II - IV
K A T Y A
12 Mart 2010
Cuma
Voyvodan, Avarya
Lastik tokasını çıkarıp saçlarını bir daha bağladı. Böylece Mart rüzgârı, tokadan kurtulan tutamları suratına çarpmazdı. Sararmış otların hışırtısı eşliğinde yokuş tırmanıyor, Avarya'nın kuzeyinde daha önce ayak basmadığı bir köyde görüşlerini anlatmaya gidiyordu. Gökte koyu gri bulutlar nöbet tutmasaydı sabahın altın ışıkları sağ yanağına vuruyor olacaktı.
Voyvodan Avarya'nın en dağınık şehirlerinden biriydi. Haritanın kuzeybatısında yer alırdı. Dağlarla, vadilerle doluydu. Şehir merkezi küçüktü. Köyler, birbirinden uzaktı. Nüfus karışıktı. Avarlar bu şehrin etnik olarak yalnızca yarısını oluşturuyordu. Geri kalanı ise Rumen'di. Tek kelime Türkçe bilmeyen Rumen köyleri vardı. Avarya'nın Romanya ile olan en uzun sınırı da bu şehirdeydi. Osmanlı'nın tarihi Eflak bölgesi içerisinde yer aldığı için Eflak beylerine verilen san olan "voyvoda"yla adlandırılmıştı.
Katya'nın varmak üzere olduğu köy de bir Rumen köyüydü. Bu yüzden yanında tercüman getirmişti. Beş gündür Voyvodan'daydı. Köyleri geziyor, Saranizmi anlatıyor, "kibbutz"ları örnek gösteriyor ve köylüleri komün tarzı yaşama teşvik ediyordu.
Yanında on iki kişi vardı. Minibüsleri vardı fakat çoğu zaman arazilerden yaya geçmeleri gerekiyordu. Heyecanı, yorgunluğunu hissettirmiyordu Katya'ya. Bugün de minibüsü aşağıdaki yola park edip bir tepeye çıkmalarına rağmen şevkle nefes alıyor ve bir adım daha atıyordu. Aklına henüz bir öğrenciyken işittiği bir şehir efsanesi geldi.
Milattan sonra 852 yılında, Alp-Himalaya deprem kuşağının üzerinde, Karadeniz açıklarında büyük bir deprem meydana gelmişti. Bu depremle Avrasya levhası kırılmış ve Güneybatı Avrupa biraz daha güneye doğru itilmişti. Avrupa toprakları genişlemişti. Karadeniz büyümüş, Adriyatik ve Ege denizi küçülmüştü. Tuna ikiye ayrılmış, büyük parçası güneyde, küçük bir kolu ise "Hayal Nehri" adıyla kuzeyde kalmıştı.
İşte efsane bu olay üzerine kurulmuştu: Deprem, uranyum yataklarını etkilemiş, radyasyon salınımına neden olmuş ve gerçekliği ikiye bölmüştü. Depremin hiç var olmadığı bir olasılık yaşanmaya devam ediyordu. Avarya'nın hiç var olmadığı bir paralel evren... Orada Bulgaristan ve Romanya komşuydu. Bükreş'ten Rusçuk'a sadece bir saatte gidilebilirdi. Tuna, tek parçaydı ve bu iki ülkenin arasındaki sınırdı. Avarya toprakları olmadığı gibi Avar milleti de yoktu, çünkü kağanlığın yıkılışından sonra geride kalanlar tamamen asimile edilmişti.
Katya, bu söylentiyi her hatırladığında garip hissederdi. Gerçeklik algısı bulutlara basıyormuşçasına hafifler ve diğer evrendeki hayatı hayal etmeden duramazdı. Herhalde orada yaşayan bütün insanlar buradakinden farklı olmalıydı. Bazı topraklar hiç var olmamış ve bazı insanlar hiç doğmamışsa kırılan sebep sonuç zinciri Japonya yahut Endonezya'daki bir insanı bile etkilemiş olmalıydı. Yoksa orada da insanlar, tarih ve gündelik hayatın akışı buradakiyle hemen hemen aynı mıydı?
Bu, onun için sadece zihinsel bir egzersizdi. Efsaneye zerre gerçeklik payı tanımıyordu. Çoklu Evren Hipotezi'ni değerlendirecek kadar kuantum fiziği biliyor değildi ya; ama yine de -okuduğu kadarıyla- henüz ispatlanmamıştı. "Bilimsel olarak ispatlanmamış" ifadesi de Katya için "böyle bir şey yok" ile eşdeğerdi. Onun fikrinde fiziksel madde esas ve tek gerçeklikti. Şu an bastığı taş, pantolonuna sürtünen diken, ciğerlerine çektiği soğuk hava gerçekti. Düşünceleri ise beyin hücreleri arasındaki elektrik alışverişinden doğan bir yan üründü.
Saçaklı ot çatılar göründü ilkin, ardından sıvalı köy evleri. Meydanda kimse yoktu. Derken yavaş yavaş Katya'nın etrafına toplandılar. Yaşlılar, kafileyi kuşkulu gözlerle süzerken gençler ilgili ve misafirperverdi. Birkaçı, merkeze inip orta eğitimini tamamlayanlar, Türkçe de biliyordu.
Sınır köylerinde Çavuşesku Romanya'sından kaçan birçok insan yaşardı. Murat Sındırlı kuzeyden ve güneyden her türlü göçü engellemeye çalışmışsa da coğrafi yapısından dolayı Romanya sınırını kapatamamış fakat hiçbir ilticayı kabul etmemişti. Hakan Vult hepsine vatandaşlık verdi. Bu yüzden kuzeybatı köyleri seçimlerde neredeyse firesiz bir şekilde Altın Taç Partisi'ne oy verir ve diğer partilere, bilhassa sosyalizmle bağlantılı olanlara kötü gözle bakardı.
Bundan dolayı Katya bu yönetim biçimine önyargılı bölgelere öncelik vermişti. Köylülerin tavrını garipsemiyordu. Onların başarısız uygulamalar yüzünden sosyalizmden soğuduğunu biliyor ve insanlığın kurtuluşunun komünist toplumu inşa edecek bir sosyalist düzenden geçtiğini düşünüyordu. "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre" ilkesini hevesle anlatıyordu.
Gençlerden biri elini kaldırıp söz aldı.
"Ne zaman darbe yapacaksınız?"
"Darbe yok! Darbe, askerin halka rağmen yönetimi ele geçirmesidir. Biz yalnızca halk gücüne dayanacağız," dedi Katya. "Askeri güç, tekrar kendini yöneten halkımız içerisinden taze bir filiz gibi..."
"Öyle olmaz efendim," dedi genç. "Biz aramızda komün olarak yaşamaya karar verip devlete vergi vermezsek, devlet, orduyu üstümüze gönderir. Ya orduyu ikna edip darbe yapacaksınız ya da kendi ordunuzu toplayıp Varnata'ya savaş açacaksınız. Vult ne yaptı? Piyade topladı. İstese Avarya'yı yıkar, diktatör olurdu."
"Silahlı mücadelenin kaçınılmaz olduğunu biliyorum fakat henüz vakti değil. Savaş sadece silahla verilmez," dedi Katya.
Silaha dokunduğu an devletin bütün aygıtlarıyla onunla mücadele edeceğinin farkındaydı. Bu devletin topraklarında, başka bir devlet düzenini anlatma özgürlüğü barışçıl tavrından ileri geliyordu. Peki bu hoşgörü nereye kadar sürecekti? Katya Saran, her türlü çatışmadan kaçınsa bile etrafına mevcut sistemi tehdit edecek kadar çok sayıda insan topladığında, sistem onu ortadan kaldırmayacak mıydı?
Köylü, eleştirisinde haklıydı. Katya er ya da geç güç kullanmak zorunda kalacaktı. Devlete karşı savaşacaktı. Kendisini hain gibi hissetti birden. Kulağa pek soğuk geliyordu. Bu ifadeyi değiştirmeliydi. Halka öyleymiş gibi gösterseler de "devlet" adında yekpare bir yapı yoktu. Aileler, sermayedarlar, burjuvalar vardı. Genç lider onlara karşı savaşacaktı, yoksa, ülkesine karşı değil.
Böyle düşündüğünde kurşun sesi daha az korkutucu oluyordu.
Kafası karışık bir halde minibüse bindi. Başını cama yasladı. Akıp giden manzarayı seyrederken başkente dönmek istedi. Alihan'a danışma, onunla dertleşme ihtiyacı duydu. Gerçi Alihan, Katya'nın dünya görüşüne tamamen karşıydı. "Vazgeç!" diyecekti, başka bir şey değil. Ama taşıdığı olgun ruh, kadının içindeki karmaşayı toparlardı.
Görüş ayrılıkları olsa da Alihan iyi bir dosttu.
Voyvodan'da iki gün daha kalacaktı Katya. Onu, ancak gelecek hafta görebilecekti.
֎
Y A Ğ M U R
Aynı gün
Lizagrat, Avarya
Bakilik Parkı'nın arkasındaki geniş caddeden yola devam eden bir araba hiçbir yere sapmazsa Nehiryazı yoluna ulaşırdı. Bu otoyol, ilçenin içine girmez, tarlaların arasından geçerdi -ilçe merkezine gitmek için sola sapılacak yeri gösteren büyük bir tabela vardı- ve sağ kolda kapalı cezaevi, sol kolda ise mesire yeri belirirdi. Birkaç kilometre ilerisinde Uçarkağan Havalimanı vardı. Ardından araba Varnata il sınırlarından çıkar, Lizagrat Çevre Yolu'nun kavşaklarından birine ulaşarak sağa döner ve komşu şehre giriş yapardı.
Yağmur bu mesafeyi iki saatte almıştı. Şoförü yoktu, tek başınaydı. Dere kenarında bir mekânda yöreye özgü fıstıklı sosla kahvaltı yaptıktan sonra Osmanlı döneminde inşa edilmiş tarihi çarşıya girmiş ve gezinmeye başlamıştı. Hediyelik eşyalar satan bir dükkâna yaklaştı. Raflara göz attı. Bakışları sağ yukarıda asılı olan el ayası kadar çerçeveye iliştiğinde kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Rüyasında gördüğü portre, oradaydı işte.
Satıcı, Yağmur'un ilgisini fark ederek "Beğendiniz mi?" diye sordu. Çerçeveyi indirirken "İndirim yapayım size," dedi.
Kadın, çerçeveyi hediye paketine yerleştirmek üzere olan adamın elinden çevik bir hareketle aldı ve "Bu kim?" diye sordu.
"Farah Pehlevi."
Yağmur dudağını büküp ince kaşlarını kaldırarak "Kim yani?" diye sordu.
"İran'ın son şahbanusu. Sonra devrim oldu, şah dönemi sona erdi."
Satıcı, kadının yüzüne baktı ve oradaki tereddüdü anlamlandırmaya çalıştı. Fotoğrafı nazikçe alarak yaldızlı paketin içine koydu ve "Buyurun," diyerek uzattı. "Beş lev."
Yağmur için hâlâ bazı parçalar eksikti. Dalgın bir şekilde "Teşekkürler," deyip bozuk para verdikten sonra paketi çantasına koymak bile aklına gelmeden tarihi çarşının taş kaldırımında yürümeye devam etti. Bir yandan da iPhone 3G'sini çıkarıp internette son İran kraliçesinin ismini aratıyordu. Farah Pehlevi'nin evlenmeden önceki soyadının Diba olduğunu, hatta birçok kişinin onu hâlâ "Farah Diba" olarak andığını öğrendi.
Mıh gibi çakıldı çarşının ortasında. İnsanlar iki yanından akıp giderken nehrin ortasındaki kaya gibi durdu. Didem değil, Dila değil... Diba. Silinen adı buydu. "Yağmur Diba"ydı asıl ismi ve pek hoş bir kombinasyondu. Bu kadar özenle isim verdiklerine göre hiç tanımadığı biyolojik ailesi onu seviyor olmalıydı. Peki neden evlatlık vermişlerdi?
Alnı ve midesi yandı. Sema'ya sorsa, Sema ona alınırdı. Murat'a sorsa, işiteceklerinden korkardı. Yaşanıp bitmiş ve sonu hüzünle bitmiş bir hikâyeydi bu.
Bir kafeye oturup telefondan Facebook'a girdi. Elindeki tek ismi aradı. "Nezihe Düzgün, Ankara". Hiçbir sonuç yoktu. Aynı adı taşıyan alakasız kişiler çıkıyordu. Aynı işlemi Google'da denedi fakat hiçbir şeye ulaşamadı. Teyzesi Nezihe, yaşıyorsa eğer, sosyal medya kullanmıyordu.
Düşüncelerini dağıttı ve buradaki asıl amacına odaklanmaya karar verdi. Resmi adı Lizagrat, halk arasındaki adı ise Halka olan bu şehre Kurtuluş'un geçmişini araştırmak için gelmişti. Çilekli sütlü kremalı içeceğini bitirdikten sonra tarihi çarşıdan çıkıp il kütüphanesine geçti.
Burası 1960'lı yıllarda yapılmıştı. Halka'daki birçok bina gibi bombalara dayanıklı olarak inşa edilmişti. Lizagrat yahut Halka, başkenti bir hilal gibi sarıp sarmalıyordu ve mimarisi de olası kara saldırılarına karşı korunma odaklıydı. Varnata'nın Lizagrat'la komşu olmadığı tek bölgede -hilalin ağzında- Sabire Dağları vardı. Şehirde tek bir devlet lisesi vardı, Kurtuluş burada okumuştu ve Yağmur, lisenin yıllıklarının burada yer aldığını düşünüyordu.
Tahmini doğru çıktı.
1968 yıllığında siyah beyaz vesikalık fotoğrafların arasında Kurtuluş da vardı. Takım elbisesi, yandan ayrılmış saçı, o zaman dahi çökük olan yanakları ve genç yüzüyle gülümseyerek poz vermişti. Arka sayfada ise Manolya vardı fakat yüzü görünmüyor, soyadı hiç okunmuyor, adı dahi zorlukla seçiliyordu. Tükenmez bir kalemle fotoğrafı ve adı karalanmıştı. Görünen tek şey dönemin modasına uygun kısa koyu renkli saçlarıydı.
"Affedersiniz," dedi Yağmur, kütüphane görevlisine ve yıllıktaki hasarı gösterdi. "Başka bir baskısı var mı acaba?"
"Maalesef. 1968 yılının elimizdeki tek baskısı bu."
"Burayı niçin karalamışlar?"
"Bilmiyorum. Kütüphaneye bağışlandığında bu şekildeydi."
Misafir, yıllığı ödünç alamadı fakat tamamının fotokopisini çektirdi. Sıradaki durağı devlet lisesiydi.
Yaklaşan hafta sonunun sevincini yaşayan öğrencilerin arasından geçip binaya girdi ve müdür odasına yöneldi. Murat Sındırlı'nın kızı olduğunu söylediğinde yüzünde güller açan müdür, Yağmur'u izzeti ikrama boğdu.
"Ne arzu etmiştiniz Yağmur Hanım?" diye sordu.
Yağmur, önce okulda 1968 yılına ait bir yıllık olup olmadığını sordu fakat 2000'den önceki yıllıklar yoktu. Bunun üzerine çektiği fotokopiyi gösterdi. "Bu kişiyi bulabilir miyiz? Fotoğrafını niçin karaladıklarını merak ediyorum."
"Hangi şubede?" diye sordu müdür. "11-C... Eski yıllıklar yok fakat arşivde öğrenci listeleri var. Gelin birlikte bakalım."
Tozlu ve penceresiz arşiv odasına adım atar atmaz öksürüklere boğuldu Yağmur. Kim bilir ne zamandır elektrik verilmemiş floresan lambanın soluk beyaz ışığında açık kahverengi kilitli dolaplar göründü. Müdür, üzerinde harfler ve rakamlar yazılı anahtar yığınından birini seçerek sırasını bildiği bir dolabı açtı. Klasörlerden birini çekip karıştırdı. "İşte 1968 mezunları," dedi. "İsmi okunuyor, değil mi?"
"Manolya," dedi Yağmur.
"152 Manolya Aksoy," dedi müdür. "Dönem birincisiyle arasında bir puan var. Neredeyse birincilikle bitiriyormuş. Başka bir bilgiye ihtiyacınız var mı?"
"Acaba o dönemki adresine, anne baba ismine ulaşabilir miyiz?"
"Maalesef," dedi adam. "Sadece adı, soyadı, numarası ve ders notu var."
Güneş batarken Lizagrat'ın arka sokaklarında yürüyen Yağmur bu bilgiyi nasıl değerlendireceğini düşünüyordu. Elindeki bir soyadı vardı. Bir de Manolya'nın, Kurtuluş'un lisedeyken sınıf arkadaşı olduğu... Turuncu günışığına doğru başını kaldırdı. Yaklaşan bir taksiyi durdurdu ve huzurevine gitmek istediğini söyledi.
Huzurevinin son ziyaret saatini geçirmediğine memnundu. Görevliye devlet lisesinin eski öğretmenlerinin orada yaşayıp yaşamadığını sordu. "Ne yazık ki misafirlerimiz hakkında bilgi veremiyoruz," cevabını alınca sinirlendi.
"Nasıl bilgi veremiyorsun ya?" dedi. "Derhal müdürünü çağır bana."
Huzurevinin müdürü bir hışımla geldi. Yaşlıların kimliğini soran, cevap alamayınca sinirlenen hadsiz ziyaretçinin soyadını öğrenince sakinleşti. "Size yardımcı olmaya çalışacağım Yağmur Hanım, odama buyurun," dedi. Kahve ikram ettikten sonra Yağmur'un elindeki öğretmen listesiyle huzurevinin sakinlerini karşılaştırdı.
"Burada yalnızca tarih öğretmeni Ahmet Bey kalıyor."
"Sonunda," dedi içini çeken kadın. "Bir şeyler öğrenebildim. Peki onunla ne zaman konuşabilirim?"
"Şey..." dedi müdür.
"Ne?"
"Ahmet Bey, 93 yaşında ve demans hastası."
Yağmur, kalbinde bir yumruk hisseder gibi oldu.
"Aranızda sağlıklı bir diyalog olmayabilir. Yine de görüşmenizi sağlayacağım. Buyurun."
Huzurevinin bahçesinde, altmış küsur yaşında bir meşe ağacının gölgesinde, tekerlekli sandalyede bir ihtiyar oturuyordu, elinde katater takılıydı. Karşısında bir bankta oturan Yağmur, "Merhaba hocam," dedi.
"Hı?" dedi yaşlı adam. Genç, daha yüksek sesle "Merhaba hocam," deyince, "Ha... Merhaba kızım," diye cevap verdi.
"Öğrencilerinizi hatırlıyor musunuz?"
Öğretmen derinden bir ah çekti. "Bunamışım. Öyle diyorlar. Dün yediğimi hatırlamam ama öğrencilerimi hatırlarım. Binlerce öğrenci okuttum."
Yağmur, "Kurtuluş Aslan'ı hatırlıyor musunuz?" diye sorunca Ahmet Hoca'nın yüzünde bir gülümseme çiçek açtı.
"Hatırlamam mı ya... Kurtuluş kendini hiç unutturmadı. Hep ziyarete geldi. 68 mezunlarındandır. Pek parlak, pek çalışkan bir öğrenciydi. Şimdi de hak ettiği mevkiye gelip başbakan oldu. O zamanlar diyordum ben, 'Sen büyük adam olacaksın' diye..."
Meşe yaprakları hışırdadı. "Ne güzel," dedi kadın. "Peki aynı dönemden Manolya Aksoy'u hatırlıyor musunuz?"
İhtiyarın yüzündeki gülümseme silindi. "Yazık oldu. Ah..."
"Neden? Ne oldu?"
"Ah, ah! Yazık oldu Manolya'ya, yazık oldu. Nasıl da uslu bir kızdı."
"Ne oldu hocam Manolya'ya?"
"Lafı hiç değiştirme," dedi Ahmet Hoca kızarak. "Niye çalışmadın sözlüye? Soruma cevap ver. Avar Kağanlığı'nın son kağanı kimdir?"
"Şey... Teodor mu?"
"Yanlış! Otur sıfır!"
"Sanırım bugünlük bu kadar yeter," dedi huzurevinin müdürü. "Hocam, sakin olun."
Yağmur gergin bir gülümsemeyle toparlanırken Ahmet Hoca "Derslerine çalışmıyorlar ya! Deli ediyorlar beni." diye şikayetlenmeye devam ediyordu. Hiçbir elle tutulur bilgi almadan ayrılıyordu buradan. Manolya, Kurtuluş'un sınıf arkadaşı olmak dışında kimdi ve neler yaşamıştı?
Huzurevinden çıkıp otoparka giderken ve BW Otel'in numarasını tuşlarken aklında bambaşka bir soru vardı:
"Avarların son kağanı hakikaten kimdi yahu?"
֎
E M R E
Aynı gün
Varnata, Avarya
Cinayet büro amirliğinin başkomiseri olarak hayatını sürdüren Emre, AVİS ile o kadar uzun zamandır iletişim kurmuyordu ki bir ajan olduğunu neredeyse unutmuştu. Avarya İstihbarat Servisi'nin resmi binasında, toplantı odalarından birindeydi ve önünde bir bardak su vardı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Odada Emre hariç yalnızca ona atanan yeni amir vardı.
Her ajan gizli çalışmazdı. Birçoğu çeşitli görevlerde açık kimlikle görev yapar ve memur statüsünde maaş alırlardı. Ancak, Emre Konar gibi gizli ajanların AVİS'te halka açık hiçbir resmi kaydı bulunmazdı. Onları sadece üst amirleri bilirdi. Resmi binada görüşmeleri bile beklenmedik bir durumdu. Normal şartlarda buluşmalar servisin dışarıdan otel ya da başka bir fonksiyona sahipmiş gibi görünen bir mekânının kilitli odalarında olurdu.
Yeni amir kendisini Edis olarak tanıtmıştı. "Vult yakalandığından beri teşkilatlanmamız sarsıldı," dedi. "Avarya karışıklık içinde, her gün bir protesto var. Hande Bulut iki eylemle amacına ulaştı."
"Merak ediyorum," dedi Emre. Dirseklerini masaya koymuştu. Kaşlarını kaldırmasıyla birlikte alnı çizgi çizgi oldu. "Gece Piyadeleri ve Gündüz Süvarileri'nden AVİS'in hiç mi haberi yoktu? Eğer öyleyse, teşkilatımızdaki sorun göründüğünden daha derin demektir."
"Bu konuda bilgi paylaşamıyorum," dedi Edis.
"Neden?" dedi diğeri. "Zor bir soru sormadım. İki cevabı var: ya başarısızlık ya ihanet. AVİS'in piyade ve süvarilerden haberi yok muydu? Yoksa, haberiniz vardı ve göz mü yumdunuz?"
Amir ellerini birleştirdi ve gergin bir şekilde "Konu bu mu?" diye sordu. "Peki, ben sana bir soru sorayım. 2005'te Hande Bulut'u neden yakalayamadın? Bu görev sana verilmişti. Başarısızlık mı ihanet mi?"
Emre bir an için boşluğa baktıktan sonra sakince "Başarısızlık." dedi. "Hande için ben ta Türkiye'de ücra bir köye bile gittim. İlkokul arkadaşını bile sorguladım. Zihinsel engelli olduğu için bir şey çıkmadı. Adı Hasan Yatan. Kayıtlardan kontrol edin. Hande'nin ilkokul yılları hariç hiçbir izi ve kaydı yok. Peki sizin piyade yapılanması için bahaneniz ne?"
Edis, "Önemi yok. Piyadeler de süvariler de artık yok," derken Emre kendini tutamayıp güldü.
Amirin suratı asıldı. "Bu ne şimdi?"
"Emin miyiz süvarilerin olmadığına?"
Edis ağzını açtı fakat bir şey söylemedi.
"2006 yılbaşında piyadelere operasyon düzenledim. Hepsini öldürdüm, içlerinden yalnızca Jenna diye bir kıdemli piyade hayatta kaldı, o da hapiste. Süvarilerden kimi yakaladım? Hiçbirini. Süvariler kaçtı. Siz AVİS olarak ne bunun hesabını sordunuz ne de bana koskoca beş yıl içerisinde süvarilerle alakalı bir emir verdiniz. Gündüz Süvarileri ile hiçbir probleminiz yok."
Edis duygularını gizlemekte zorlanarak "Velev ki öyle." dedi. "Süvarilerin varlığını kabul ettiğimizi farz et. Bu, AVİS olarak bizim politikamızdır. Sana düşen bunu sorgulamak değil, itaat etmek."
"Pekâlâ," dedi ajan huzursuzca kıpırdanarak. "Benden ne istiyorsunuz?"
"Hande Bulut dosyasını tekrar açıyoruz. Onu bul ve bize getir."
"Ne alaka ya?" dedi komiser. İki kaşının arasındaki damar ani öfkesiyle şişti. "Yıllardır eylemi yok. Belki öldü. Avarya'nın daha güncel sorunları yok mu?"
"Seninle işimiz var," dedi başını hafifçe sallayan Edis. "Eski amirlerin seni fazla şımartmış. Sana disiplin ve itaati tekrar öğretmem gerekecek. Hande Bulut'u bul diyorsam," elini yumruk yapıp masaya vurdu, "... bulacaksın."
Emre çevik bir hareketle Edis'in bileğini kavradı ve çevirdi. Ahlama sesi odayı doldurdu. Ayağa kalkan başkomiser boştaki eliyle diğerinin omzundan tutarak sandalyeden kaldırıp oyuncak bebek gibi yere attı. Silahını çekti. "Senin gibisini amir diye başıma diktiler ise asıl benim işim var," dedi. "Ben bu teşkilata dün girmedim. Beni bir daha sakın tehdit etme. Çünkü ben tehdit etmem. Yapacağımı doğrudan yaparım."
Yerdeki adam belindeki cihazın düğmesine bastı. Toplantı odasına takım elbiseli, siyah gözlüklü ve tek kulaklarından yaylı bir kablo sarkan iki kişi girdi. Emre'nin kollarına sarıldılar. Edis sol elinden destek alarak doğrulurken bakışlarını ajanın yüzünden ayırmadı. Kalkıp toparlandı.
"Yıl sonuna kadar Hande Bulut'u bu binanın içinde elleri ve gözleri bağlı olarak istiyorum. Yoksa o vaziyete seni düşürürüm."
Emre bir şeyler söylemeye çalıştı fakat Edis "Kaybol!" dedi. "Teşkilattan kimse seninle iletişime geçmeyecek. Her hareketini izleyeceğiz ama bizden iz bulamayacaksın. Kendi işini kendin halledeceksin."
Takım elbiseliler ajanı bir kaçak gibi sürükleyerek çıkardı ve dışarı attı.
Emre, gri duvarlı evine vardığında sinirden titriyordu. Bütün evi temizlemeyi, beyaz saç tellerini toplayıp atmayı düşündü. Daha sonra bu hareketinin şüphe çekeceğini fark etti. Bir paranoyanın filizi zihninin derinliklerinde yeşermişti. Ertesi gün Bahar ve Buğra ile görüşeceğini hatırladı. Arap saçına dönen işlerin ağırlığından birkaç saatliğine olsun kurtulmak için uyumak istedi fakat başaramadı. Çekyatına uzanıp havanın kararışını seyretti. Gece ilerliyor, göz kapakları yalnızca gözlerini temizlemek için bir anlığına kapanıp açılıyor, göz küreleri ise kıpırdamıyordu.
֎
B A H A R
13 Mart 2010
Cumartesi
Varnata, Avarya
Otobüs koltuğuyla cam arasına sıkıştırdığı çantasına yasladığı başını kaldırdı. Esnedi. Pet şişeden eline birkaç damla su döküp kabaran saçlarını toparladı. Ağzının içinde pis bir koku vardı. Bir an önce eve gitmek, duş almak ve dişlerini fırçalamak istiyordu. Buğra'nın yardımıyla yerinden kalktı. Öyle uyku sersemiydi ki sert zemine değil yumuşak bir yastığa basıyor gibi hissediyordu. Düşmemek için erkek arkadaşının kolundan tuttu.
Otobüsten indi. Tesisin soğuk havası onu bir parça ayılttı. Peron numarasını gösteren tabelanın arkasında asılı olan büyük dijital saate baktığında, gecenin ikisi olduğunu fark etti. Babasının arabasını görebilmek için sağa sola hızlıca baktı. Bir an önce eve gitmek ve üstünü değiştirip uyumak istiyordu.
Buğra, Bahar'ın koluna girdi ve otoparka doğru yürümeye başladılar. Şuuru buharlı cam gibi olan kadın, ilkin ayakta duran babasını sonra da arabayı fark etti. Yaz ile arka koltukta oturup sonsuz gibi gelen seyahatlere çıktıkları otomobil, anılarına yapılmış bir anıt gibi buradaydı. Şimdi ne ablası vardı ne yolculuklar ne de bir aile. Bahar'ın kaybettiği her şeyi yüzüne vuruyordu bu araba.
Alihan'ın hâl hatır sorularına tek kelimelik cevaplar verdi. Arka koltuğa oturup erkek arkadaşının omzuna yaslandı. Eve gidene dek camdan binaların çatılarını ve sokak lambalarının geçişini izledi. Gül Sitesi'nin ıssız otoparkından eve sessizce yürüdü. İçeri girdiğinde uykusu kaçtı. Mutfağa geçti, sandalyeye yerleşip boşluğa baktı. Babası, birkaç kez aç olup olmadıklarını sorduğunda her seferinde "Hayır!" dedi. Babasının taze demlediği çaydan bir iki yudum aldı.
Buğra, Bahar'ın aksine konuşkandı. "Ağabey" diye hitap ettiği Alihan'a şantiye maceralarının nasıl gittiğini ve sağlığının yerinde olup olmadığını sordu. Varnata'ya Emre ile görüşmek için geldiklerini söylememişti. Sebepsiz bir ziyaret sanıyordu baba.
Buğra, öğlene dek uyumamak ve günü kaçırmamak için Alihan'ın onun için oturma odasına serdiği yatağa uzandı. Baba kız, mutfakta baş başaydı ve içeride musluktan akan suyun sesi haricinde çıt bile yoktu. Bahar, birden "Annemi hiç özlüyor musun?" diye sordu.
Adam bir saniyelik bir duraklamanın ardından "Dürüst bir cevap mı istersin yoksa seni memnun edecek bir cevap mı?"
"Dürüst cevap tabii ki."
"Hayır," dedi diğeri. "Annene hiç âşık olmadım."
"E niye evlendin?" diyen kadının gözleri değilse de ağzı gülüyordu.
"Öyle gerekti." Alihan tezgâha döndü ve çay bardağını sudan geçirdi fakat Bahar'ın soruları bitmemişti.
"Peki herhangi birine hiç âşık oldun mu?"
"Hayır," dedi adam, tereddütsüz.
Sandalyedekinin tebessümü kahkahaya dönüşmüştü. "Yalan söyleme ya..." dedi. "Ne yani? Birini görünce hiç heyecanlanmadın mı? Kalbini hızlı hızlı çarptıran bir kadın olmadı mı?"
Adam yüzünü buruşturarak "O dediğin arzudur," dedi. "Arzuya rezilliğe bahane olsun diye aşk derler. Hayvanlarda da var. Mart ayında sokağa çık, kediler bol bol 'aşk' yaparlar."
"Yok," dedi kadın. "Ben cinsel arzudan bahsetmiyorum. Sevginin yoğun halinden bahsediyorum. Sen anneme âşık olmadın ama arzuladın onu. Affedersin ama... Değilse nasıl iki çocuk yapacaktınız?"
"Yatsana artık," dedi Alihan.
"Niye işine gelmeyince konuyu değiştiriyorsun?"
Baba, elindeki bulaşıkları bırakıp masaya oturdu.
"Annenle boşandığım için hâlâ bana kızgınsın, farkındayım. Fakat artık çocuk değilsin. Eğer bir çocuksan, annen ve baban senin kahramanındır. Yanılmaz önderlerdir.
Büyümek, bu düşüncenin yanlış olduğunu anlamakla başlar. Ergenlikte annenle babanı küçükken koyduğun o tahttan indirmeye çalışırsın. Yetişkin olduğunda da onların sadece insan olduğunu... Hatasıyla, sevabıyla insan olduğunu anlarsın."
Bahar'ın sirke satan suratında yarım ve alaycı bir gülümseme belirdi. "Keşke tahtından bu kadar hızlı düşmeseydin be baba."
Alihan'ın yüzü apansız bir hüzünle gölgelendi. Kızı ise yerinden kalkıp sözünün kaldırdığı tozun içinden geçerek odasına gitti.
Dinlenemeden uyandığında saat 10'a geliyordu. Ev sessizdi. Alihan işe gitmiş, Buğra ise not bırakmıştı. "Sen uyu, dinlen hayatım. Ben Emre ağabeyin yanına gidiyorum. Müsait olduğunda beni ararsın. Gelip alırım."
Not kağıdını buruşturarak banyoya giden Bahar, makyajı akmış yansımasına bakarak dişlerini fırçaladı. Bu eve her geldiğinde olduğu gibi şimdi de hayaletlerle iç içeymiş gibi hissediyordu. Ablasının hayaleti... Mutlu çocukluğunun hayaleti... Küçük Bahar ve Yaz, mutfakta kahkaha atıyor, küçük kardeşin odasında kavga ediyor, oturma odasında şakalaşıyorlardı. Ev hem seslerle doluydu hem sessizdi. Bu paradoks kalbini acıtıyordu.
Yüzünü yıkayıp koridora çıkınca bakışları kapısı kapalı olan odaya takıldı. Yaz'ın odası... Kısa bir kararsızlığın ardından kapıyı açtı. Havasızlık yüzünden öksüreyazdı. "Şuna bak," diye söylendi babasına. "Odayı yine hiç açmamış."
Perdeyi çekip camı sonuna kadar açtı. Banyodan merdiven getirip tülü ve güneşliği söktü, çamaşır makinesine attı. Nevresimleri çıkarıp banyonun önüne yığdı. Kıyafet dolabını renkli ve beyaz olarak ayırıp koridorda iki yığın haline getirdi. Çeyrek kova suya bir kapak beyaz sirke döktü ve dolapları silmeye girişti.
Yaz'ın odasını köşe bucak temizlemek Bahar için adeta bir ritüeldi. Her geldiğinde iki üç saatini ablasının odasını temizlemeye ayırırdı.
Giysi dolabının sol arka ayağının yatakla birleştiği yerde incecik bir aralık vardı. İçeride azıcık kir dahi bırakmamak için çabalayan kardeşin dikkatini bugüne kadar hiç çekmemiş bir nokta...Güneş bulutların örtmesinden kurtularak bir an için arsız bir ışık huzmesini pencereden saldı. Işık, bilgisayar masasındaki aynalı bir süsten aksetti ve o gizli kuytuda bir kızıllık parladı.
Bahar dolaba sarılıp öne doğrutüm gücüyle çekerek parmağının girebileceği bir boşluk oluşturdu. Toza bulanmışkırmızı kitapçığı çıkardı. Bu, Yaz'ın bebekliğine ait Bulgaristan pasaportuydu.Bir arkadaşıyla birlikte mutfak masasında oturup meyve suyu yerken ailefotoğraflarını ve bu pasaportu incelediği gün, hafızasında hâlâ tazeydi. Belkiyarım, belki bir dakika boyunca bakakaldı. İçini çekti, dizlerinde bellibelirsiz bir ağrı olduğu için tutunarak ayağa kalktı ve bu belgeyi hatıraolarak saklamaya karar verdi ve valizinin bir kenarına sıkıştırdı
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top