11- Hoş geldin küçük!


Bölüm 11: '' Hoş geldin küçük!''


Profesör, arabayı sonunda normal bir hızda sürmeyi başaran adama baktı göz ucuyla.
''Öldü mü?''

Adam yüzüne kibirli bir gülümseme takındı. Cebinden çıkardığı kürdanı dudakları arasına alarak çevirmeye başladı.
''Bir metreden göğsüne üç kurşun... Kurtulması imkansız!''

Profesör ağırca başını salladı. Üzerindeki takım elbisesinin iç cebinden telefonunu çıkardı.

''Polisten kurtulduk, kız yanımızda... Kızın odası hazır mı?''

Telefonun diğer tarafından profesöre cevap geldi. Profesör ağırca başını salladı. ''Peki... O geldi mi?''
Karşıda ki kişi hafifçe öksürdü. Henüz adını bile söylememelerine rağmen, ondan bahsederken derin bir nefes alıp öyle söze başlıyorlardı. Kimisi saygıdandı, kimisi korkudan...

''O gelmeden orada oluruz. Bizi karşılayın.''
Profesör telefonu kapadı, arkasını dönüp Defne'ye baktı. Küçük kız mışıl mışıl uyuyordu.

Tekrar önüne döndüğünde mutluydu. Kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirmişti.

Sokakların arasında bir süre oyalandıktan sonra yeniden araç değiştirdiler ve hızla örgütün son konaklama yerine geldiler. Burası bir oteldi.
Kapıda kendilerinden olan birçok kişi vardı. Hızla arabadan indiler, hala baygın olan Defne'yi tekerlekli sandalyeye bindirdiler, binanın içine girdiler.

Otel, şehrin en büyük ve en yüksek oteliydi. Dış mimarisinin kusursuz çizimi şehrin en gözde manzaralarından birisiydi. Dışı tamamıyla elmas görünümde, kıvrımlı bir yapıya sahipti. İçi ise dışının aksine Osmanlı saraylarının yapısından esinlenerek yapılmıştı.

Alabildiğine geniş alan tamamıyla desenli halılarla kaplanmıştı, tavandan sarkan, çeşitli mücevherlerin olduğu ve alanı güneş gibi parlatan devasa avizeler vardı.
İçi oyulmuş, gerçek ağaçların yerleştirildiği, üzeri doğal taşlarla kaplı büyük kolonlar vardı. Giriş katın tavanı bir hayli yüksekti, tavanda hoş bir manzara resmi vardı.

Adını duyurmayı başarmış başarılı bir oteldi. İçinde birçok çeşitli hizmetler sunulurdu. Denize oldukça yakındı, bu sayede en az kendisi kadar büyük bir bahçesi de vardı. Bu yüzden otel girişi pek kalabalık değildi.

Her tarafta, hepsi örgüte ait olan görevliler dolaşıyordu. Profesör, yanındakilerle birlikte hızla girişi geçti, asansörler sol taraftaydı. Etraftaki meraklı bakışların arasında hızla asansöre bindiler.

Asansör oldukça genişti, dört tarafı ayna ile kaplıydı. Mükemmel bir açı ile muhteşem bir illüzyon oluşturmuştu.

Profesör, yaşlı parmaklarını asansörün düğmelerinde gezdirdi, en üst katın düğmesinde durdu. Asansörde başka birinin olmadığına emin olduktan sonra kapılar kapandı. Profesör, asansördeki gizli tuşun açığa çıkması için elini düğmelerin yanındaki aynaya yasladı. Birkaç saniye içinde, aynada mavi ışıklar yanmaya başladı ve parmaklarının çevresini mavi halkalar kapladı. Yalnızca iki saniyenin ardından mavi ışık yeşile dönüştü ve ışıklar kayboldu. Yerine son katın düğmelerinin arasında yeni bir düğme açığa çıktı. Üzerinde küçük bir halka, halkanın üzerinde ise birisi uzun diğeri kıvrımlı iki çizgi vardı.

Tuşa bastığında, asansör hareket etti. En üst katın bir alt katında asansör durdu, kapılar açılınca hemen dışarı çıktılar. Uzun, klasik dekorlu koridorun başında kendilerini bekleyen görevliler, Defne'yi, kendisi için hazırlanmış olan odaya götürmek üzere Profesör yanından ayrıldılar.

Profesör, yanındaki genç öğrencilerini geride bırakarak ilerlemeye başladı. Asansörden inince tıpkı lüx otelin geri kalanı gibi döşenmiş olan koridorlar biraz ilerleyince değişmeye başladı.

Koridorlardaki koyu kırmızı desenli halıların yerini beyaz fayanslar, sarı renkli damask desenli duvar kağıtlarının yerini krem, sade duvarlar aldı.

Koridorda biraz daha ilerleyince, koridor geniş bir alana açıldı. Diğer katlarda otel odalarının olduğu yerler, bu katta birbirinden farklı deneylerin yapıldığı laboratuvara çevrilmişti.

Bu kat tamamen örgüte aitti, oldukça büyük harcamalar ve emeklerin sonucu katı otelden soyutlamayı başarmışlardı.

Onca insanın konakladığı, eğlendiği ve güvenle uyudukları bu otelde aslında büyük cinayetler işliyor, kusursuz katliamların planı yapılıyordu.

Örgüt yine herkesin gözü önünde olan, ancak ne olup bittiğinden kimsenin haberi olmayacağı mükemmel bir konaklama alanı bulmuştu.

Profesör koridorları, laboratuvarları ve gözlem odalarını hızla geçerek toplantı odasına adımladı.

O'nun gelmesine az kalmıştı, Suzan Hanım'ı hazır bir şekilde karşılamak istiyordu.
Toplantı odasından çıkan iki adam kendisini görünce selam verdi. İkisi de örgütün profesörlerindendi, deneyleri bizzat kendileri takip ederdi.

''Profesör!'' ''Kemal Bey!'' diye aynı anda seslendi iki adam. Profesörde, başıyla selam vererek yanlarına takıldı iki adamın.

''Toplantı yarım saat ertelendi, Profesör.'' dedi, beyaz saçlı adam. ''Violhand'tan gelen adamlar ufak bir güvenlik sorunu yaşadıklarını söylemiş. Suzan Hanım'da birazdan burada olur.''

Profesör ağırca ensesini kaşıdı. ''Bu hiç hoşuna gitmeyecek...'' diyen adama döndü. ''Endişelenmeyin, görüşeceği başka biri daha vardı.''


*** Defne'den...

Kulaklarıma dolan sesler ile bilincim yavaş yavaş açılmaya başladı. Ağrıyan başımı ağırca sağa doğru çevirdim. Gözlerimin üzerinde sıcak bir baskı vardı, kulaklarım çınlıyordu ve başım resmen çatlamak üzereydi.

Bedenimdeki karıncalanma istemsizce kıpırdanmama neden olduğunda birbirine çarpan metal sesi kulaklarımı tırmaladı. Gözlerimi yavaş yavaş açarken, huzursuzca mırıldanmaya başladım.

Sonunda gözlerimi açtığımda, bembeyaz bir ışık karşıladı beni. Gözlerimi hafifçe kıstım ve tepemde bana doğrultulmuş olan beyaz ışığa baktım.

Işıktan rahatsız olan gözlerimi bedenime doğru çevirdiğimde, boylu boyunca uzandığımı fark ettim. Bir sedyenin üzerinde, el ve ayak bileklerim beyaz zincirler ile bağlanmış bir şekilde yatıyordum. Kıyafetlerim değiştirilmişti, üzerimde beyaz bir forma vardı. Sedyenin hemen başında bariz bir şekilde beni rahatsız etmesi için koyulmuş bir lamba vardı. Başımı zoraki kaldırdığımda, laboratuvara benzeyen bir odanın ortasında, yalnız başıma bırakıldığımı fark ettim.
Oda da gri renk ağırlıktaydı, etrafta birçok bilgisayar ve şeffaf ekran vardı. Sedyenin hemen yanında bir sandalye vardı. Arkamda kalan duvarda pencere vardı, yanında buzdolabını andıran metal kutular vardı. Sağ tarafta metal bir kapı, hemen yanında ise duvarın yarısını kaplayan bir cam pencere vardı. Camın ardında mavi renkli, oldukça dekoratif uzun bir koltuk vardı. Koltukların yanında ve arkasında sandalyeler, önünde ise beyaz bir masa vardı. Net göremesem de, masanın üstünde birkaç dosya ve bilgisayar olduğunu anlamıştım.

Kulak çınlamam yavaş yavaş azalırken duyduğum uğultular netleşmeye başladı. Aralık bırakılan büyük, beyaz metal kapının ardında birkaç kişi konuşuyordu, söylediklerini anlayabilmem için çok uzaktalardı ancak konuşmalarının ana konusunu yakalayabilmiştim.

Bir ilaçtan ve toplantıdan bahsediyorlardı.

Ağrıyan boynuma daha fazla eziyet etmemek için başımı serbest bıraktım ve soluma dönerek yakınımda uzanabileceğim bir şeyler aradım.
Sol tarafımda metal bir masa vardı, masanın üstünde renk renk ampuller ve her boyutta şırıngalar vardı.

Masanın arkasındaki cam ekranda ise çoğu yabancı dilde yazılmış birçok yazı ve bir resim vardı.

Sol üstteki resim, benim kimliğimdeki fotoğrafımdı. Orada neden resmimin olduğunu sorgulamama fırsat kalmadan ekranda bir kadın simülasyonu belirdi. Şeffaf, mavi renkli kadının üzerinden çıkan oklarda fiziksel özelliklerinin bir özeti vardı.

Altında ise 'BEKLEMEDE' yazısı vardı.

Beklemede ola şeyin kendim olduğunu fark etmemek için aptal olmam gerekirdi, zira oldukça açıktı ki sedyede boylu boyunca uzanmış öyleye bekliyordum.

Telaşla ellerimi ve ayaklarımı hareket ettirmeye çalıştım ancak odadaki sessizliği, metal sesleri ile bozmaktan ileriye gidemedim. Alnımdan akan ter, sedyenin beyaz örtüsüne düştü. Solumdaki ekranın sağ alt köşesinde, beliren kalp atışlarına takıldı gözüm. Üzerinde 98 yazıyordu.

Ben hareket ettikçe, kalbin üzerindeki sayılar artmaya başladı. Sayılar arttıkça daha çok korkmaya ve telaş yapmaya başladım. Böylece sayılarda hızla artmaya devam etti.

Nefes alışverişlerim hızlanmış, nabzım çoktan kontrolden çıkmıştı. Başımı kaldırıp etrafıma bakındım, yakınıma konulmuş uzanabileceğim hiçbir şey yoktu.
Bağırıp yardım istemek için boğazımdan gelen bir dürtü beni zorluyordu ancak burada kimden yardım isteyebilirdim ki... Yalnızca ölümü mü hızlandırmış olurdum.

Ölüm...
Doğru ya! En son kafedeydim, Selçuk'tan veya ekibinden bir haber bekliyordum ve sonra... Bayılmıştım. Şimdi ise neresi olduğunu bilmediğim bir yerde tutsak haldeydim.

Selçuk... En son beni koruyacağını ve yanımda olacağını söylemişti. Ancak burada değildi!
Planın bana ait olan kısmı gerçekleşmişti, örgüt tarafından buraya getirilmiştim, bunu başarmıştım. Ancak şuanda bir başarı elde etmiş gibi hissetmiyordum.

Selçuk'u görmesem bile polislerin beni takip ediyor olması gerekmez miydi? Artık örgütün yerini tespit etmemiş miydik? Öyleyse burası neden bu kadar sakindi?

'Eyvah! Polisler!' diye kaçışan insanların olması gerekmiyor muydu?

Başaramamıştık, buna emindim. Bunu hissedebiliyordum. Bir şekilde afallamıştık, plan batmıştı, örgüt kazanmıştı.

Gözlerimden usulca yaşlar dökülmeye başladı, tuzlu gözyaşlarım şakaklarımdan akıp sedyeye düştü.

Selçuk neredeydi? Neden sözünü tutmamıştı şu aptal polis!

Odanın kapısı aniden kapanınca çıkan gürültüden dolayı yerimden sıçradım. İçeriye, üzerinde beyaz önlüğü olan kısa boylu, orta yaşlı bir adam girdi. Uzun saçlarını ensesinde topuz yapmıştı, cebinden gözlüklerini çıkarıp taktı.

Yanıma geldi ve buz gibi olmuş parmaklarını yüzüme yasladı.
Korkuyla titrerken bağırdım. ''Dokunma bana!''
Adam beni duymadı, hatta dönüp şöyle bir bakmadı bile. Başparmağı ile gözkapaklarımı kaldırarak gözlerime baktı sonra yanı başımdaki lambayı benden uzaklaştırdı. Rahatsız edici ışıktan uzaklaşan gözlerimi kırpıştırdım. Bir süre gözlerimin önündeki pamuk tanelerinin geçmesini bekledim. Bu sırada adam sol tarafımdaki büyük ekranın yanına geçti. Ekrana uzun uzun baktıktan sonra birkaç şeye tıklayarak gözlüklerini çıkardı.

''Hmm...'' diye mırıldanarak bana döndü. ''Sakinleş biraz, sonuçta taşikardiden ölünmez diye bir şey yok.''

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. ''Nabzımı ben kontrol etmiyorum!'' dedim ve bileklerimi hafifçe oynattım. Zincirlerin metale çarpma sesi odada yankılandı. ''Ama bunların bir hayli etkisi oluyor.''

Adam öfkeli bakışlarımın hedefiyken bana doğru ağırca ilerledi ve yanı başımda durdu. Başımı geriye atarak adamın yüzüne uzun uzun baktım. Korkumu gizlemeye çalışıyordum, güçsüz görünmek istemiyordum.

''Taşikardi, yüzde kızarma, gözbebeklerinin genişlemesi, ellerin titremesi, vücutta terleme, belirgin öfke ve değişen vücut sıcaklığı... Korkuyorsun küçük kız! Ama üzülme, sen en zevk aldığım ölümlerden biri olacaksın.''

Adamın sözleri ile gözlerim korkuyla genişledi, boğazıma büyük bir yumru oturdu ve bir an için nefessiz kaldım. Monitörden yükselen kalp atışlarımın sesi sıklaşmıştı. Dudaklarımı aralayıp tek kelime edemedim.

Gözlerimden akan yaşlar tenimi yakıyordu.

Ölecektim...

Ve bundan zevk alacaklardı...

Kendi ölümümü kendim hazırlamıştım resmen...

Keşke, diye içimden geçirdim o an... Öleceğimi çoktan kabullenmiştim ve keşke... Keşke aileme son bir kez sarılabilseydim.

Odanın kapısı gürültüyle açıldığında bakışlarımı hızla karşımdaki adamdan çekip kapıya çevirdim. İçeriye önce takım elbiseli iki adam girdi, hemen ardından da bir kadın.

Kadının adım sesleri odada yankılanırken derin bir nefes aldım. Bu kadını tanıyordum. Bu kadını tanıyordum!

Kadın odaya girdi ve oldukça sakin bir şekilde sedyenin hemen yanındaki sandalyeye oturdu. Bacak bacak üstüne attı ve geriye doğru yaslandı. Bakışları özgüven doluydu, bana yüksekten bakıyordu.

Yüzünde aynı zamanda tiksinme duygusu vardı, kıvrımlı dudaklarının yukarıya doğru yaptığı hareketten bunu kolaylıkla anlayabiliyordum. Otuzlu yaşlarında olmalıydı. Kadının üzerinde gri bir takım vardı. Saçları açıktı; koyu kahverengi saçlarının önlerindeki tutamları beyazdı, sert yüzüne oldukça uyumlu, yaşına ise bir hayli zıttı.

Kollarını göğsünde birleştirdi ve bir süre beni süzdü. Dudakları hafifçe büküldüğünde kaşları da hafifçe aralandı. Şaşkınlık ve aşağılama duyguları arasında gidip geliyor gibiydi.

''Demek şu meşhur tanık sensin ha!'' dedi önce, tiz bir tınıda. '' Böylesine ufak tefek, sıradan bir kız için oldukça büyük işler başardın değil mi? Ama haklısın, yavru yılanlar daha tehlikelidir. Bu yüzden küçük yılanların başı da çabuk ezilir.''

Sonlara doğru sesi gittikçe kalınlaşmıştı, mimikleri sertleşmişti. '' Adım Suzan...'' dedi, resmi bir dil ile. ''Daha önce tanışmadık ama sen beni görmüştün değil mi!''

Sesi tonu soru sorar gibi değildi, yine de istemsizce başımı olumlu anlamda salladım. Adeta dilim tutulmuştu. Zihnime doluşan görüntüler ile gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım. Bu kadını ilk gördüğüm ana,kabuslarımın ilk başladığı ana dönmüştüm yeniden. AVM'deki o geceye... Cesedi velaboratuvarı ilk gördüğüm ana...

''Bu çok çirkin bir şey Defne... Başkalarının işlerine burnunu sokmaman gerektiği sana öğretilmedi mi?

O zaman ben sana başka bir şey öğreteyim. Başkalarının işlerine karışırsan,sonucunda neler olur biliyor musun?'' Hafifçe yutkundum.

Hafifçe öne doğru eğildi ve tıpkı gizli bir şey söyler gibi sesini alçalttı. ''Başı ezilen küçük yılanlardan olursun.''

Gözyaşlarım usulca akmaya devam etti.

''Yuvama hoş geldin küçük yılan! Yeniden!''





Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top