II - V

K U R T U L U Ş

15 Mart 2010
Pazartesi
Varnata, Avarya

Göz görmeyince gönül katlanırdı. Kurtuluş için ise geri dönülmez noktayı geçeli çok olmuştu. Esaret altındaki Yaz'ın hallerine vâkıftı. Uykuda ve uyanıkken genç lideri aklında taşıyor, bakışlarıyla yüz ifadesini hayal ediyor ve sorular zinciri kuruyordu: Acaba şimdi ne yapıyor? Nasıl bir yerde kalıyor? Ciğerleri temiz havanın tadına varıyor mu? Güneşi görebildiği deliğin çapı ne kadar? Ne hissediyor? Umudun ateşi içinde hâlâ yanıyor mu?

Yaz'a bir mektup yazmaya ilk kez cesaret etti. Kalem kâğıt almadan önce ikizlerle istişare etmeliydi. Hande birkaç gündür ortalıkta yoktu. Bayan, üniversitedeki ofisinde Kurtuluş'u ağırladı.

"Yaz'ın psikolojisi için çok iyi olur," dedi. "Umarım Hande ulaştırmanın bir yolunu bulur."

"Eli kolu bağlı kalmak beni çıldırtıyor," dedi önceki görüşmelerine nazaran daha da zayıflamış kır saçlı adam. Çaresizliğin yumağına dolandığı tek konu Yaz değildi. Yönetimsel sorunlar da vardı. Bunlardan biri kayıt dışı ekonomiydi.

Esnaf, cezalara ve uyarılara rağmen fiş kesmiyordu. Birçok şirket, çalışanlarının maaşını asgariden gösteriyordu. Maliye bunlara ceza kesmeye kalktığında ise patronun bir milletvekiliyle ahbaplığı çıkıveriyordu. Komşu ülkelerden gelen kaçak işçiler piyasayı düşürüyor, işleri ellerinden alınan yerliler ise istifa sloganlarıyla sokakları inletiyordu. Başbakan meclisten karar çıkaramıyordu. Çünkü vekalet yetkisi olanlar şahsi çıkarını kollar olmuştu. Kurtuluş'tan halkı kaba kuvvetle susturmasını istiyorlar fakat mümkün çözümlerin önüne geçiyorlardı.

Başbakanın tek karşı hamlesi ifade özgürlüğünü olabildiğince genişleterek protestolara izin vermekti. Kendi atadığı içişleri bakanı ile en çok tartıştıkları konuydu. "İşimi yapamıyorum sayın başbakan," diyordu polislerin yetkisini artıran bakan. "Bırakın, çocuklar," polisleri kastediyordu, "... sokakları bir gecede temizlesin. Hükümeti kaybedeceğiz."

"Avarya'yı kaybedeceğiz sayın bakan," diye cevap vermişti Kurtuluş. "Hükümet ne ki?"

Bayan'ın yanına bu sıkıntı içerisinde gelmişti. Sırtı, kırk beş derece eğikti. Elleri yüzüne yakın, gözleri yorgun, bakışları uzaktı.

"Önüme de arkama da bariyer çekilmiş," dedi. "Gözlerim perdelenmiş. Artık ne yapsam fark etmiyor. Lütfen beni bu yeisten kurtarın."

Bayan krem rengi bir takım elbise giymişti. Ceketi koltuğunun arkasında asılıydı. Üzerindeki gömlek de açık renkteydi. Makyajı öyle sadeydi ki yok gibiydi. Beş yıl önceki koyu, belirgin makyaj tarzını bırakmıştı. Saçları da artık siyah değil röfleli sarıydı.

"Niye dert ediyorsunuz ki?" dedi. "Yöneticiler, halklarının tıynetiyle bağlıdır. Avarya halkını, kimin yarattığı sorunlardan kurtarmaya çalışıyorsunuz?"

"Kötülerin," dedi Kurtuluş. "Kanunun arkasından dolananların, rüşvetçilerin, kaçak işçi çalıştıranların..."

"Bunlar uzaydan gelmiyor."

"Doğru!" dedi kır saçlı adam.

"Toplumun içinden çıkıyorlar," diye devam etti kadın.

"Bunu parti arkadaşlarıma bile anlatamıyorum," diye tebessüm etti Kurtuluş. "Neden cezaları artırmıyorsun? Neden daha sert değilsin?' diye soruyorlar. Beni despotizme zorluyorlar. Hayır, asla bir despot olmayacağım. Montesquieu der ki 'Verilen ceza ölçüsüz olduğunda çoğu kez suçun cezasız kalmasını tercih etmek mecburiyeti doğar."

"Benden hangi konuda yardım istiyorsunuz?" dedi Bayan.

"Kanunları uygulamak, vergi toplamak ve halkın refahını çoğaltmak istiyorum. Bir öneride bulunun bana, ben çıkış yolu bulamıyorum çünkü..."

"Onlara istemedikleri bir şeyi zorla nasıl verebilirsiniz?" dedi kadın. "Avarya halkı bolluk ve rahatlık istemiyor."

"İstemez olurlar mı?" dedi başını kaldıran başbakan. "Yalnız, buna nasıl erişeceklerini bilemiyorlar. Sistemin içini oyup kestirme yollardan geçiyor, böylece bireysel olarak rahata ermeye çalışıyorlar. Gemiyi testereyle kesip filika yapmaya çalışan ahmak yolcular gibi... Böylece..."

Bayan, Kurtuluş'un sözünü kesti. "Bir yolcu gemiyi kesiyorsa, o gemiyi batırmaya teşebbüs ediyordur. Bu kadar basit."

"Ne yapayım? Gemiyi nasıl sevdireceğim?"

"Hayır, uğraşmayın buna. Halkın sesini takip edin. Gemiyi parçalayın gitsin."

"Ama nasıl?" dedi adam hayret içinde.

"Lafın tamamı ahmağa söylenir," dedi kadın, manidar bir gülümseme eşliğinde.

Kurtuluş, üniversiteden çıktığında, kısa zamanda yoğun düşünmekten ileri gelen baş ağrısıyla mücadele ediyordu. Bayan'ın söylediklerini kafasının içinde tekrar çeviriyordu, suyun altından işitirmişçesine boğuk. İktidarının uzun ömürlü olmayacağının farkındaydı. Beş yıl iyi bile dayanmıştı. Tahta bloklardan kule dizme oyunundaki gibi sarsıntılar son haddine gelmişti. Tek bir dokunuşla ülkedeki tüm dengeler yıkılmaya hazırdı. Peki bu dokunuşu kim yapacak? Mesele buydu.

Eve geldiğinde yalnızdı. Karısı Nadire, bir kadın vakfının toplantısına gitmişti. Salona geçti kır saçlı adam, ajandasını açtı. Beş yıl evveline ait bir sayfa açıldı önüne. Seçim gecesi yazdıkları...

"Kimse göğüs kafesimin içinde sürüp giden savaşları anlamıyor."

Boş bir sayfayı çevirerek "Artık orada bir savaş yok," dedi. Cümlenin üzerine ufacık kaburga kemikleri çizdi. "Savaşmak için umut etmek ve zaferi düşleyebilmek gerekir. Kalbim yalnızca haykırıyor ve yakında buna da gücü kalmayacak. Susacak. Kılıç kalkan seslerinden ve çığlıklardan bunalarak aradığım o sessizliği kalbim sustuğunda bulacağım. Peki, aradığım aslında bu muydu?"

Camdan dışarı baktı ve yazmaya devam etti.

"Beş yıl önce bu defterin sayfalarına 'kafese kapatılmış bir deney faresiyim' yazmışım. Ya kafes kırılacak ya da beni kafesten çıkaracaklar fakat orada bir yerde çarklar dönmeye devam edecek. Hangisi olacağını seçecek gücümü bir gençlik hatasıyla kaybettim."

Defteri de gözlerini de kapattı. Bildiklerini düşündü. Hakan'ın bir zamanlar yarı gerçek yarı yalan anlattıklarını geçirdi aklından.

Yerinden kalktı. Aynalı komodine yavaşça dokundu. Dördüncü çekmeceyi açmaya cesareti yoktu. Lise fotoğrafıyla karşılaşmaya cesareti yoktu. O zamanlar dünyası nasıl da aydınlıktı! Gelecek, doğan güneşin deniz dalgalarıyla birleştiği nokta kadar parlak görünüyordu. 19. yüzyılın siyasi hareketlerini araştırıyor, en yakın hissettiği görüş olan sosyal demokrasiyi temellendiriyor, boş sınıflarda hitabet çalışıyor, ardından öğretmenlerini ve okulunu kendisine hayran bırakıyor...

Boş zamanlarında kendini şiir kitaplarına teslim ederdi. Akılca ve ruhça kendisine denk gördüğü tek kişi olan kız arkadaşıyla kitapları tartışırlardı. Dizeler armağan ederlerdi birbirlerine. Huzursuzluğun Kitabı'yla tanıştığı o yıllarda dünyası aydınlık, geleceği parlak ve aynada gördüğü akis üstündü Kurtuluş'un; o kitabı ise sırf edebi ve entelektüel bir hüzün katsın diye okurdu.

Derken hayat başladı. Onu iddiasıyla sınadı. Halka'nın parlak genci, kendisinin ne akılca ne de ruhça üstün olduğunu anladı. Kendi gözünde düşebildiğince düştü. Bir dibi yokmuş gibi görünen bu düşüş uzun zamandır bugün biraz ivme kaybetmişti, Yaz'a mektup yazmaya, daha doğrusu Yaz hakkında üzülmek dışında bir şey yapmaya karar verdiğinde.

İlk çekmeceden kâğıt çıkardı ve çalışma masasına oturdu.

"Sevgili Yaz," diye başladı mektubuna. "Ben Kurtuluş Aslan. Hiçbirimiz seni tek bir an bile unutmadık."

֎

Y A Ğ M U R

Aynı gün
Lizagrat, Avarya

Karmakarışık bir rüyadan, saçı başı darmadağın olmuş halde uyandığında gözlerinin yaşlı olduğunu fark etti. Bir nehir kenarındaydı düşünde, sonra da bir ormanda. Mezbaha gibi bir yerde, yaralı adamlarla dolu küçücük bir binada... Sanki birinden diğerine ışınlanıyor ya da hepsinde aynı anda yer alıyordu.

Beyaz fanilalı yüzü görünmeyen bir adam vardı. Yerde yatıyordu. Karnı yarılmış, içinden iskambil kartları fışkırmıştı. Tuhaf bir aksanla "Gidesin," gibi bir şey diyordu. "Nereye gideyim?" diye sormaya çalıştı Yağmur ama sesi çıkmadı.

Tekrar ormandaydı. Koşmaya başladı. Birisi onu kolundan sıkıca tutup -Yağmur bu tutuşun etkisiyle savrulmuştu- "Neredesin?' diyor." diye bağırdı. "Nerede olduğumu bilmiyorum." diye bağırarak cevap verdi rüya sahibi.

Kendini açıklamaya çalışırken Lizagrat'ta, beş yıldızlı bir otel odasında uyandı. Başı ağrıyordu ve hiç dinlenmemişçesine yorgundu. Çekili perdenin kenarından sızan kalem inceliğindeki ışığın duvardaki izine bakakaldı. Başarısızlığa alışkın değildi. Hedefine varamamak onu hasta etmiş, kâbusların kucağına bırakmıştı. Üç gündür bu şehirdeydi ve elinde Manolya ile ilgili doğru düzgün bir bilgi yoktu.

Dosyadaki isim yığını hiçbir işe yaramamıştı. Bir elin parmağı kadar kişiyi bulmuş, onlardan da "tanımıyoruz, hatırlamıyoruz, iletişimimiz yok," dışında bir şey işitmemişti. Bugün karakola ve nüfus müdürlüğüne gitmeyi planlıyor, bir yandan Manolya'yı bulmak için başka bir yöntem düşünmeye devam ediyordu. Son çare kalana dek resmi kanalları kullanmak istemiyordu. Kurtuluş Aslan bu arayışın kokusunu bile almamalıydı.

Saat altı buçuktu. Önceki gece erken yatmanın mükâfatını gün doğarken uyanarak almıştı. Yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdi ve otelin spor salonuna indi. Spor ekipmanlarının yer aldığı oda dışında dans için tasarlanmış aynalı bir alan bulunca çok sevindi. Üstelik ortada bir direk de vardı.

Direk dansını severdi. Bale ve yoganın içerdiği esneklik ile barfiksin gerektirdiği gücü birleştiren zor bir spor dalıydı. Ancak diğer dallarda olduğu gibi profesyonel seviyede değildi. Direğin tavanla birleştiği yere çekinerek baktı. Bir aydır çalışmamıştı. Fazla mı hamlamıştı acaba? Tereddüt, içinden bir saniyede uçtu. Kaslarını esnetti. Direğe çıktı, döndü, döndü...

Gecenin yerini ışıltılı bir sabah, kasvetin yerini ise parlak bir enerji almıştı. Duş alıp dinlendikten sonra giyinip sağlam bir kahvaltının ardından otelden çıktığında yeniden doğmuş gibi hissediyordu. İç âleminde barış vardı. Manolya ile ilgili motivasyonunu yitirmek üzereydi. Neden Kurtuluş'a zarar vermeye çalışıyordu ki? Belki de babasının dediği gibi "sandık faresi" olmayı bırakıp güncel ve etkili bir eylem yapmalıydı.

İlham veren bir iş kadını olabilirdi. Dergi kapaklarına poz verip genç kızların rol modeli olabilirdi. Kadifeden hayallerle egosunu okşayarak otoparka yürüdü. Araba kapısının tok sesiyle birlikte simli hülyalar dağıldı. Avını algılayan bir kedi gibi hedefine kilitlendi. Yaşlı ve güçlü bir siyasetçiyi en zayıf noktasından avuçları arasına almanın ihtimali gözünü bürümüştü. Devlet hastanesine doğru sürdü.

İnsanın yaşı ilerledikçe uğramaktan kaçamayacağı yerlerden birisi hastaneydi. Yaşlanan beden sağlığını kaybetmeye meyyal olur, şifayı kapmasa bile kontrol muayenesine ihtiyaç duyardı. Hastanenin başhekimi, Yağmur'un ağabeylerinden biri ve önceki gece kaldığı otelin sahibi olan Kudret'in arkadaşıydı. Ondan istediği herhangi bir bilgiyi vereceğine şüphe yoktu. Bu fikir aklına arabaya bindiğinde gelmişti. Zekâsını kutluyordu. Neden daha önce düşünmemişti? Amerikan pop şarkıları çalan bir radyonun sesini sonuna kadar açarak eşlik etti.

Yolda o kadar heyecanlanmıştı ki başhekim "Ne yazık ki 2000 sonrası sağlık kayıtları dijital olarak tutuluyor ve erişim yetkimiz bulunmuyor Yağmur'cuğum," dediğinde hayal kırıklığına uğradı. "Kişisel verilerin korunması..."

"Beni de ilgilendiriyor mu?" dedi kadın. "Babamı tanıyorsunuz, hocam."

"Saygıdeğer babanızı kim tanımaz? Ama kanun böyle. Kişisel verileri paylaşamıyoruz. Üzgünüm."

Yağmur, küçük bir kız çocuğu edasıyla içini çekerek "Yardımcı olamaz mısınız?" dedi.

Başhekim bir süre düşündü. "2000 öncesi kayıtlara bakalım," dedi. "Manolya dediğiniz kadın 10 yaşından küçük değil herhalde."

"Altmışına varmıştır."

"Mükemmel!" Bilgisayarında birkaç tuşa bastı. Yüzündeki umut dolu ifade kayboldu. "Doğru ya. Aklıma gelmedi hiç."

"Sorun nedir?"

"Ücretsiz muayene olabilmek için sigorta zorunlu. Başkasının kimliğiyle, başkasının sigortası üzerinden muayene olan birçok kişi var. Manolya Hanım da sanırsam böyle bir yola başvurmuş. Çünkü 1968'den sonra hiçbir kaydı yok. Ücretli ya da ücretsiz, hiç muayene olmamış."

1968 Kurtuluş ve Manolya'nın lise mezuniyet tarihiydi.

"Hadi ya..." dedi Yağmur. Dehşetle gözlerini açtı. "Ölmüş olabilir mi?"

"Olabilir."

Başbakan bir cinayet skandalına mı karışmıştı? Misafir bunu düşünürken başhekim "O dönemki adresini vereyim," dedi. "Muhtemelen orada oturmuyor ama..."

"Olur," dedi diğeri. Belki Manolya ile değil ama onu tanıyan kişilerle karşılaşırdı. Adresi yazdı. Arabayla yirmi dakika uzaklıktaydı.

"Teşekkür ederim."

Caddede ilerledikçe, bir zaman makinesinde geriye gidiyormuşçasına, evler küçülüyor ve eskiyordu. Asfalttaki çukurlar, tepeler artıyor; dükkân camları opaklaşıyor, çevredeki renk sayısı azalıyordu. Vardığı semtin yoksulluğuyla lüks arabası tezat içindeydi. Yağmur huzursuzca "Keşke merkezdeki bir otoparka park etmiş olsaydım," diye düşündü fakat oradan buraya kadar nasıl yürüyecekti?

Sanki yol, içini okumuştu. Son dönemeçten önce karşısına otopark tabelası çıktı. Kioskta duran kirli sakallı, lekeli gömlekli görevliden pek hazzetmese de içeri girip arabasını gölgeye bıraktı. "Merhaba..." dedi yaya olarak çıkarken. "Ben Yağmur Sındırlı," dedi soyadını vurgulayarak. "Arabam çok değerli."

"Eee, ne yapayım?" dedi adam huysuzca.

"İyi koruyun yani. Size masraf çıkmasın diye söylüyorum."

"Burada kimse bir şey yapmaz, rahat olun." Otoparkçı, gözleriyle kioskun köşesinde duran beyzbol sopasını gösterdi.

"Ooo...Güvenlikli bir yer yani. Neyse, ben kaçtım."

Arkasını döndüğünde yüzündeki sahte tebessümü sildi ve tiksinti ifade eden bir mimikle otoparktan çıktı.

Yokuş yukarı çıkarak 12 numaralı eve ulaştı. Müstakil, etrafında ufak bir bahçesi de olan fakat pek küçük ve bakımsız bir evdi. Oyuncak gibiydi. Yağmur kapıyı çaldı. Ayak seslerinin yaklaştığını ve tam kapının önünde duraksadığını işitti. Kapı deliği karardı. Bitmeyecek gibi geçen saniyelerin ardından kapı gıcırtıyla bir karış aralandı.

"Buyurun," dedi pes bir kadın sesi.

"Merhaba, ben Yağmur," diyen diğer kadının sesi, normal yükseklikte olmasına rağmen, çok daha gür duyuluyordu. "Size misafir olabilir miyim? Soracaklarım var."

"Tabii..."

Kapı ardına kadar açıldığında içerideki kadın göründü. Yaşlıydı. Yüzü yorgundu. Şimdiki sıkılganlığına rağmen gençliğinde baskın bir duruşa sahip olduğu belliydi. Geniş dudakları, uzun bir yüzü, omzuna kadar gelen kat kesimli boyalı saçları vardı.

Ev iki odadan oluşuyordu. Birisinde yalnızca yer yatağı, diğerinde ise Yağmur'a Nuh Nebi'den kalmaymış gibi gelen bir koltuk takımı vardı. Ucuna ilişti. Çantasındaki bir tomar fotokopiyi çıkarttı. "Lizagrat Devlet Lisesi'nin 1968 mezunlarından Manolya Aksoy'u arıyorum. En son sizin adresinize ulaştım." Dosyaları düzenledi ve karalanmış fotoğrafı gösterdi. "Tanıyor musunuz?"

"Manolya benim," dedi kadın.

"Ah," dedi diğeri. "Peki sizin isminizi..."

"Yıllığı ben karaladım."

"Niçin?" dedi Yağmur. Duvarlara doğrudan bakmasa da dökülen sıvalar, hatta evin her yerinden dökülen yoksulluk gözlerine giriyor, gözlerini acıtıyordu. "Siz ne iş yapıyorsunuz?"

"Eski hayat kadınıyım."

Koltukta oturanın içtiği kahve neredeyse boğazında kalıyordu.

"Pardon?"

֎

E M R E

Aynı gün
Varnata, Avarya

Gün doğumuna üç saat kala kısacık uykusundan uyandı. Kırlente yattığı için boynu tutulmuştu. Annesinin geldiğini fark etti. "Ne işin var burada?" dedi. "Evim takip ediliyor, senin için tehlikeli."

"Hiçbir şey olmaz."

"Seni onlara teslim etmemi istiyorlar." Gözlerini açmamıştı. "Yap diyeceksin, değil mi?"

"İstediklerini yap."

Göz kürelerini yapabildiği kadar arkaya yuvarladı. Tek kişilik koltukta bacaklarını çekerek oturmuş beyaz saçlı kadını baş aşağı görüyordu. "İşte, biliyorum ben malımı."

"Sen böyle değildin," dedi Hande. "Duygularına hâkim olamıyorsun. Bu senden beklediğim bir zaaf değil."

"Her şey anormal giderken normalmiş gibi davranamıyorum," dedi içini çekerek. "Gözlerim yokmuş gibi davranmaya alışamadım."

"Görmezlikten gel demiyorum," dedi anne. "Anormal ya da normal... Her şeyi soğukkanlılıkla karşılayabilirsin."

Emre artık tavana bakıyordu. "Keşke senin gibi olabilseydim. Kayıtsızlıkla bakabilseydim. Yaşam ve ölüm arasında fark görmeseydim. Yahut en azından Boran gibi olup duygularımı bir buzdolabına kilitleseydim."

Hande yerinden kalktı, çekyatın kenarına oturdu ve oğlunun saçlarını okşadı. "Tek yapman gereken eskisi gibi olmak. Hatırlıyor musun? Duygularınla ressamın fırçayı kullandığı gibi oynardın."

"Yapamıyorum artık. Çok güçlendiler." dedi bir ağrının etkisiyle inlercesine.

"Ne güçlendi?"

"Kafamın içine virüs gibi yerleşip... Boş ve anlamsız bir hayat yaşadığımı haykıran sesler."

"Hayata sen anlam verirsin ve bu büyük bir lütuftur yavrucuğum," dedi Hande.

"Yavrucuğum" ... Bu Emre'nin çocukluğundan beri duymadığı bir hitaptı. Güçlü olsun diye kızdırılıp dövülmüş ve soğuk suya atılmış bir demirdi. Annesine "anne" deme iznini bile beş yıl önce almıştı. Bütün bu hatıralar aklına geldikçe çocukluğunun öfkesi canlanıyordu.

Yüzünü koltuğa çevirdi ve gözlerini sımsıkı yumdu. Sabah kalktığında Hande iz bırakmadan kaybolmuştu.

Karakola geldiğinde saat dokuzdu. İki gün önce Çağrı'da bir süs havuzunda ölü bulunan kadının dosyasını inceledi. Cinayet, maktulün tanımadığı birisi tarafından işlenmiş görünüyordu. On biri geçerken Bahar ve Buğra geldi.

"Komiserim," dedi Buğra.

"Ooo... Hoş geldin." Kadının mavi gözlerine baktı. "Siz de hoş geldiniz. Bahar Larende?"

"Evet, siz de Emre Konar olmalısınız."

Memnuniyet belirttikten sonra komiser, eski çaylağına döndü. "Nasılsın? Okul nasıl gidiyor?" dedikten sonra güldü. "Hayat sana güzel ya. Yetenek sınavını kazanıp gittin. Biz burada katillerin robot resmini çizerken sen orada nü tablolar çiziyorsun."

Buğra öksürdü. "Komiserim, Bahar benim kız arkadaşım bu arada."

"E ne var? Nü resim çizmek sanat değil mi?"

"Anatomi öğreniyorlar," dedi Bahar, dişlerini sıkıp gülerek. Eğilip Emre'nin duymayacağı kadar alçak sesle: "Modeller güzel mi? Benden iyi mi anatomileri bari?"

"Yok, bebeğim. Modeller genelde orta yaşlı oluyor zaten."

"Ha genç olsalar!" Bu sefer odadaki üçüncü kişi de duymuştu.

"Biz asıl konumuzu konuşalım mı?" dedi Buğra, yüksek sesle. "Yaz Larende..."

Emre'nin bir işaretiyle sustu genç.

"Bugünler, Larende'nin ismini yüksek sesle telaffuz edeceğimiz günler değil," dedi ajan komiser. Buğra söze girerek, öncekine nispetle çok daha itidalli bir ses tonuyla Vilisri sahillerinde Bahar ile sohbetini anlattı. "Doğru demiş miyim? Larende'yi aramıyorlar, değil mi? Bizim de bir ağ kurmamız gerekiyor."

"Kısmen doğru," dedi Emre. "Yaz kaybolmuş değil. Yerini biliyoruz. Yani aramamıza gerek yok, sadece onu geri alabilecek güç toplamalıyız."

"Babam, hükümetin Yaz'dan düzenli haber alabildiğini fakat hiçbir şey yapmadığını söyledi," dedi Bahar.

"Doğru."

"Ama..." dedi genç kadın.

"İstese de yapamaz. Yapmaya kalktığı gün hükümeti Kurtuluş Aslan'ın başına yıkarlar."

Bahar hiddetle nefes alıp "Sındırlılar, değil mi?" diye sordu. Komiserden onay alınca yumruğunu sıktı. "Biliyordum," dedi. "Komiserim bu aile neden bizim peşimizi bırakmıyor? Emniyet teşkilatı olarak darbe yapamaz mısınız?"

"Darbe mi?" derken alaycı bir ifade takınmaktan kendini alıkoyamadı.

"Evet!" diyordu hararetle. "Yerleri belli. Gidip tutuklayın. Size karşı ne yapabilirler ki? Kimse Sındırlıları sevmiyor, herkes onların nasıl bir bela olduğunun farkında. Kanseri söküp atar gibi söküp atmamız lazım."

"Öncelikle," başkomiser elini kaldırdı. "Sakin ol. Birincisi Murat Sındırlı ve evlatlarının resmi bir yetkisi olmadığı için onları tutuklamanın adı darbe olmaz. İkincisi sorun, birkaç şahıstan ibaret değil ve onları kilit altına almak bir çözüm değil."

"Evet! Olayları şahsileştiriyorsun," diye destek oldu Buğra. Bu, Bahar'ın öfkesinin ona patlamasına yol açtı.

"Beni zehirlediler. Farkında değil misin? Ölüyordum ya ben. Mezarda yatıyor olacaktım."

"Bağırma, bağırma!" dedi Emre.

"Ablamı kaçırdılar. Beş yıldır sesini bile duyamıyoruz ve bütün bunları bizim ailemize olan nefretinden yaptı. Babam Bulgaristan'da asimile olmak yerine bizimle Avarya'ya geldi diye yaptı. Ben Avarya'da doğdum diye yaptı. Şahsileştirmeyeyim, öyle mi?" Bir nefes molası verip "Türkiye'de kalsaydınız, diyeceksin. Avarya, Sındırlı'nın tapulu malı mı?"

"Öyle bir şey demedim." Buğra'nın da sesi çok yüksekti.

"Ben 'Keşke Vilisri'de kalsaydınız,' diyorum ikiniz için," dedi Emre. "Tamam Bahar istediğin yerde doğarsın. Kimse sana karışamaz, tamam mı? Şimdi... Ülkedeki güç dengeleri..."

Buğra gülme krizine girince Bahar onun omzuna vurdu.

"Böyle yapacaksanız dışarı alayım sizi," diyen Emre sinirlenmeye başlamıştı.

Kendisini ilk toparlayan genç adam oldu. "Tamam, özür dileriz," dedi. "Dinliyoruz."

Ortama ciddi bir hava hâkim oldu. "Nazi Almanyası döneminde Zilduvar'da bir laboratuvar kurulduğunu biliyor muydunuz?" diye sordu komiser.

"Bu bir şehir efsanesi değil mi?" dedi Bahar. "Tıpkı şu paralel evren gibi..."

"Ne paralel evreni?"

"Hani, bin küsur yıl önce Avrupa'da büyük bir deprem olmuş ve Tuna yatağını etkilemiş ya... Aslında başka bir gerçeklikte o depremin hiç olmadığı, nehir yatağının etkilenmediği ve Avarya'nın hiç var olmadığı söyleniyor. Avarya'sız bir dünya."

"Nasıl yani?" dedi Emre. "Arkadaşlar, benim söylediğim gerçek bir şey. Evet, siz efsane olarak biliyorsunuz ama böyle bir laboratuvar gerçekten kuruldu."

Kapıyı kontrol etti. "Kapımız kapalı, duvarlarda ses yalıtımı var ve sizi çağırmadan önce içeriyi tarayarak herhangi bir dinleme cihazı olmadığından emin oldum. Yine de ses tonunuzu ayarlayın çünkü hata payı olmayan, tehlikeli bir konu."

Bahar ve Buğra sus pustu.

"Bu laboratuvar hâlâ işliyor. İnsanlar üzerinde deneyler yapıyorlar. İçeride ayrı bir dünya var. Varmış daha doğrusu. Yerini tam olarak bilmiyoruz. Zilduvar'a birkaç kez gittim fakat tespit edemedim."

Uzayan sessizlikten sonra, güzel sanatlar öğrencisi, "Amerika'daki 51. Bölge gibi mi?" diye sordu.

"51. Bölge, ABD'nin gizli bir askeri tesisi," dedi başkomiser. "Güney Nevada'daki Groom Gölü'nde. Yeri biliniyor fakat içeride ne olduğu bilinmiyor. Zilduvar Laboratuvarı'nın yerini de bilmiyoruz. Var olduğundan eminiz fakat hiçbir ispatımız yok."

Bahar ise ağlamaklıydı. "Ablamı oraya mı götürdüler?"

"Hayır," dedi Emre. "An be an takipteyiz. Sürekli yerini değiştiriyorlar. Mesela şu an Moldova'da."

Kadın bu sefer daha sakindi. "Neden Moldova'nın kolluk kuvvetlerine haber vermiyoruz? Sındırlı bütün ülkelerle anlaşmış olamaz."

"Açık bizde," dedi ajan. "Diplomatik temas sırasında Sındırlı'ya haber uçma tehlikesi var. Devletin üst katmanı neredeyse tamamen onun."

"Alt katman ise laboratuvar ve ona bağlı..." dedi Buğra ve tamamlamak için düşündü. "... şeyler. Her ne ise."

Diğer adam onu onayladı.

"Peki Vult ve Gece Piyadeleri nereye oturuyor bu denklemde?" diye soran Bahar'dı.

"O biraz karışık," dedi Emre. "Bu, ikili bir yapı. Gece Piyadeleri ve Gündüz Süvarileri... Süvariler, beyin takımı. Piyadeler ise ayak işlerini yapıyor. Vult bu yapının bir dönem yöneticiliğini yapmış. Gençliğinde sanki kendisi kurmak istiyormuş, onun planıymış gibi Aslan'a anlatmış. Biz bunun çarpıtma olduğunu düşünüyoruz."

"Siz kim?" dedi Buğra. "Siz ve..."

"Ben düşünüyorum," diye düzeltti başkomiser. "O yapıyı Vult kurmadı. Çünkü bu gayrinizami askeri yapı Berdâşe Divanı'ndan esinlenmiş:

Kem yele direnirdi yedi tahtın çerileri

Gündüz süvarileri, gece piyadeleri

Hanların sözlerine mutidir her biri

Körmösleri ürkütürdü silah darbeleri"

Komiser, misafirlerinin yüzüne sırayla bakarak "Sizce neden Vult'un kurmadığını düşünüyorum?" diye sordu. Cevap alamayınca kendisi açıkladı.

"Berdâşe, Osmanlı döneminde yaşamış Müslüman Avar kadın şair. Vult'un dini ne? Hristiyanlık. Ana ideolojisi ne? Osmanlı karşıtlığı. Macar-Avar-Hun dostluğu... Oğluna bile Mohaç ismini veren birisi, Mohaç Meydan Muharebesi'ne gönderme yaparak, intikam almak istediğini kendine hatırlatarak. Aile geçmişi nereden geliyor? Haçlı Seferleri'ne katılan bir askerden. Berdâşe'nin Divanı'na gönderme yapacak son insan Vult'tur. Süvari-piyade organizasyonunu yönetti fakat kurmadı. Teorim budur."

"Berdâşe'yi Alkanlar çok sever," dedi Bahar.

"Evet," dedi Emre.

"Ne yani? Süvari-piyade örgütünü Bahri Alkan mı kurdu?" dedi Buğra.

"Divan'ı neredeyse kutsal kitap sayacaklar," diye devam etti Larende kızı. "Oradaki meşhur Yedi Avar Soyu masalından esinlenerek ablama Kış Güneşi diyorlar. Hah! Güneş battı. Nerede Alkanlar?"

"Bir şey yapmadılar, değil mi?" dedi erkek arkadaşı.

"Hiçbir şey, sadece boşluk." diyen kadının sesi durgun su gibiydi.

"Süvari ve piyadeleri denkleme şimdilik yerleştiremiyoruz," dedi komiser. "Durum bu."

"Peki biz nasıl bir adım atacağız?" diye sordu Bahar.

"Sizinle bir takım kuracağım." Ellerini birleştirdi, başını kaldırdı ve baştan aşağı süzdü. "Sizin de tıpkı süvariler gibi iki tabakalı bir hayatınız olacak. Dış tabakada gündelik hayatınızı sürdürecek; okula gidip gelecek, ders çalışacaksınız. Ara sıra ortadan kaybolduğunuzda merak edecekler. Hiçbir şey olmamış gibi geri döneceksiniz. Önemli olan o arada yapacaklarınız."

Taze takım arkadaşlarının endişesini görüp "Siz çıraksınız, ben de usta," dedi. "Size yol göstereceğiz."

"Yine 'biz' dediniz," dedi Buğra.

"Evet, takımımızın bir de baş ustası var," diye yanıtladı Emre. "Söyleyeyim mi ismini? Çığlık atmak yasak."

Pür dikkat dinliyordu diğerleri.

"Hande Bulut."

Bahar, ağzını eliyle kapatmak zorunda kaldı. "İskambil Çetesi'nin başı mı?"

"İskambil Olayı'nın faili, doğru."

"Vay be..." Yaz'ın kardeşi heyecandan soluk düzenini yitirdi. "Ben varım. O kadın ablamı bulabilir, yani, geri alabilir demek istedim. Belki de Avarya'da onu alabilecek tek kişidir."

"Doğru," dedi Emre.

"Ben de varım," dedi Buğra.

"İlk ve daimî göreviniz sırları gizli tutmak," dedi takımın ustası. "Burada konuşulan burada kalacak. Çıkabilirsiniz."

Konukları gittikten sonra Edis'e çarpıtılmış verilerden oluşan bir rapor hazırladı. Buğra ve Bahar'ın karakola geldiğini bildirmişti. Konuştuklarının bir kısmını gizlice kaydetmişti fakat kayıtları öyle bir kesip biçmişti ki Emre, Yaz'ın ortaya çıkmasını isteyen Bahar Larende'yi oyalayarak göndermiş gibi görünüyordu.

İşten öğleden sonra çıktı. Müdavimi olduğu bara girdi.

"Hoş geldin komiserim," diye karşıladı onu sırıtan barmen. "Nasılsınız?"

"Susadım," dedi polis. "Bugün ne içeceğimi sen seç."

"Şimdi mi? Henüz çok erken değil mi?"

Emre, barmene kaşlarının altından baktı. Barmen "Peki ağabey, sen ne dersen o," dedikten sonra viski bardağını yarım doldurdu.

"Sek olsun," dedi suyla seyreltmeye hazırlanan barmene. Saate bakıp Boran'ı aradı. Selamlama ve hâl hatır sorma cümlelerinden sonra son günlerde tehlike altında hissettiğini, yaşayamadığı çocukluğunun onu boğduğunu ve içsel karanlığından kaçacak yer bulamadığını anlattı.

"Keşke sen olsam," dedi Emre, alkolün mayhoş kokusunu soluyup bardağa dokunarak. "Acı çekme özelliğini kapattın. Dünya sarsılsa seni yıkmaz artık. Ununu eledin, eleği duvara astın."

Hattın öbür ucundaki adam "Hâlime özenme," dedi. "Sanıyor musun ki duygular içerisinden seçim yapıp; acıyı, tasayı, korkuyu dolaba kilitleyip neşeyi dışarıda bırakabileceksin?"

"Hiçbiri lazım değil bana," dedi Emre. "Sadece hata yaptırıyorlar."

Boran gökyüzüne baktı. Körlüğü tatmayan gözünün değerini bilmezdi. "Duygusuz yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal edemiyorsun, değil mi?" dedi. "Akşam eve döndüğümde Aslı'yla İlkim'in cesedini görmemle onları altın yığını üzerinde sevinirken bulmam arasında fark yok. Bunun ağırlığını anlamalısın."

"Senin sevdiklerin olduğu için duygulara ihtiyacın var ama benim yok," dedi Avarya'daki.

"Hayır," dedi Almanya'daki. "Dünyada tek başına bile kalsan, yaşadığını hissetmek için hissedebilme yetin olması şart. On sekiz yıldır içi boş bir kabuk muyum yoksa ruhum var mı, emin değilim. Herkes beni sıradan ve mutlu bir aile babası sanıyor. Uyanık olduğum her an rol yapıyorum."

Süpermarketin içinden sesler geldi. "Molamız bitti. Gitmem lazım ağabey, görüşürüz," dedi Boran ve telefonu kapattı.

Emre bardağı tek dikiştebitirdi. Çakırkeyif bir halde bardan ayrıldı, eve gitti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top