II - II
K U R T U L U Ş
2 Mart 2010
Salı
Varnata, Avarya
Perdeyi ışığın içeri daha iyi girebilmesi için açtı. Yakın gözlüğünü takıp ajandasını iyice ayırdı, elleriyle bastırdı. İnce uçlu dolma kalemle tarih atıp Fernando Pessoa'dan bir alıntı yazdı:
"Ruhum hayatımdan yoruldu."
Açık sarı süveterinin altından koyu kırmızı kravatı görünüyordu. Seyrekleşmiş saçlarında siyah tel bulmak beş yıl öncesine nazaran çok zordu. Son birkaç aydır elleri titremeye başlamıştı. Doktorların yaşlılığın doğal bir getirisi olduğunu söylediği bu durum yazı yazarken elinin pozisyonunu dikkatlice ayarlamasını gerektiriyordu.
"İktidarım ama muktedir değilim. İhtiyar bir adam olduğumu söyleyemem onlara, üç saat süren müzikli bir gösteriye katılmamak için mazeret gösteremem. Gösterirsem bir daha bu koltuğa oturamam. Sındırlı'nın kızını reddedemem. Avar diyarının büyülü sözcüğü, telaffuz edilince akan sular durur:
Sın-dır-lı.
Tıpkı bir yüzyılın yarısında gençliğimizi tükettiğimiz o zamanlar gibi.
Eski dostum Hakan! Sen gideli dört yıl oldu. İyi ki bugünleri görmedin. Biliyor musun? Hani babalar 'baba olunca anlarsın,' der ya... Ben de senin koltuğunda oturduğumda seni anlayabildim. Kendimi bir çarkta sıkışmış fare sanırdım, meğer o çarkı omuzlarında taşıyan senmişsin. Yürüdüğün yol yanlıştı fakat seni oraya hangi korkuların ittiğini anladım.
Ben öyle bir yolda yürümedim. Saman altından su yürütmedim. Ne var ki gemimi de yürütemiyorum Hakan. Burada olsaydın çok sevdiğin çikolatalı kurabiyelerden bir tane ağzına atar, sonra da halime kahkahayla gülerdin. Ne garip! Bir dikta var fakat diktatör ben değilim. Başbakanım ama hükmüm yok. Ne halkta hürmet var ne elitlerde. Dostların bakışında bana dair pişmanlıklar görür gibiyim. Yerde de gökte de yerini bulamayan bir biçareyim. Daimî gurbetteyim.
Sevildin ve nefret edildin. Kimi zaman saygı görüp takdir edildin, kimi zaman eleştirildin. Ömrünün son demlerinde her şeyini kaybettin fakat yaşadın. Avarya'ya iz bırakarak göçüp gittin. Ben hiçbir şey yapamadım. Başbakanlığımın bir gününde bile ülkeme bir şey kattığımı hissedemedim. Sen bir hücrede öldün fakat ben gökyüzünün altında hapisteyim.
Ben bir Cassandra'yım. Gelecek kulağıma üfler fakat dilim inanılmamakla lanetlenmiştir. Tam bir yıl boyunca Larende'ye onu yükselten rüzgârın düşürmeye de niyetli olduğunu anlatmaya çalıştım ama beni dinlemedi. Şimdi sevdikleri yalnızca hayatta olma ihtimaliyle avunabiliyorlar.
Ona çok kızmıştım fakat iş bana gelince gördüm ki ben de bildiğimi hayata geçiremiyorum. Avarya tarihinin en nefret edilen başbakanlarından biri olacağım. İstifa edip bir sahil kasabasına çekilmezsem sonum hiç de iyi olmayacak. Halk her gün protesto düzenliyor. İstifa edersem yerime gelecek kişi eylemleri sertçe bastıracak. Bu sırada yaralananlar, hatta ölenler olacak. Bundan dolayı gidemiyorum.
Muhalefet bu konuda bana çok yükleniyor. Olsun! Halkımı korkuyla susturmayacağım.
Demem o ki eski dostum, keşke Manolya'yı anlatabilecek vaktin olsaydı. Ben de mecburen çekilmiş olurdum bu diyarlardan. Geri alamayacağım bir hatanın sonucunu tek seferde öderdim, yıllara yayılmış bir şekilde değil.
Ecele zerre faydası olmayan bir korkuyla titreşerek bekliyorum."
Kalemi bıraktı ve omuzlarında yorgun bir çöküntüyle yazıların kurumasını bekledi.
Ajandayı çekmeceye koyup ayağa kalktı. Yolun karşısındaki binanın duvarına görebileceği şekilde yazılmış "Kurtuluş Aslan istifa!" grafitisine odaklanarak baktı. Akşama doğru belediye yazıyı silmiş olur, ertesi sabah ise benzer bir yazı başka bir formda tekrar ortaya çıkardı. Filozof Heraklitos "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz." demişti ama nehir yatağında hep su akardı, çamur ya da ateş değil.
Saate bakınca içindeki kara bulutlar bir parça dağıldı. Bir dostunun gelmesine birkaç dakika kalmıştı. Nitekim kapı çalındı. Uzun siyah saçlı, krem rengi döpiyesli bir kadın içeriye girip koltuğa yerleşmeden önce neşeyle "Bilin bakalım, ben kimim?" dedi.
Beş yıl önce Bayan Alkan, Kurtuluş'un yanına gelerek onunla müttefik olma teklifinde bulunmuştu. O günden sonra Kurtuluş, Bayan'la sık sık buluşup ülkedeki durumu değerlendirmişti. Yılın son gününe kadar bilmediği ise bazen Bayan sanarak aslında makyaj yapmış Hande Bulut ile buluşuyor olduğu idi.
İkiz kardeşler son derece benzer yüz hatlarına ve vücuda sahipti. Aralarındaki tek ciddi fark Hande'nin vücudunda melanin pigmenti olmamasıydı. Bu yüzden saçları, kaşları, kirpikleri, ten rengi beyazdı. Birbirlerinin yerine geçmeleri çok kolaydı. Hande, toplum içinde Bayan'ın kılığında geziyordu ve 2005'teki büyük protestodan sonra bu sırrı Kurtuluş ve Emre'yle paylaşmıştı.
Kurtuluş artık nereye bakması gerektiğini biliyordu. Albinizmli insanların birçoğunda ışık hassasiyetiyle birlikte nistagmus da denen göz titremesi sendromu görülürdü. Hande kılık değiştirirken lens takıyordu takmasına ama titreme yine de anlaşılabiliyordu. İhtiyar siyasetçi böyle bir ihtimal aklına hiç gelmediğinden daha önce Bayan sandığı kadının gözlerinin içine dikkatle bakmamış ve farklılığı fark edememişti.
"Hoş geldiniz Bulut Hanım," dedi.
"Bulut", Hande'nin soyadı değil, resmi olmayan diğer ismiydi. Zilduvar Laboratuvarı'nda büyüyen kadın oradaki doktorların kendisine taktığı Bulut ismine daha alışkındı. Bu yüzden yaşlı adam ona bu şekilde hitap ediyordu. Hande'den bu laboratuvar hakkında epeyce malumat edinmişti fakat harekete geçme vakti henüz gelmemişti. Çünkü ülkede Kurtuluş'un güvenebileceği bir organizasyon yoktu.
"Ne içersiniz?"
"Ne ikram ederseniz," dedi kadın. Lenslerini aynaya ihtiyaç duymadan çıkardı. Böylece kırmızı-pembe renklerdeki gözleri ortaya çıktı.
İkizlerin dışı ne kadar benzerse kişilikleri de o kadar ayrıydı. Hande, Bayan'a göre daha az konuşuyor, az mimik sergiliyor fakat sözleri daha özlü ve zekice oluyordu. Tavırları daha az kadınsıydı. Robot gibi denemezdi fakat sanki uzaya çıkarılmış ve robotların arasında toplumdan soyutlanarak yetiştirilmiş bir insan gibiydi ki soyutlanma kısmı doğruydu.
Kurtuluş'un ilk sorusu "Nerede şu an?" oldu, onun önünde çay, tatlı seven misafirinin önünde ise sıcak çikolata vardı. Aralarındaki her cümlenin gizli öznesi Yaz'dı. Alkan kızı Sındırlı'nın çalışanlarının arasına sızıyor, Yaz'ın sağlığını ve tutulduğu yeri düzenli olarak takip ediyordu fakat tıpkı laboratuvara baskın için olduğu gibi genç lideri de geri almak için gereken insan gücü yoktu.
Hande, "İskambil Çetesi" dönemindeki eylemlerini Gece Piyadeleri'ni kullanarak yapmış ve işi biteni kimliği tespit edilmesin diye kafasından vurdurarak yok etmişti. 2006'dan itibaren ise piyadeler lağvedildiği için tek başınaydı.
Kurtuluş zaman zaman Sındırlı'yı yok etmeden önce Vult'u ve piyadeleri ortaya çıkarmanın pişmanlığını yaşıyordu. Eğer hâlâ var olsalardı bugün onlardan faydalanabilirdi. Hakan'ı doğrudan tehdit edip hataya zorlamak yerine iş birliği teklif edebilirdi. Ne var ki alternatif ihtimaller sonsuzluğa gömülmüş, gerçek olduğu gibi olmuştu. "Keşke" sözcüğü ise manasız bir düşü ifade ederdi.
"Kosova'da bir çiftlikte," dedi Hande.
"Hâlâ hayıflanıyorum. Geçen nasıl elimizden kaçırdık," dedi ihtiyar adam. Yağmur Sındırlı'nın Avarya'ya döndüğü gün Yaz da birkaç saatliğine ülkeye getirilmişti.
Pembe gözlü kadın hınçla yutkundu. Başarısız olmaktan nefret ederdi. "Bir kare fotoğraf çekmeme bakardı her şey," dedi. "Bir gecede Avarya'nın her yerine asardım. İki yoldan az geçilmiş olanı seçmemeliydim."
Sındırlı dublör araba kullanmıştı. Yaz'ı taşıyan arabanın bir tıpkısını peşine takmış ve bir kavşakta ikisini ayırmıştı. Hande yanlış arabayı takip ettiği için Yaz'a ulaşamadı. Hatasını düzelttiğinde ise iş işten geçmiş, kıvırcık saçlı kadın tekrar ortadan kaybedilmişti.
"Şairler her zaman haklı değildir," dedi Kurtuluş. İkisinin de aklında aynı şiir vardı. Robert Frost'un meşhur "The Road Not Taken", yani "Geçilmeyen Yol" adlı şiiri. Son kıtası şöyleydi:
"İç çekerek anlatacağım bunu ben
Çağlarca, yaşlarca sonra bir yerde
Bir ormanda iki yol ayrıldı ve ben,
Geçtim az yürünmüşünden
Ve bütün farkı yaratan bu oldu."
Yaz'ın yerini sürekli değiştiriyorlardı. Bir yerde en fazla üç gün kalıyordu. Bugüne kadar Bulgaristan, Kosova, Karadağ, Macaristan, Romanya, Sırbistan gibi ülkelere gitmişti. Fakat şehir merkezlerine hiç girmemişti. Yerleşim yerleri dışındaki çiftliklerde ya da müstakil evlerde kalıyordu. Kaldığı odanın pencereleri tahtayla kapatılıyordu. Bu yüzden içeriyi gözetlemek pek mümkün değildi. Hande uzaktan gözlemleyebiliyordu. Dışarı çıkarken gözlerinin muhakkak bağlı olduğunu söylüyordu, gökyüzünü muhtemelen çok uzun zamandır görmediğini.
Murat Sındırlı, Avarya'da tekrar güce sahip olduğu için başbakanın diğer ülkelerle iletişime geçmesi ve ortak bir operasyon düzenlemesi mümkün değildi. Ordu da polis de istihbarat teşkilatı da Sındırlı'ya sadıktı. Meclis ve kamuoyu yoluyla karar çıkarılsa bile operasyon yapılmadan önce haber uçar ve tutsak bambaşka bir ülkeye taşınmış olurdu.
Kurtuluş'un tek yapabildiği Alihan Larende'yi düzenli olarak arayıp Yaz'ın sağ olduğunu haber vermekti ki Alihan da "Madem kızımdan haber alabiliyorsunuz, neden onu kurtarmak için hiçbir şey yapmıyorsunuz?" diye ateş püskürüyordu. Hatta bir seferinde açıkça Kurtuluş'u suçlamıştı:
"Zaten kızımı tehdit edip duruyordunuz. Onun yükselmesini hiç istememiştiniz. Kurtuluş Bey... Sakın rahat uyumayın. Yargı gününü bekleyin."
"Haksızlık ediyorsunuz. Ben onun iyiliği için söylemiştim."
"Siz bizim iyiliğimizi düşünmeyin ya, lütfen."
"Korktuğum da başa geldi. Elimden geleni yapıyorum. Karşımda basit bir düşman yok. Fazla bilgi veremem ama eğer..."
"Elinizden gelenin fazlasını yapın o halde," diyerek sözünü kesmiş ve telefonu kapatmıştı.
Hande, Kosova'daki çiftliğin fotoğraflarını Kurtuluş'a verdi.
"Her yerde olduğu gibi burada da bir kilometre çapında bir alanı silahlı nöbetçiyle tutuyorlar," dedi kadın. "Dümdüz bir alan. Neredeyse fark ediliyordum."
"Nerede kalıyor peki?"
"Yerin altında malzeme odası gibi bir yer var, girişi şuradan." Kameradaki yakınlaştırma özelliğini kullanarak çektiği fotoğrafta arka bahçedeki bir noktayı gösterdi. "Bu sefer Yaz giriş yaparken fotoğraf çekmem mümkün olmadı. Üzerini beyaz çarşafla örtüp öyle arabadan çıkardılar. Her ihtimali düşünüyorlar."
Yaz'ın diğer bazı yerlerde giriş çıkış yaparken fotoğrafları vardı. Ne var ki Murat ile aynı karede olduğu, böylece açık kanıt olarak medyaya verilebilecek hiçbir fotoğrafı yoktu ve Murat da dolaylı kanıtları saptırıp kamuoyundaki saygınlığını korumak konusunda maharetliydi. Kurtuluş ve Hande işlerini şansa bırakamayacakları için bu fotoğrafları yayınlamıyordu.
"Peki ya böcek?"
Hande, hareket edebilen; uydudan takip edilebilen, ses kaydı ve görüntü alabilen, irice bir böcek büyüklüğünde robotlar imal ediyor ve kullanıyordu. Dış mekânda gayet iyi çalışan bu cihazlar, insanlar gerçek böcek sanıp ezdiği için iç ortamlarda pek işe yaramıyordu.
"Gönderdim fakat sinyal kesildi."
"Alabildiği son görüntü bir ayakkabının tabanı oldu," dedi Kurtuluş.
"Yok," dedi Hande. "Bu kez yerin altına girmeyi başardı fakat toprak sinyali kesiyor, biliyorsun."
"Yani Yaz'ın yanında," dedi ihtiyar adam. "Peki böceği tamamen kayıp mı etmiş oldun yoksa geri dönme ihtimali var mı?"
"Böceği programlarken bir yeri merkez olarak belirliyorum, şarjı bitmeden önce merkeze geri dönüyor. Rotasını hafızasına kaydettiği için dönerken sinyal almaya ihtiyacı olmuyor. Çiftliğin olduğu tarlada tek başına bir ağaç vardı. İşte o ağacın dibi merkez. Yarın tekrar gidip bakacağım, acaba dönebilmiş mi?"
Öğlen Kurtuluş tekrar tek başınaydı. Danışmanlarının sunduğu raporlar üzerinde çalışıyordu. Kapı çalınmadan açıldığında irkildi. Yağmur Sındırlı içeri girdi. Saçları salıktı, boynunda inci bir kolye vardı. Bedenini saran, önü yırtmaçlı -fakat dekoltesi yoktu- diz hizasında ve kısa kollu koyu mavi bir elbise giymişti. Hiçbir şey söylemeden koltuğa oturdu ve "Siz misafirlerinize böyle mi davranıyorsunuz, Kurtuluş Bey?" dedi.
"Anlamadım," dedi yaşlı adam, hâlâ şaşkın.
"Diyorum ki 'hoş geldin' bile demediniz, elinizdeki işi bırakmadınız. Misafir ağırlamanın bir adabı var."
"Adap, ne hoş bir kelime," dedi Kurtuluş. "Misafir olmanın da bir adabı vardır, örneğin gideceğiniz kişinin müsait olup olmadığını sormak. Şu an sizi kabul edemem. Lütfen sektererimden randevu alın."
Yağmur gözlerini kısarak "Ben herhangi bir insan değilim." dedi.
"Peki kimsiniz?"
"De facto olarak sizden daha çok nüfuz sahibi biriyim. Ben Yağmur Sındırlı'yım. Babama gösterdiğiniz hürmeti bana da gösterirseniz, devletin organları uyum içinde çalışacaktır."
"Bunun randevu almakla ne ilgisi var?"
"Cumhurbaşkanının huzurunuza çıkması için randevu mu gerekiyor?"
"Evet," dedi Kurtuluş. "Devlet ciddiyet ister. Biz de devlet adamları olarak bu ciddiyetin gereğini yerine getiririz. De facto değil de jure duruma bakarım ve yasalara göre sizin sokaktaki bir vatandaştan herhangi bir farkınız yok."
Kadın küplere binerek "Umarım bu hassasiyeti Manolya için beni ararken de gösterir, aramadan önce randevu alırsınız." dedi ve kalkıp gitti.
Kurtuluş'un kanının damarında nasıl hızlandığını göremedi. Nabzının artışını ve görüşünün geçici olarak bulandığını da... "Manolya, yaşıyorsun ama hayaletin hiç bırakmıyor beni," diye düşündü ve çekmecede tansiyon ilacını aradı.
֎
Y A Ğ M U R
Aynı gün
Varnata, Avarya
Yağmur, başbakanlık konutunun önünde bekleyen arabaya binerken hâlâ öfkeliydi. "Eve gidelim," dedi şoföre.
"Neyiniz var, iyi misiniz?" dedi beyazlamış yüzünü dikiz aynasından gören şoför.
Kollarını dolamış, camdan dışarı bakıyordu. Soruyu duyunca şoföre dönerek "Orta yaşlı erkeklerin ukalalığına dayanamıyorum." dedi. "Koltuğu o kadar önemsiyorlar ki... Makam her şeydir sanıyorlar. Herkes sana toplanıp kral dese bu seni kral ruhlu birisi yapmaz. Güç insanın içindedir."
"Tabii ya," dedi şoför, gözlerini kaçırarak.
"Söyle söyle," dedi kadın. "Senin baban da farklı değil,' de. Senin kaçırdığın şu. Babam gücünü makamından almadı. Aksine, makamı gücüyle kazandı. Bugün onun bir koltuğu yok. On beş yıl hapis yatmış eski bir hükümlü. Fakat hâlâ en büyük devlet adamı. Kurtuluş Aslan'la babamın farkı işte bu. Dostoyevski der ya, 'Hapishanede çoraplarını kendi yamayan kraliçe, hiç şüphe yok ki, en görkemli taç giyme törenlerindeki kadar, belki bundan da çok kraliçe gibi görünür."
"Siz de kraliçe gibi görünüyorsunuz," dedi şoför.
Yağmur'un yüz ifadesi yumuşadı ve öfkesinin yerini sıcacık bir gülümseme aldı. "Teşekkür ederim."
İri yastıklı koltuk takımlarıyla döşenmiş salonda arkasına yaslanıp soluklanan kadın, olanları babasına anlattığında Murat "Niye randevu almadın?" diye sordu.
"Diğer insanlar gibi randevu almak zorunda mıyız?"
"Her şeyin bir usulü vardır," dedi baba. Pencereden giren gün ışığı ayaklarının dibine vuruyordu. "İnsanların ofisine çat kapı girilmez. Sekreterinden randevu isteseydin elbette seni reddetmezdi. Gereksiz kapris yapmışsın."
"Haklısın, hatalı davrandım," dedi çocuğu, mahcupça. Bakışlarını desensiz halıya çevirdi.
"Hem sen ne konuşacaktın ki Kurtuluş Aslan'la?"
"Tanışma ziyareti yapmak istedim." Gülümseyip bacak bacak üstüne attı. "Beni tanımaları gerekiyor."
"Anlıyorum," dedi Murat, suratı asıktı. "Ama biraz yavaş ol. Şımarıkça davranırsan insanları kendinden soğutursun. Saygılı davran, kalplerini kazan. Vult iktidarında herkesin kafasına adımı diktatör diye kazıdılar. Daha dün ağabeylerin soyadımızı kullanamıyordu. Ben ne yapıyorum? İğne oyası yapar gibi ilmek ilmek düzeltiyorum."
"Seni bizden ayırdıkları için," dedi Yağmur, küçük bir kız çocuğu gibi, "Hepsinin canına okumak istiyorum." Murat'ın hapishanede geçirdiği on beş yılı kastediyordu ki bu sürecin başında genç kadın henüz dokuz yaşındaydı.
"Boş ver, önümüze bakacağız," deyip kalenderce tebessüm etti adam. "Gelecek projelerini belirledin mi? Herhalde evine yalnızca dans etmek için dönmedin."
"Manolya," dedi uzun saçlı kadın.
"Ne?"
"Manolya, Aslan'la ilgili bir sır. Neyle ilgili olduğunu bilmiyorum fakat Aslan'ın canını yakacak bir şey. Vult'un notları arasında buldum ve üstüne gideceğim."
Murat'ın alnı kırıştı. "Sandık fareliği yapmaktansa gerçek bir işle ilgilenmeni istiyorum." dedi. "Faydasız işlerle uğraşma. Ne yapacaksın ki bulup?"
"Aslan'ı avucuma alacağım." Yüzünde dediğini zaten gerçekleştirmiş gibi bir gülümseme vardı.
"Aman, sanki çok önemli biri de..." dedi ihtiyar. "Altı üstü seçimle geldi. Seneye genel seçimlerde gidecek. Senin yapacağın ne, biliyor musun? Prestijli bir şirkette çalışmak, çevrecilik ya da çocuk hakları gibi duyarlılık gerektiren bir derneğe üye olmak ve kalan zamanında da artık dans mı ediyorsun, başka bir hobi mi ediniyorsun, onları yapmak. Bağlantılarımı kontrol edeyim. Acaba yönetim kuruluna girebileceğin bir şirket var mı?"
"Aslan o kadar basit biri değil," dedi Yağmur. Gün ışığı bu kez onun omuzlarına vuruyordu. "Vult'la yıllarca dost olmuş birinden bahsediyoruz. Siyasette birbirlerine muhalefet etmiş olabilirler ama özel hayatlarında aralarından su sızmıyormuş. Vult'la ilişkisi olan herkes tasfiye edilirken o neden yerinde? Seneye tekrar seçileceğini düşünüyorum. Avarlar böyledir, sürekli şikâyet eder, seçim zamanı da yine gidip en güçlü gördükleri kişiye oy verirler. Onun gücünü oymamız lazım."
"Ben gerekeni yaparım, bu senin düşüneceğin bir şey değil." dedi Murat ve ayağa kalktı. "Kitaplık odasında son on yılın istatistikleri var. Onları okuyup bana rapor çıkartacaksın. Marş marş!"
"Peki ama bu meseleyi bıraktım sanma," dedi kızı hızlıca ayağa kalkarken. "Dans sadece sahnede edilmez baba."
Arkasını dönmüş salondan çıkmak üzereyken adam onu durdurdu.
"Şu komünist," dedi ve birkaç saniye dudaklarını ısırarak ismini düşündü. "Çok dikkat çekiyor."
"Katya Saran mı?"
"Evet," dedi hatırlayamadığı ismi başkası söyleyince rahatlayarak. "İnanılmaz sayıda takipçisi var. Eylemleri çok kalabalıklaştı. Kontrol altına almamız gerekiyor. Aptalca işlere kalkışmasınlar."
"Kontrol altında zaten," dedi Yağmur kendinden emin.
"Nasıl yani?"
"Kızı, Kanber ağabeyin kulübünde assolist. Canımızı çok sıkarsa patlatırız bir magazin haberi, itibarı söner gider."
"Bunu niye yeni öğrendim?" dedi ihtiyar şaşırarak. "Ben yaşlanmışım yahu. Aferin. Akşam kulübe gidip baba kız fasıl yapalım, hem assolistle de tanışmış oluruz."
Babasının "aferin"i genç kadının beyninde dopamin salgılattı. İçinden çağlayan bir sevinçle "Harika olur!" diye haykırdı.
֎
K A T Y A
Aynı gün
Varnata, Avarya
Güneş bulutlarla saklambaç oynarken saçları kulak hizasına gelen ve yarı yarıya grileşmiş takım elbiseli bir adam, şehrin en geniş bulvarına bakan işlek bir kafenin dar yuvarlak masasında dizüstü bilgisayarını inceliyordu. Sağında bir çay bardağı vardı. Alihan iki gün önce, yani Yaz'ın 27. doğum gününde yaptığı basın açıklamasını tekrar inceliyordu.
"Yaz'ı ne kadar gündemde tutarsak ona kavuşma ihtimalimiz de artar." demişti. "Onu unutturmak istiyorlar. Kalplerinizden silmek istiyorlar. Çünkü, sevgili arkadaşlarım, bizleri öğrenilmiş çaresizliğe hapsetmeye çalışıyorlar. Kızım sadece genç bir siyasetçi değil, bizim bir halk olarak sahip olduğumuz gencecik ruhun ve bağımsız irademizin temsiliydi. Ezilmiş, boyun eğdirilmiş değil özgür, başı dik ve onurlu bir halk olduğumuzun... İşte bu yüzden onu ortadan kaldırdılar. Canına bir zarar gelmedi çünkü eğer öyle olsaydı..."
"Öldürselerdi" demeye dili varmamıştı.
"... siz onu kahraman olarak bilecek, anısını yaşatacaktınız. Bunu istemediler. Çok şükür ki kızım hayatta. Fakat akıbetini belirsizliğe mahkûm ettiler ki yavaş yavaş tavsasın. Avarya halkı öz bilincini unutsun. Tek çare sizin onu hatırlamanızdır. Bir zamanlar Yaz Larende'ye duyduğunuz sevgiyi, onunla yeşeren umudunuzu hatırlayın ve cevap alana kadar sormaktan vazgeçmeyin: Yaz Larende nerede?"
Kameralardan birine dönerek "Şayet buraları sana izletiyorlarsa," dedi. "Doğum günün kutlu olsun kızım."
Bu sırada masadaki diğer sandalyeye siyah pantolonlu, açık kahverengi bluzlu bir kadın oturdu.
"Hoş geldiniz Katya Hanım," dedi Alihan. Bilgisayarın kapağını indirip arkadaşıyla tokalaştı. "Nasılsınız?"
"İyiyim. Ya siz?"
"Ben de... Ne içersiniz?"
Garsona işaret edip bir çay daha sipariş ettikten sonra Alihan, kızının doğum gününde yaptığı konuşma için kafasında soru işaretleri olduğunu söyledi.
"Sizce hükümetin Yaz'ın yerini bildiğini söylemeli ya da ima etmeli miydim?"
"Hayır, doğru olanı yaptınız." dedi diğeri. "Ya haber akışını keserlerse?"
"Böyle ne zamana kadar sürecek?"
Alihan'ın yüzünü inceledi Katya; alnındaki çizgilerde, tenindeki kızarıklıkta, ağzındaki gerginlikte yüklendiği stres somutlaşmıştı.
"Ben Kurtuluş Bey'in Yaz'ın kaçırılmasıyla bir ilgisi olduğuna inanmıyorum." dedi. "Parti döneminden tanıyorum kendisini, o kadar nahif bir insandır ki..."
"Bu iş," dedi Alihan, toparlanarak, "Nasrettin Hoca'nın iki kilo et ve kedi fıkrasına döndü. Başbakan kızımdan düzenli olarak haber alabiliyorsa yerini nasıl bilmiyor?"
"Demek ki kaçıranlarla iletişime geçiyor. Onun da yapabildiği o." O sırada Katya'nın çayı geldi. "Kaçıranların kim olduğunu biliyorsun."
"Tahminim var: Sındırlılar."
"Tahmin değil. Başka bir ihtimal yok. Yaz'ı kesinlikle Sındırlılar kaçırdı. Nasıl Bahar'ı zehirlediler? Benzer şekilde Kurtuluş Bey'i de tehdit ediyor olmalılar."
"Kendini yakmamak için kızımı yakıyor yani. Elini sallayarak, "Kurtuluş'un koltuğu beni ilgilendirmiyor. Ya kızımı gidip alacak ya da oradan inecek," dedi.
"Çıktığı bir yer yok ki insin." dedi Katya, gözlerini muhatabından ayırmadan.
"Nasıl yani?"
"Başbakan mevcut sistemde görevini yapamıyor. Meclistekiler de temsil ettikleri halkın istediğini yapamıyorlar. Sermaye neye izin verirse onu yapabiliyorlar. Siz sanıyorsunuz ki herkesin oy hakkı eşit. Yok öyle bir şey. Söz sermayenindir. Sermaye demişken de aklınıza üç beş milyonluk birikimleriniz gelmesin. Trilyon levle oynayan insanlar var, onların yanında esameniz okunmaz. Üretim araçları kiminse söz onundur."
"Üretim araçları nedir?" diye sordu adam.
"Emek, sermaye, girişimci ve doğal kaynaklar. Bu ülkedeki şirketlerin önemli bir bölümü Sındırlılara ait. Sermaye onlarda, girişim onlarda, doğal kaynaklar onlarda. İşçilerinin emeğini de sömürüyorlar. Geriye ne kaldı?"
Alihan sıkıntıyla içini çekti. "Hiçbir şey."
"Kurtuluş Bey, Sındırlıların çıkarlarına ters davrandığı gün koltuğunu kaybeder. Ondan herhangi bir beklentiniz olmasın."
"Peki ne yapacağız?"
"Mevcut bozuk düzeni yıkıp sermayenin değil, halkın söz sahibi olduğu bir düzen kurmak. Tek çare bu."
Adamın yüzündeki ifade gevşedi. "Ne kadar iyi niyetlisiniz!" dedi. "Keşke fikri bir sefaleti savunmasanız."
Katya kafasına balyozla vurulmuş gibi hissetti. Elini döşüne koyarak "Fikri sefalet mi? Ne münasebet!" dedi.
"Komünizm ya da sosyalizm, adına ne derseniz, sefaletin teorisinden başka bir şey değildir. Tıpkı dozer gibi uygulandığı ülkeleri yıkar geçer. Avarya'da sosyalist bir düzen ihtimali doğarsa korkarım sizinle mücadele etmek zorunda kalırım."
Katya'nın gözleri hafifçe kızarmıştı. "Belli ki bunlar hakkında hiçbir şey okumamışsınız," dedi.
"Yirmi sekiz yıl boyunca bizzat yaşadım," dedi Alihan. "İkisi bir ölüm adasında hapiste, dördü de sürgünde geçti. En rahat yıllarımdan bile Allah saklasın!"
"Sovyetlerde miydiniz?" dedi kadın.
"Komünist Bulgaristan'daydım. Bir de suçumu sorun."
Katya gülmeye başladı. "Affedersiniz de siz o eski ucube rejimi komünist mi sanıyorsunuz?" dedi. "Neydi suçunuz?"
"Türkçe konuşmak."
"İşte," dedi kadın. "Benim inandığım sistemde hiçbir dil yasaklanamaz. Onlar ırkçıymış. Sosyalist ahlakın yanından geçemezler. Eğer gerçekten bu sistemin hakkıyla uygulandığı bir ülkede yaşasaydınız..."
"Hangisi o? Sovyetler Birliği mi? Vatandaşı kaçmasın diye Berlin'in ortasına duvar örmek zorunda kalan devlet yani... Küba mı? Çin ya da Kuzey Kore mi?"
"Küba'nın nesi var, güzelim ülke," dedi kadın.
"Dürüst olun," dedi adam. "ABD ve Küba'da yaşama şansınız olsa hangisini tercih ederdiniz?"
"Siz, sınıf bilinciniz olmadığı ve burjuva gözüyle baktığınız için ABD diyorsunuz. Bense bir işçi gözüyle bakabildiğim için Küba diyorum. Amerika deyince siz yukarı bakıp gökdelenleri görüyorsunuz, ben ise yere bakıp evsizleri... Ambulans kullandı diye binlerce dolar fatura çıkanları... Parası olmadığı için hastaneye gidemeyip ölüme terk edilenleri..."
Kahveden bir yudum alıp "Ben lüks bir yaşam vadetmiyorum Alihan Bey," dedi. "Burjuvanın lüks yaşaması için proletaryanın sefalete düşmesi gerekir. Ben ise eşit ve insanca yaşamaktan bahsediyorum. Beni anlamıyorsunuz çünkü Ab-ı Hayat sitelerinde oturuyorsunuz. Şairhanım'daki o üfleseniz yıkılacak evlerde yaşasaydınız, beni anlardınız."
Alihan gerginleşti. "Ab-ı Hayat'taki evimi almak için yıllarca çalıştım. Ne aldıysam çalışarak aldım," dedi. "Emeğimi bir çırpıda sildiniz, emekçinin dostu Katya Saran! Sizin sisteminizde kota doldurmak için çalışıp akşam da bir toplu konuttaki teneke gibi daireme gitmeliydim, değil mi?"
"Silmiyorum emeğinizi."
"Siliyorsunuz."
"Siz bir ev alacak parayı kazanırken patronlarınıza on ev alacak para kazandırdınız. Aradaki fark sizden çalınmıştır. Buna 'artı değer teorisi' denir. Emeğinizi silen ben değilim, onlar."
"Marx'ın sakızını çiğnemekten sıkılmadınız mı?" dedi yüzünü ekşiten adam. "Patronlar risk aldığı için kazanıyorlar. Ab-ı Hayat İnşaat'ın sahipleri yarın bir gün batıp sıfırı tüketebilir. Ben ise şirket var olduğu sürece maaşımı alırım. Şirket batarsa gider başka iş bulurum. Benim maaşım sınırlı ama riskim yok. Patronlar ise teorik olarak sınırsız kazanç sağlayabilir fakat her şeylerini kaybedebilirler. Bu riski alabilen herkes girişimci olup kendi işinin patronu olabilir. Emeğimi şirkete satıyorum, karşılığını alıyorum. Şirket de piyasaya satış yapıyor, karşılığını alıyor. Burada bir sömürü yok."
"Emeğinizi halka sunmak varken ucuza satmak da sizin tercihiniz tabii," dedi Katya.
"Niye halkı düşüneyim? Kimseye emek borcum yok. Kimsenin de bana yok. Kimse ürettiği bir malı ya da hizmeti bana bedelsiz vermek zorunda değil. Ben de değilim. Bir insanı başka bir insan uğruna fedakârlık yapmaya zorlamak zalimcedir."
Katya başını hafifçe yana eğdi. "Ben Marx'ın sakızını çiğniyorsam siz de Ayn Rand'ınkini çiğniyorsunuz."
"Kim?"
"Ayn Rand."
"Hiç okumadım. Hatta ismini ilk kez şu an duydum. Benimki tamamen hayat deneyimidir."
"O da tıpkı sizin gibi bir insanın bencilce yaşaması gerektiğini savunuyordu. Fakat yaşlandığında sosyal yardım almaya muhtaç kaldı."
"Bir saniye," dedi adam. "Ben bir insan bencilce yaşamalıdır, demedim. Fedakarlığa zorlanamaz dedim. Yürekten gelen fedakarlığa bir sözüm yok."
"Aynı kapıya çıkar. Toplumsal dayanışma bireyin keyfine bırakılamaz," dedi Katya.
"Biri, kendine ait olanı isteyerek veriyorsa bunun adı armağan, zorla veriyorsa gasp olur," dedi Alihan.
"Peki, hem üretim araçları kapitalistlerin elinde toplanacak hem de halk kendi geleceğinde söz sahibi olacak. Bu ikisi nasıl bir arada oluyor, açıklar mısınız? Anahtar bir kişinin elindeyse ışığı yakıp yakmama kararı diğerlerine ait olamaz."
"Öbür türlü de o anahtarın başına halkı temsil ettiğini iddia eden bir genel sekreter geçiyor. Işığı kafasına göre açıp kapatıyor," dedi adam. "Adımı değiştirdiler, kimse de fikrimi sormadı."
"Bulgaristan'dan örnek vermeyin," dedi kadın. "Halkın kimliğine müdahale etmek sosyalist değil, ırkçı bir uygulamadır."
"Peki SSCB'yi beğeniyor musunuz?" dedi Alihan ve sonraki sorusunu dilinin ardında sakladı.
"Tabii ki! En başarılı deneylerden birisidir."
Kadın, tam da adamın istediği cevabı vermişti. Bunun üzerine adam bir zafer edasıyla "Stalin, Ukraynalıları açlığa mahkûm ederken onların fikrini mi sordu?" dedi.
Katya afallamıştı. Bir an için gökyüzüne bakarak "Ama..." dedi. "O bambaşka bir mevzu. 1930'ların başında bütün Sovyet ülkelerinde kıtlık görülüyordu."
Alihan eğlenerek "Eee?" dedi.
"Ukrayna'daki tarla sahipleri kolhozlara yani kolektif çiftliklere katılmak istemediği için mahsullerini yaktılar."
"Neden?"
Katya söyleyecek bir şey bulamadı. "İnsanların bilerek aç bırakıldığına dair kanıt yok."
"Kıtlığın milyonlarca insanı öldürmesinin sebebi Stalin'in politikalarıdır. SSCB, Ukrayna'yı kolektifleştirmek için bütün üretimine ve mallarına el koydu. Halkın ihtiyacı olan gıdayı yağmaladıktan sonra ne bekliyorlardı?"
"Belgeler diyor ki," dedi kadın. Alihan onun sözünü kesti.
"Sizin şu açık gerçeklere karşı çıkarak gönül verdiğiniz ideolojiyi savunma çabanız neye benziyor, biliyor musunuz? Sındırlı'nın inkârına. Kızımı zehirledikleri bilimsel raporlarla ortada olmasına rağmen, 'Bilerek yapmadık, üretim hatasıymış,' demesine. Karşımda başka bir bedene bürünmüş Murat Sındırlı'yı görüyor gibi oluyorum, korkuyorum."
"Çok ağır konuşuyorsunuz." dedi kadın, hayal kırıklığıyla.
"Ağır değil," dedi adam, hararetle. "Hafif! Hafifletmeseydim ne derdim, biliyor musunuz? Siz bu ülkeyi ele geçirirseniz, kızımı kaçıranlara rahmet okumak zorunda kalırım. Avarya'yı mahvedersiniz. Radikal bir tarafınız var. Avarya'ya iyiliğiniz dokunsun istiyorsanız bu yanınızı kontrol altına alın. Bu çağda 'sosyalist devrim' diye bir şey yok. Yaşandı, denendi, başarısız oldu ve bitti. Yeni bakış açıları lazım."
"Benim çabam da bunun için zaten." dedi Katya. "Ben Stalinist değilim, Saranistim. Yıllardır kendi özgün teorim için çalışıyorum."
"Teorinizde özgün hiçbir şey yok." dedi adam, bacak bacak üstüne atmıştı. "Komün baloncuğu dediğiniz şey bildiğimiz kolhoz. Mülkiyet hakkını korumadıkça hiçbir işe yaramaz."
"Mülkiyet hırsızlıktır."
"Mülkiyet hakkına kastetmek hırsızlıktır."
Katya çantasından mendil çıkarıp yüzünü sildi. "Belli ki anlaşamayacağız, konuyu kapatalım. Olur mu?"
"Konuyu ben açmadım." dedi adam. Karşısındakinin aksine rahattı.
Katya ve Alihan birbirlerini uzun yıllardır tanıyorlardı fakat son birkaç aydır yakın arkadaşlardı. Alihan, Yaz'ı gündemde tutabilmek için belirli bir kitlesi olan herkesle iletişime geçiyordu: ünlüler, gazeteciler, politikacılar... Konuyla en samimi şekilde ilgilenenlerden biri Katya olmuştu. Her hafta buluşup plan program yapıyorlardı fakat bir kırılma noktasını o anda aştılar.
"Siz..." dedi Katya.
"Şu 'siz'i bir kenara bırakalım mı?" dedi Alihan. "Artık yeterince içli dışlı olduğumuzu düşünüyorum Katya, tabii sen sadece dava arkadaşlarına 'sen' diyorsan, o başka." Kadın gülerek "Bunu da nereden çıkardın yoldaş?" dedi.
Adamın da dişleri göründü. Ardından yüzü nötr hale geldi. "Bazen düşünüyorum da Avarya'ya hiç gelmemeliydim."
"Neden?"
"Alkanlar arkamızda durmadı." dedi. "Yaz'a parlak bir gelecek vaat ederek bizi buraya getirdiler. Türkiye'ye taşınalı birkaç ay olmuştu, hiçbir şeyimiz yoktu, yol yorgunuyduk. Eski eşimin karnı burnundaydı. Onca zorluğa katlandık ama sonuç ne? Kızım nerede?"
Katya başını eğip içini çekti ve adamı dinledi.
"Sındırlı ailesinin gücü varsa, Alkanların yok mu? Neden kullanmıyorlar?"
"Onların gücü sadece kendine yarar." dedi kadın.
"Güya aile dostuyuz ama üç ay oldu, tek bir Alkan'la telefonda görüşmedik. Bahri Alkan hiçbir şey yokmuş gibi partinin başına geri geçti. Meclisten çekilmelerini beklemiyorum ama..."
"Hayır, tam da meclisten çekilmeleri gerekirdi." dedi Katya. "Genel başkanları kaçırılmış. Seçmenlerinin iradesi hiçe sayılmış. Başka ne olabilir ki?"
Alihan'ın iç çekişi kelimelerden daha fazlasını ifade ediyordu.
֎
D E V R İ M
Aynı akşam
Varnata, Avarya
Devrim, mor bir fular ve siyah elbiseyle sahneye çıkarken kulisteyken aldığı Murat ve Yağmur'un onu dinlemeye geleceğini haberiyle kalbi de ayakları da her zamankinden daha hızlıydı. Ritme alkış tutarak eşlik edip bütün seyircilerin havaya girdiğinden emin olduktan sonra başladı:
"Sorma âşık mıyım ben, ağlar isen derdinden / Âşıkların sevdası, okunur gözlerinden."
Birçok Rumeli türküsünde olduğu gibi bu türküde de sözler hüzünlüyken müzik hareketliydi. Kulüp alacakaranlıktı; sadece sahne, mülevven ışıklarla aydınlatılıyordu. Türkünün sonunda tam karşısındaki masaya bakarak göz teması kurdu. Mikrofonu kaldırıp "Onur konuklarımız Murat ve Yağmur Sındırlı'ya bir alkış!" diye haykırdı.
Devrim kendisini fazla kaptırmış olmalıydı ki içeride kuvvetli bir alkış koparken hoparlörden de tiz ve rahatsız edici bir ses geldi. Orkestra bu sesi bastırmak için sıradaki parçanın müziğini çalmaya, şarkıcı kadın da melodiye uyarak salınmaya başlamıştı.
Yedi yöreyi türkülerle gezdi. Ankara ve Roman havaları söyledi. Müşteriler birkaç parçadan sonra iyice gevşeyince sahneye çıkıp oynamaya başladılar. Yarım saat sonra gelenlerden yalnızca yarısı oturuyordu. İçerisi ısınmış ve ortalığı mayhoş, şekerli bir koku sarmıştı.
İcrası esnasında içeriyi de gözlemleyen Devrim herkesin yeterince yorulduğu bir zamanda ara verdi. Kulise geçip su içip üstünü değiştirdikten sonra salona dönerek özel misafirlerin masasına yerleşti. Nazik bir gülümsemeyle hâl hatır sordu ve kısa bir sohbetin ardından istek parçaları olup olmadığını öğrenmek istedi.
"Sındır Yaylalarında türküsünü biliyor musun?" dedi Murat, gülümsedi, bakışları daldı. "Köyümün ezgisidir. Uçsuz bucaksız arazilerde çobanken söylerdim."
Ardından mırıldanmaya başladı.
"Sındır yaylalarında ekinler sıra sıra / Sürü sürü koyunlar geçer Mevlam be
Zemherinin başında geceler kara kara / Koyunlar ağılında medet Mevlam, me..."
Dizenin sonundaki "me" soğuk kış gecesinde mevlasına yalvaran koyunların melemesini anlatıyordu. Her dizede farklı bir hayvanın sesine atıf vardı.
"Bağlar bahçeler solar, ayaz gülleri yolar / Aşkından kanlı ağlar, öter bülbül, hu..."
Böyle gidiyordu.
"Gençken çoban mıydınız?" dedi Devrim.
"Tabii... Askere kadar okuma yazma bilmezdim. Çobanlık şehirliler tarafından küçük görülür ama bir adamın yöneticilik yeteneğini daha iyi geliştiren başka bir meslek yoktur. Binlerce koyun emanet alıp tek tek tanıyacaksın. Huylarını bileceksin, hepsine sahip çıkacaksın. Havayı koklayacak, tehlikeyi hesap edeceksin. Doğayla sanki o bir insanmışçasına konuşacaksın. Kurdu soracaksın ona. Emanetlerinin hiçbirini kurda yem etmeyeceksin."
Murat'ın anılarının ardından sıra Yağmur'a geldi.
"Britney söyleyebilir misin?"
"Britney Spears mı? Severim ama orkestram bilmez," dedi kızıl peruklu kadın.
"Aaa, lütfen! Hep türkü olmaz ki..." Tek omzunu kaldırdı. "Çıplak sesle söyle."
"O kadar istiyorsa söyle," diye destek çıktı baba.
Assolist "Şarkılarını ezbere bilmiyorum." diye çekingence itiraf etti.
Kanber ceketini düzeltti. "Benim odadaki yazıcıdan çıkarırız."
Yarım saatlik aradan sonra Devrim tekrar sahnedeydi. "Yağmur Hanımın isteği üzerine, Baby One More Time," dedi ve alkışların dinmesini bekledi. Şarkının ismi "Bir Kez Daha Bebeğim" anlamına geliyordu.
Kanber orgcuya da basit bir nota kâğıdı çıkarıp vermişti. Böylece kızıl peruklu kadın orgdan çıkan piyano sesi eşliğinde söylemeye başladı:
"Yalnızlığım beni öldürüyor ve ben
İtiraf etmeliyim ki hâlâ inanıyorum.
Seninle değilken aklımı yitiriyorum.
Bana bir işaret ver,
Beni bir kez daha ara, bebeğim."
Müşteriler alışık olmadıkları bu müzik türünü pür dikkat dinlerken Yağmur da hayranlığa düştü. Parçanın sonunda en çok o alkışladı.
Gece ilerledi, şamata sona erdi. Devrim kuliste soyunurken Yağmur yanına geldi. "Mükemmeldin. Neredeyse Britney kadar iyiydin. O nasıl ses!"
"Teşekkür ederim Yağmur Hanım," derken diğeri onu susturdu.
"Ne hanımı ya!"
"Teşekkürler Yağmur."
"İşte böyle." Puflardan birine oturdu. "İrem, sana bir şey diyeceğim. Doğal saçların muhteşem. Millet boyayla bu sarı tonunu tutturmaya çalışıyor, başaramıyor. Niye peruğun altına gizliyorsun ki?"
Diğeri sıkılarak "Benim özel bir durumum var." dedi.
"Gerçek adın Devrim ve annenin senin şarkı söylediğini öğrenmesini istemiyorsun."
Devrim asıl ismini işitince birinin duyduğu endişesiyle korkarak kapıya baktı. "Evet."
"Kaç yaşındasın?"
"Yirmi bir."
"Ohoo..." Yağmur ellerini pufa koymuş, ayağını da uzatmıştı. "Sen reşitsin. Sana kim karışır? Şu yetenek, şu güzellik ziyan olup gidecek. Bir şey soracağım, sen Katya Saran'ın fikirlerini destekliyor musun?"
"Aslında hayır," dedi şarkıcı.
"Sen desteklemiyorsun diye o vazgeçiyor mu? Sen niye kendinden taviz veriyorsun?"
"Aslında..." dedi bir kez daha. "Ben ileride spiker olmak istiyorum, bu yüzden Orkide'deki günlerim kariyerim sırasında karşıma çıksın istemiyorum."
"Ne alakası var?"
Devrim her soruda biraz daha bocalıyordu. "Kızlar duymasın ama beni de konsomatris sanırlar diye endişeleniyorum. Biliyorsun, toplum konsomatrisleri yaftalıyor."
Sındırlı kızı ayağa kalktı ve elini diğerinin omzuna koydu. "Senin konumun çok farklı, sen bu kulübün yıldızısın." dedi. "Yine sahne adın İrem olarak kalsın ama bari gerçek saçlarınla, gerçek yüzünle çık. Daha sade bir makyajla dünya güzeli olursun."
"Öyle mi dersin?" dedi sarışın kadın.
"Bir de..." dedi öbürü. "Sen de popu türküden daha çok seviyorsun. Orkide'nin konsepti gereği türkü söylüyorsun ama başka bir yerde, mesela stüdyoda sana pop albümü yapsak."
"Benim çok fazla vaktim olmuyor. Okulda dersler ağır. İyi niyetiniz... Yani... İyi niyetin için teşekkür ederim Yağmur. Şimdi eve gitmem ve biraz uyumam lazım. Görüşürüz."
Koşar adımlarla çıktı. Sındırlı kızı ise tek elinin parmaklarını sırayla kaldırarak veda etti.
"Öyle ikiyüzlülük yok güzelim, Hannah Montana çekmiyoruz burada," diye mırıldandı. "Seni bütün Avarya dinleyecek."
Ardından kulisten çıkıp kapıyı kapattı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top