmadan o kata asansör ile çıkamazdı. Hemen asansöre geri bindi ve asansörün üst kısmındaki kapağı kırarak açtı.
Kapağı tamamen açtığında, asansör boşluğunun karanlığı ile karşılaştı. İnce uzun iki hoca halat ve metalik duvarlarda irili ufaklı çıkıntılar göze çarpıyordu.
Kollarından destek alarak kendisini yukarıya çekti ve etrafına bakındı. Tıpkı tahmin ettiği gibi asansörün atladığı bir kat vardı.
Takip cihazını arka cebine koydu. Asansörün kapağını kapadı ve halatlardan tutunarak kendisini yukarıya çekmeye başladı. Bilekleri acıdığı için, kendini çekmekte zorlanıyordu.
Kendini epey zorlaması gerekti.
Asansör aniden hareket edince, elinin altından kayan halat ile birkaç metre aşağıya kaydı. Son anda ayakları ile kendisini halata sabitledi ve aşağıya doğru baktı.
Asansör yalnızca birkaç kat aşağıda durmuştu, Selçuk ise 48. Katın halatlarında tutunuyordu. Asansöre binen birkaç insanın sesi duyulduktan sonra asansör yukarıya çıkmaya başladı. Selçuk, elinden kayan halatı tutmakta bir hayli zorlanıyordu. Halat ellerini yakmaya başlayınca yukarıya doğru çıkan asansörün tepesine binmeye karar verdi.
Asansör 48. Kata gelince asansörün üstüne bindi ancak asansör aniden durunca bir an için ayağı takıldı ve dengesini kaybetti. Bedeni geriye doğru eğim kazanırken, asansör boşluğunun uçsuz bucaksız gibi görünen karanlığına bakakaldı. Son anda halatlara tutunmayı başardı ancak kendisini hızla çekince, halatların hareketi asansör boşluğunda uğultu yapmıştı.
Başını asansöre doğru çevirdi, asansördekilerin bu uğultuyu duyup duymadığını merak ediyordu. Asansör tekrar hareket edince, Selçuk bu defa düşme tehlikesi atlatmamak için yere çöktü. Bu sırada da başını hafifçe asansörün metalik kapağına yaslayarak içerideki uğultuyu dinlemeye çalıştı.
Asansördekiler gizli kata çıkıyor olabilirlerdi.
Asansör 51. Kata henüz gelmişti ki, Selçuk'un ufak hareketliliği nedeni ile cebinden sarkan takip cihazı asansörün metalik zeminine düştü. İki metalin birbirine çarpma sesi, tüm alana dağılmıştı. Ardından da cihaz taklalar atarak karanlıkta kayboldu.
Selçuk kaşlarını hafifçe çatıp bakışlarını kapağa sabitledi.
Kadın, başını ağırca yukarıya kaldırdı ve asansörün tepesinden gelen sese odaklandı. Hemen ardından da yanındaki adamlara döndü. ''Şu kapağı açın!''
Bir adım geri çekildi ve adamların kolaylıkla asansörün tepesindeki kapağı açışını izledi. Kapak açılır açılmaz; kıvırcık saçları başındaki şekilli şapkanın altından sarkan, üzerinde ise kırmızı formanın olduğu genç bir adam hızla aşağıya atladı ve karşısındaki adamın suratına sert bir yumruk geçirdi.
Adam anında arkasındaki aynaya çarparken, Kadın bir adım geriledi ve daracık alanda gerçekleşecek arbededen kaçmak istedi.
Selçuk, adama yumruk attıktan sonra, aynanın ortasındaki demir tutacaklardan destek alarak önce sağdaki, sonra soldaki adama tekme savurdu.
Asansörde, üzerinde gri takımı olan bir kadın ve dört adam vardı. Adamlar takım elbiseli ve iri yarıydı. Selçuk, ayakta kalan diğer adamın göğsüne sert bir tekme attığında, adam asansörün açılan kapılarının arasından dışarıya fırladı ve desenli halının üzerine düştü.
Selçuk, yanındaki adamın ensesinden tutup başını aynaya gömdü. Aynı şekilde birkaç defa adamın kafasını aynaya vurduğunda, adamın kırılan burnundan akan kanlar aynada iz bırakmıştı.
Adamı bıraktığı anda adam burnunu tutarak yere düştü. Diğer iki adama döndü hızla. Sağdaki adama önce dirseğini geçirdi, soldakine yumruk attı. Defalarca ikisine birden vurduktan sonra koridorun dışına düşen adam koşarak Selçuk'un üzerine geldi.
Selçuk, iri yarı adamın üzerine geldiğini görünce hemen karşısındaki iki adamı önüne siper etti ve yana kaydı.
Üç adam, yerdeki diğer adamın üstüne düşüncü Selçuk hızla asansörden çıktı. Arkasını döndüğünde, gri takım elbiseli kadının hemen karşısında olduğunu gördü. Ellerini önünde birleştirmiş, genç yaşına rağmen beyazlamış kısa saçlarını kulaklarının arkasına atmıştı.
Selçuk bu kadının önemli birisi olduğunu biliyordu. Onu daha önce görmüştü, araştırmaları sırasında sık sık ona rastlardı. Kim olduğunu asla bulamamıştı ancak örgütün başındaki kişi olduğunu tahmin etmek şimdi daha kolaydı.
O Suzan'dı...
Selçuk, derin bir nefes aldı ve omuzlarını hafifçe geriye doğru attı. Renkli gözlerini, Suzan'ın ela gözlerine sabitlemişti. Selçuk'un gözlerindeki öfkenin karşılığında kadının bakışlarında küçümseme vardı.
Selçuk'un arkasındaki hareketliliğin ardından Suzan elini havaya kaldırdı ve adamlarına durmalarını işaret etti.
Selçuk omzunun üzerinden hafifçe geriye baktığında, dört adamın oldukça sağlam bir şekilde arkasına dizildiğini gördü. Kadının sesi ile yeniden önüne döndü.
''Bak sen! Kimleri görüyorum? Oysaki çoktan ölüm haberini almıştım.''
Selçuk hafifçe güldü. Vücudundaki acılardan mıdır, yoksa sahte oluşundan mı bilinmez gülümsemesinde rahatsız edici bir tını vardı.
''Tez vakitte seninkini de alırız inşallah!''
Suzan hafifçe güldü. ''Olabilirdi tabii...'' diye mırıldandı önce. ''... seni öldürmeyecek olsaydım, ölüm haberimi de alabilirdin tabii.''
Selçuk kaşlarını çattı. Başında, yamuk bir şekilde duran şapkayı çıkarıp attı.
''Buraya nasıl geldin Selçuk?''
Selçuk hafifçe burnunu kaşıdı. Suzan'a doğru bir adım attığında, arkasındaki adamlar iki adım atarak kendisine yaklaştı. Ancak Selçuk durmadı, Suzan'a yaklaşmaya devam etti.
''Burnuma pis bir koku geliyordu, bende kokuyu takip ettim. Sonunda da buldum.'' dedi Selçuk. Suzan'ın hemen karşısına geldiğinde, adamlardan birisini elini omzuna koydu.
Selçuk, işaret parmağını Suzan'ın göğsüne yasladı. ''Tamda buradan geliyor o pis koku.'' dedi.
Suzan kaşlarını hafifçe kaldırdı. ''Burnunda iyi koku alıyormuş... Ne yapsak, seni köpek deneylerinde mi kullansak?''
Selçuk, sinirle soluyup Suzan'ın yakasından tuttuğu gibi kendine çekti ve kafa attı. Suzan acıyla sızlanıp geriye doğru sendelerken adamlar Selçuk'un omzundan tutarak yere bastırdılar. Selçuk zoraki diz çöktü ve burnundan akan kanı üzerindeki takıma süren kadına küçümseyerek baktı.
''Seni... Buna nasıl cüret edersin?!''
Selçuk, kollarından tutan adamlara şöyle bir baktı. Bu sırada Suzan, sinirli adımlarla Selçuk'un karşısına geçip kıvırcık saçlarından tuttu ve okkalı bir tokat geçirdi. Siniri geçmemiş olmalıydı ki, bu defa yumruk attı.
Ardı ardına, sert yumruklar atmaya devam etti. Nefes nefese kalmış, hareketlerinden dolayı saçları birbirine girmişti. Sonunda yumruk atmayı bıraktığında, Selçuk'un kan içinde kalmış suratına baktı uzun uzun. Selçuk'un başı ağırca önüne düştü. Kolundan tutan adamlar olmasa Suzan'a karşılık verebilirdi ancak şuanda aldığı ağır darbeler sonucu canı yanmıştı, yorgundu.
Suzan ise çelimsiz görünüşüne rağmen, çalışanlarının aksine daha sıkı bir eğitim aldığı için Selçuk'u bir güzel benzetmişti.
Önüne düşen saçlarını düzeltti ve ceketini çekiştirdi. Derin bir nefes aldıktan sonra adamlarına döndü. ''Alın şu herifi, kızın yanına götürün. Aynı işlemin ona da yapılmasını istiyorum. En acı şekilde ölümü tatsınlar...''
Suzan, sinirle arkasına döndü ve hızlı adımlarla koridorda uzaklaştı.
Selçuk ise yarı baygın bir şekilde adamlar tarafından götürülmeye başlandı. Otel koridorlarında ilerledikçe desenli halılar, bembeyaz fayanslara dönüşmeye başladı.
Krem duvarlar arasında ilerletildi Selçuk, köşeleri dönüp sonunda Defne'nin tutulduğu odaya getirildi. Odada ki sandalyeye beyaz zincirler ile sıkıca bağlandıktan sonra odadaki gözlüklü profesör tarafından ilaç enjekte edildi.
''Suzan Hanım'ın talimatı aynı...'' diye kısa bilgilendirdiler Profesörü.
''Tamam, siz çıkabilirsiniz.''
Adamlar dışarıya çıktıktan sonra Profesör, ağırca Selçuk'un yanına geldi vekıvırcık saçlarından tutarak başını kaldırdı. Yüzünde anlamsız bir gülümsemevardı. Selçuk'un yarı açıkgözlerine baktıktan sonra lambayı Selçuk yanı başınakoydu.
Bu lamba, kuvvetli ışığı ile kişiye enjekte edilen ilacın etkisini sabit tutanbir lambaydı.
Selçuk'u öylece bırakıp Defne'nin yanına geldi ve Defne'nin kulağına doğru eğilipfısıldadı.
'' Eğlence gittikçe artıyor. Sana eşlik edecek birini getirdiler. Ama hemenüzülme, yine de senin ölümün daha çok acı verici olacak.''
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top