II - I
Y A Ğ M U R
1 Mart 2010
Pazartesi
Varnata, Avarya
Nihayet vakit gelmişti. Saat tam 21'di, beş yıldır hazırlandığı gösteri başlıyordu. Sahne onundu. Etrafında dansçılar, ateşbazlar, volkanlar, projektörler baş dansçı Yağmur Sındırlı'nın ışığını kuvvetlendirmek için yerini almıştı.
Parvati gibi hissediyordu, varlığının amacı Avarya topraklarına bereket saçmakmış gibi. Sahnesi üç parça olacaktı, her biri için ayrı giysi: Altın işlemeli kırmızı bir oryantal kostümü, modern dans için kırmızı tayt üzerine aynı renkte bluz, son olarak da Hint dansına uygun kırmızı bir sari. Pop, oryantal ve Hint tarzlarının harmanlandığı özel bir müzik besteletmişti. Uzun kahverengi saçlarını salmış ve ışıltılı bir makyaj yaptırmıştı. Her şey içine sinene dek uğraşmış, asistanlara, çalışanlara fazla mesai yaptırmıştı. Tek bir kusura tahammülü yoktu. Aynaya baktığında ihtişamı duymak istiyordu. Berrak bir ışık seli, tanrısal bütünlük, saf yaşam...
Almanya'da dans dersleri verirken, babasının Avarya'ya dönüp bir kozmetik şirketinin başına geçme teklifini reddederken aklında hep bugün vardı. Ülkesinde babasının adıyla var olan silik bir nepotizm bebeği olarak değil; yeni, genç ve güçlü bir Sındırlı olarak dönmek.
Yağmur, Murat'ın en sevdiği fakat kızgın olduğunda da en ağır sözlerle yüklendiği çocuğuydu. Son projesi, başyapıtıydı. Evlatlıktı fakat babasının kanından olan çocuklardan daha çok bağlıydı ona. Murat Sındırlı her ne zaman kızsa "Aptal," derdi Yağmur'a fakat kadın, bu sözün öfkenin söylettiği bir yalan olduğunu ve zekâsının parladığını biliyordu. Kendinden tek bir an bile şüphe etmemişti.
Zaten büyük insan olmak şüpheye gelmezdi. Yaydan çıkmış ok gibi hedefe doğru ilerlemek gerekirdi. Yağmur beş yıl boyunca oryantal dansta Taheyya Kariokka, modern dansta Martha Graham ve bharatnatyamda Rukmini Devi Arundale olmak için çalışmıştı. Ders verme, dinlenme, eğlenme, uyuma zamanlarını dikkatle planlamış ve günün ciddi bir bölümünü kendi çalışmalarına ayırmıştı. Doğru hocaları ararken vakit ve nakit harcamaktan çekinmemiş ve tüm masraflarını babasından harçlık almadan karşılamıştı. Programını yalnız yataktan kalkamayacak kadar ağır grip geçirdiğinde bozarak bir asker titizliğini sürdürmüştü.
Şimdi biraz eğlenme vaktiydi. Ruhunu serbest bırakıp ektiği ağacın meyvesini toplama vaktiydi. Üç saatlik bir gösteri olacaktı. Her saat başı on dakika mola verilecek ve bu sırada dansçı, kıyafetleriyle makyajını değiştirecekti. Yağmur, üstünü sahnede de değiştirebilirdi. Ancak izleyenlerin yorgunluğunu da düşünmek gerekirdi. İnsanlar molada dinlenip gösteriye odaklanmak için güç toplayacaktı.
Protokolde dansçının babası, cumhurbaşkanı ve başbakanla yan yana oturacaktı. Murat Sındırlı resmi bir yetki sahibi olmasa da sözü devlet kademelerinde hâlâ geçerliydi. Üst düzey bürokratların tamamı ona saygı duyuyordu. Hakan Vult tarafından göreve getirilmiş, Sındırlı'ya karşıt bürokratlar ise çoktan tasfiye edilmişti.
Cumhurbaşkanı hâlâ Attila Gürsel'di. Gürsel de Vult'a yakın bir isim olmasına rağmen 2005'teki büyük protestodan sonra değişen güç dengesine ayak uydurmuş, o dönem hâlâ ev hapsinde olan Sındırlı'yı ziyaret etmiş, yeniden yargılanmasına yardım edeceğine söz vermişti.
2006'nın ilkbaharında Murat Sındırlı özgürlüğüne yeniden kavuştu. Çıkar çıkmaz çeşitli televizyon kanallarında boy gösterdi. Despot değil ılımlı bir imaj çizdi, halkın eleştirilerini gülümseyerek dinledi. Geçen yıllar içerisinde olgunlaştığını, hatalarını anladığını ve tekrar yönetimde bir görev edinmek için çok yaşlı olsa da Avarya'yı daima seveceğini söyledi. Diğer yandan Yaz Larende'nin kaçırılmasına üzüldüğünü belirtip bu olayın Hakan Vult döneminde gerçekleştiğine vurgu yaparak doğrudan olmasa da dolaylı olarak suçu ona yükledi.
Bir gazeteci Sındırlı'ya henüz geçen yıl, yani 2005'te Bahar Larende'nin Taylan Sındırlı tarafından zehirlendiğini hatırlattı. Yaşlı siyasetçi bu olaydan da üzüntü duyduğunu belirterek, fabrikalarda zaman zaman hatalı ürün üretilebileceğini, işin içinde kasıt olduğuna dair hiçbir kanıt olmadığını söyledi. Ona göre Larende ailesi, Sındırlı ailesini suçlarken fevri ve düşüncesizce davranıyordu. Aynı dönemde Taylan da kaçırılıp bıyıkları çekilmek suretiyle işkence görmüş, Sındırlılar bunun için elle tutulur sebepleri olduğu halde Larendeleri suçlamamıştı.
"Onlardan da aynı sağduyuyu beklerdim," demişti başını hafifçe eğerek.
Yine aynı günlerde Hakan Vult hücresinde ölü bulundu. Ölüm nedeni kalp krizi olarak tespit edildi. Varnata'daki en büyük Katolik kilisesinde yapılan cenaze törenine Murat da katılarak, ne yaşanmış olursa olsun Vult'un uzun yıllar boyunca Avarya'ya hizmet ettiğini, belki bazı hatalar işlediğini fakat kızgınlık ve kırgınlıkların geride bırakılması gerektiğini söyledi. Murat, gençliğinde Hakan'ı öldürtmeye çalıştığı için Vult ailesi onu cenazede istemiyordu fakat devrik liderin verdiği barış mesajları karşısında karşı çıkacakları bir ortam oluşmadı.
O bahar, Avarya'da hava yeni yeni normalleşiyordu. Hakan Vult tutuklandıktan sonra geçici başbakan atanarak olağanüstü hâl ilan edilmişti. Mart ayında seçim yapıldı. Bir yıl içerisinde üçüncü genel seçim... İlk ikisinde ikinci sırada olan Yeni Gün Partisi, bu kez iktidara yükseldi. Kurtuluş Aslan başbakan oldu. 2010 itibarıyla da hâlâ aynı görevdeydi.
Murat, Yağmur'un Almanya'dan dönmesinden umutsuzdu. Kızının kararı ona sürpriz olmuştu. Yağmur ise kardeşleri gibi bir şirket kurup başına geçmeyi reddetti. Sanatını icra ederek halkın sevgisini kazanacaktı. Bunun yanında, siyasete doğrudan girmeyi de planlamıyordu. Ağını genişletecekti. Dostluklar, ittifaklar kuracaktı. Siyasetin dışında ve üstünde, baştaki parti ne olursa olsun sözünün dinleneceği bir konumda olacaktı. Bir kanaat önderi. Derinlerdeki tahtı oklarla oynatılamayan bir kraliçe. Şu an için, bir prenses.
"Ben sen olacağım baba," demişti havaalanında. Aylar sonra ilk kez yüz yüze görüştüğü babasına söylediği ilk sözdü. "Senin yeni ve yenilmemiş sürümün."
Murat hiç ses çıkartmamıştı. Herhangi bir duygu belirtisi vermemişti. 2010'un o Şubat gecesi buz kesiyordu. Dört çeker araçlarının içi ise sıcacıktı. Yaşlı adam şoföre Sabire Dağları'na sürmesini söyledi. Sabire Dağları Varnata'nın güneyinde, Sındırlı malikanesi ise dağların eteğindeydi. Yağmur'un çocukluğundan alışkın olduğu ev yoluna dönmediler. Tuna Nehri'ne giden otoyolda bir süre seyredip boş bir araziye girdiler.
Birkaç dört çeker daha vardı. Çember oluşturacak şekilde park etmişlerdi. Yağmur babasının peşinden aşağı indi. Boynuna, göğsüne dolan saf soğukluktan ürpererek pembe montuna sarıldı. Toprak karlı değil donuktu. Gökyüzü açık, yıldızlar yere dökülecekmiş gibi yakın ve parlaktı.
Ansızın öncekinden çok daha şiddetli bir ürperme hissetti. Bir ayağını geriye attı, kaçmak, çığlık atmak istedi. Halbuki nefes bile alamıyordu. Alana önceden gelmiş arabaların birinden tekinsiz görünüşlü, siyah pardösülü iki adam inmişti. Arka kapıyı açmış ve gözleri beyaz bir bezle, elleri de arkadan bağlı birisini indirmişti. Buz kesen havaya rağmen uzun kollu bir penye bluzdan başkası yoktu üzerinde. Rengi solmuş bir eşofman, çorap, terlik. Başka bir şey yok.
Gözleri bağlı kadın hafifçe titriyordu. Üşüdüğü belliydi fakat dik durmaya çalışıyordu. "Murat, neredesin?" dedi. "Bu kez işimi bitirmeye mi karar verdin?"
"Henüz değil Yaz'cığım," dedi Murat. "Seni kızımla tanıştırmak istiyorum."
Adamlardan birine işaret verdi. Kadının gözündeki beyaz bezi indirdiler, boynuna düştü.
"Kendini tanıt," dedi baba, kızına.
Yağmur, Yaz'ın gözlerine bakmakta zorlanarak adını söyledi. "Bunca zamandır burada mıydın?" diye sordu.
"Ülkemden haber var mı Yağmur?" dedi Yaz. Sanki adındaki mevsimdeydi ve bir ahbabıyla konuşuyordu.
"İyi. Her şey yolunda. Herkes seni konuşuyor."
Murat'ın suratı asıldığında Yağmur yanlış bir şey söylediğini anladı.
"Aslında..." dedi adam, birkaç adım atarak. "İsmin gündemden düşeli çok oldu. Kızım yıllardır yurt dışındaydı, Avarya'ya yeni geldi. Bir zamanlar herkes seni konuşuyordu. Fakat bundan sonra onu konuşacaklar."
Son cümleyi söylerken pembe montlu kadının yüzüne baktı.
"Avarya'da mıyız?" dedi Yaz, nefes alıp verişleri hızlanmıştı. "Ellerimi çözsünler. Bir dakika. Lütfen."
"Ellerin serbest kalırsa üstüme atılıp beni boğmaya kalkışmazsın, değil mi?"
"Murat!" dedi sesini yükselterek. "Lütfen."
Yaşlı adam bir kez daha işaret etti. Beline kadar uzamış saçları gevşek bir lastikle toplanmış kadın önce bileklerini ovuşturdu, ardından hızla diz çöktü, donmuş toprağı öptü. Bu esnada elleri de yerdeydi. Yeri eşeledi. Bir çakıl taşı buldu, avucuna alıp ayağa kalktı. Üstünü silkeledi.
Adamlardan biri Yaz'ın koluna girip sıkıca tuttu. Diğeri gözlerini bağladı. Araca bindirdiler. Bu olanları büyülenmiş gibi izleyen Yağmur'a, Murat, birkaç kez seslenmek zorunda kaldı. Malikaneye kadar sustu ve kapıdan girerken şöyle söyledi:
"Ben olmanın bedeli bu demek."
Gösteriye birkaç gün kala Yağmur'un ağabeylerinden Kanber, kardeşinin oryantal kostümünü gördü. "Yuh!" dedi. "Milletin önüne böyle mi çıkacaksın?"
"Nasıl çıkayım ya?"
"Şu haline bak. Yarı çıplak... Bir devlet adamının kızına yakışır mı bu? Vakarlı ol."
"Sen mi söylüyorsun bunu?" dedi Yağmur, kaşlarını eğerek.
"Ne varmış?"
"Pavyon işletmecisi olan sen."
Kanber'in ses tonu değişti. "Pavyon değil, gece kulübü küçük hanım. Benim mekanlarım elittir."
"Gencecik kızları konsomatris olarak çalıştırmıyorsun yani."
"On sekizinden bir gün küçük olanı içeri almıyorum ben. Kızlarımın hepsi de sigortalı. Kanuna aykırı tek bir işim yok," dedi Kanber. "Ya sen? Otuzuna geldin, şu haline bak. Evlenip çocuk yetiştirmen gerekirken..."
"Yirmi sekiz," dedi Yağmur gücenmiş gibi. Nisanda yirmi dokuz olacaktı. "Tabii ki sen kadın deyince, cazibesini nasıl pazarlayacağını düşünürsün. Sana göre insan değiliz. Birtakım hayvani hisleri uyandıran nesneleriz. Hiçbir ağabeyimi sevmiyorum ama en çok da seni..."
Bu sırada Murat malikanenin salonuna girmiş, girmeden önce kulak misafiri olmuştu. "Niye tartışıyorsunuz?" dedi. Kanber'e döndü. "Ne giyecekti oğlum? Dansöz kıyafeti böyle olur."
Kanber dansözlük hakkındaki nahoş düşüncelerini belirtirken baba bu sefer kızına dönmüş, "Ağabeyin kimseyi zorla çalıştırmıyor," diyordu. "Birbirinizi yargılamayı bıraksanız her şey o kadar güzel olacak ki... İkiniz de eğlence sektörünün farklı kollarındasınız."
"Benimkisi bir sanat," dedi Yağmur. "Hayır, baba! Dans bir ifade biçimidir. Her figürün bir anlamı var. Bu sarhoş eğlendirenle bir tutamazsın beni."
"Benimki de Anadolu tarzı gece kulübü," dedi ağabey. "Amerikanvari mekân açıp direk dansı yaptırsaydım modern olurdum, değil mi?"
Murat "Kesin tartışmayı!" diyerek konuyu kapattı.
Esasen Yağmur'un en iyi anlaştığı ağabeylerinden birisi Kanber'di fakat kulüp işi onu ciddi anlamda sinirlendiriyordu. Yirmi yaşına bile gelmemiş genç kızların, boyalara, pırıltılı elbiselere bürünüp kırk elli yaşındaki adamların masasına oturup onlara içki ısmarlattırmak için muhabbet etmesi, kadınlık olgusuna hakaret gibi geliyordu. Bir insan gençliğini bu şekilde harcamamalı, bir işletmeci buna sebep olmamalıydı. Bu yüzden bu ağabeyini her gördüğünde bu konu hakkında laf atmadan duramazdı.
Yağmur, kardeşlerini sevmediğini söyler fakat esasında severdi. Arasının bozuk olduğu kimse yoktu. Yalnız, Nesrin'le mesafeliydi. Bir sebebi yoktu. Hiç abla-kardeş sıcaklığına erişememişlerdi.
Taylan ilaç ürettiği için onu takdir eder, ailede insanlığa faydalı olan tek işi onun yaptığını söylerdi. Kudret, otellerinden birinin lobisine Yağmur'un bir tablosunu -bir sokak ressamının çizdiği, Yağmur'un ise model olduğu bir tablo- astığında çocuk gibi sevinmişti. Türkiye'de yaşayan büyük ağabeyi Güngör'ü yıllardır görmez, telefonda bile çok seyrek görüşür fakat her görüşmeleri özlem ve sevgiyle geçerdi. Diğerlerinin aksine onunla hiç atışmazdı. Güngör, onun için olgunluk ve bilgelik timsaliydi.
Yağmur, annesiyle de anlaşırdı fakat babasına hayrandı. Her daim Murat'ın gözüne girmek isterdi. Murat ise kusur bulmakta mahir, takdir etmekte ise cimri bir adamdı. Bu durum genç kadının kendinden kolay kolay memnun olmamasına, hırsın kalbinde taze bir kaynak gibi akmasına sebep oluyordu.
Bugün ise her şey muhteşemdi. Sanki bir çember tamamlanıyordu. Dans, sahne, ışık, seyirci, müzik, geometrik bir âhenk içerisindeydi.
֎
D E V R İ M
Aynı akşam
Varnata, Avarya
Devrim nicedir ilk kez izinliydi. Yalnız yaşadığı stüdyo dairedeki yatağında uzanıyordu. Koyu renkli perdelerin öylece, hareketsizce salınışına bakıyordu. Ne yapacağını bilmediği boş zamanı vardı bu gece. Taksiyle gece kulübüne geçmeyecek, kuliste büyük renkli lambalarla çevrili aynaya bakıp konsomatrislerle sohbet ederken askılı, eteği sürünecek kadar uzun, pul payetli ve tüylü elbisesini giymeyecek, saçlarını sıkıca toplayıp üstüne kızıl peruk geçirmeyecek, yüzüne iki kat makyaj yapıp bolca parfüm sıktıktan sonra Orkide'de sahneye çıkıp türkü söylemeyecekti. Halbuki son üç yıldır rutini buydu ve bu akşam bozulmuştu çünkü Yağmur Sındırlı'nın gösterisi vardı; patron Kanber, kardeşine jest olsun diye bir geceliğine kulübü kapatmıştı.
On sekiz yaşına girene kadar gizlice şan dersi alan Devrim, reşit olduktan sonra Kanber Sındırlı'nın işlettiği kulüpte şarkı söylemeye başladı. O sırada liseyi bitirdi ve Varnata Ekonomi Üniversitesi'nde İletişim Fakültesi'ni kazandı. Okulunu seviyordu. Hedefi haber sunucusu olmaktı. Orkide nezih bir mekân olarak görülmediği için günlük hayatında damgalanmamaktan çekiniyor ve kulüpteyken İrem Yalıkavak diye bir takma isim kullanıp farklı bir imaja bürünüyordu. Kim olduğunu yalnızca patronu biliyordu.
Birkaç kez kulübü bırakmayı aklından geçirmişti, çünkü özellikle vize ve final zamanlarında çok uykusuz kalıyordu. Bir de ona laf atan, rahatsız eden müşteriler oluyordu. Fakat iyi kazandığı için en azından okulu bitirene dek dayanmaya karar vermişti. Şimdiden lüks mevkilerde ev alabilecek para biriktirmişti.
Müşterilerin tamamına yakını orta yaşlı, zengin ve kırsal kökenli erkeklerdi. Devrim, onların, çoğu Doğu Avrupa kökenli olan konsomatrislerle muhabbet etmek ya da sahnede karşılıklı oynamak için nasıl paralar döktüklerine hayretle şahitlik ediyordu. Eşli gelenler de oluyordu. Müşterilerin Devrim'e yaklaşması yasaktı fakat istek şarkı söyletebiliyorlardı. Bu da ücrete tabiydi.
Geceyle gündüzü ikiye ayırmış, tuzlu ve tatlı denizler gibi birbirine karışmasına engel olmuştu. Gece hayatından hiç kimse onun gündüzleyin kim olduğunu bilmiyordu, vice versa. Her şeyi bilhassa Katya'dan gizliyor, öğrenirse kıyameti koparacağını biliyordu. Nitekim 18 yaşına girer girmez ayrı eve çıkmış, masraflarını da devlet bursuyla karşıladığını söylemişti. Katya'nın yoğun bir mücadele içerisinde olması Devrim'in şarkıcı olduğunu gizlemesini kolaylaştırıyordu.
Katya, bir parti başkanı olduğu zamanlardan çok daha gözde bir hareketin liderine dönüşmüş, başkentte Hakan Vult'un tutuklandığı geceki kadar kalabalık eylemler düzenleyebilir hâle gelmişti. Bu durumun bir sonucu olarak nezarete girip çıkmak onun için bir rutin olmuştu. Neyse ki halkın tepkisinden çekinen yargı makamları gerisini getirmiyor, polisler onu karakolda birkaç saat ağırladıktan sonra bırakıyorlardı. Zaten Yaz Larende kaçırıldıktan ve Kurtuluş Aslan başbakan olduğundan beri sokaklarda herhangi bir topluluğun slogan atmadığı gün yoktu. Eğer Katya Saran cezaevine girecek olsaydı, olayların kontrol edilemeyecek kadar büyüyeceği kesindi.
Katya'nın bir devrim yapma hayali hiç olmadığı kadar güçlüydü. Gece gündüz çalışıyordu. Avarya'nın her yerini gezip insanları etrafına topluyordu. "Saranizm" adını verdiği kurama göre kalıcı bir komünist devrim, silahlı işçilerin meclisi basmasıyla gerçekleşmeyecekti. Komünist yaşam tarzı merkeze ve güce en uzak yerlerde, köylerde, kenar mahallelerde ülkeye "sinmeye" başlayacaktı.
Örneğin, bir bakkal, bir terzi ve bir çiftçinin aileleri aralarında anlaşacaktı. Çiftçi, mahsulleri bakkal ve terziye ücret almadan verecek; bakkal, mallarını terzi ve çiftçiyle paylaşacak; terzi ise bakkal ve çiftçinin kıyafetlerini bilâ bedel tamir edecekti. Yemeklerini hep beraber yapıp yiyecek, varsa çocuklarının masraflarını birlikte karşılayacaktı. Aralarında alışverişi kaldıracaklardı. En az üç aileden oluşacak böyle bir yapıya Katya "komün baloncuğu" adını vermişti. Bir komün baloncuğu bir müddet boyunca sorunsuz devam ederse başka bir baloncukla birleşmesi gündeme gelecekti.
Komün baloncukları birleşip büyüdükçe toplumda parasal döngü yavaşlayacaktı. Bu durum merkezin daha az vergi alması ve güçsüzleşmesi anlamına gelecekti. Bir iktidar kendi halkına savaş açmadıkça bu eğilimi kıramazdı ve günün sonunda dev bir komün baloncuğuna dönüşmüş halk için iktidarı burjuvaziden devralmak çocuk oyuncağı olurdu.
Katya, kuramını eleştiren diğer sosyalistlerle sıkça bir araya gelip tartışıyordu. Bu tartışmaları teorisini geliştirmek ya da güçlendirmek için bir fırsat olarak görüyordu. İleride kitaplaştırmak üzere söylediği her şeyin kaydedilmesini sağlıyordu.
Bütün bu meşguliyetler Devrim'le geçirdiği zamanı doğal olarak kısıtlıyordu.
Bu akşam takipçileriyle birlikte Yağmur Sındırlı'nın gösterisini boykot etmeye karar verdikleri için 1 Mart akşamını evinde geçirecekti. Bu yüzden kızı aradığında gülümsedi Katya. "Gel tabii..." dedi. "Anne kız ne zamandır oturup bir kahve içmiyoruz şöyle."
֎
B A H A R
Aynı gün
Vilisri, Avarya
Bulutların arasından güneşin ara sıra belirdiği soğuk bir sabahtı. Pazartesi olmasına rağmen ders yoktu. Vilisri'de, Karadeniz kıyısında bir üniversitede mimarlık okumakta olan Bahar sahilde yürüyüşe çıkarken rahattı. Acil bitirmesi gereken bir ödevi yoktu. Salaş bir gömlek, kot pantolon ve hırka vardı üzerinde. Üşüyordu. Üşümek istiyordu. Cebinde kırmızı beyaz iplikler vardı.
Mart başlamıştı. Bir halk efsanesine göre Baba Marta, yani Mart Nine, ak sakallı kış dedeyi kovacaktı. Çiçekler onun gelişini kutlamak için açılacak, mis kokularını saçacaktı. Bulgaristan'da baharın gelişini kutlamak için "marteniçka" adında bir âdet vardı. Kırmızı ve beyaz iplerle bileklik örer, havada bir leylek görene kadar bileklerine takar, bir dilek tutup çiçek açmış bir ağacın dalına bağlarlardı. Marteniçkalar satın alınmazdı, elde yapılır ya da hediye edilirdi.
Avarya'da bu gelenek yoktu. Avaryalılar baharın gelişini daha farklı kutlardı. 20 Mart gecesi varsa çevredeki karları bir araya toplar, sabaha karşı çevresinde ateş yakar ve karlar erirken el ele tutuşup "Kış güneşi, kış güneşi! Yedi gökte yoktur eşi!" diye şarkı söylerlerdi. Şarkı güneşin 21 Mart'taki doğuşuna dek getirilirdi.
Yaz ve Bahar, marteniçka geleneğini aralarında yaşatmış, yıllar dönerken her Mart başlangıcında kırmızı ve beyaz ipliklerden örülmüş bilekliği birbirlerinin bileğine bağlamışlardı. Son beş seferdir ise kendi bilekliğini kendisi yapmak zorunda kalıyor ve tek bir şey diliyordu: Ablasının dönmesini.
Denizden esen rüzgâr saçlarına dokunurken tahtadan bir iskelenin ucuna kadar yürüdü. Oturup ayaklarını sarkıttı. İpliği el çabukluğuyla örüverdi. Yalnızca kendisine değil, bu âdeti anlatıp paylaştığı arkadaşlarına da yaptı. Kendi parçasını takmadan önce ufka baktı. Yosun kokan deniz havasından derin bir soluk çekti. Bir kararın soluğuydu bu. Kaç leylek uçarsa uçsun gökte, aradan kaç mart geçerse geçsin marteniçkasını çıkarmayacaktı. Ta ki ablasını bir kez daha özgür görene kadar.
2006'nın Mart'ını anımsadıkça içi sızlıyordu. Dört yıl olmuştu demek, Alihan'la Sevtap'ın kavga bile etmeden çat diye boşanalı. Bahar nedenini hâlâ bilmiyordu. Gerçi Sevtap, "Evlendiğimiz gün," demişti, "Ben bir yemin etmiştim. Babanla bir sır paylaşıyordum. O sırrı ağzımdan kaçırmayacaktım. 'Bana bile söylersen boşanırım senden,' demişti."
"Neymiş o?"
"Söyleyemem," demişti Sevtap. "Babanla konuşurken o sırrı ona söyleyiverdim işte... Aramızdaki anlaşma bitti."
"Aralarındaki anlaşma bitmiş," diye mırıldandı öfke ve alayla, 2010'un Bahar'ı. Bu açıklama hiçbir zaman kalbine yatmamıştı. Belli ki sevgi bitmişti ve bir bahane uydurmak gerekirdi. Yahut böyle bir sevgi hiç var olmamıştı. "Bu kadar medeni boşanabilmeniz, birbirinizi hiç sevmemiş olmanızdan ileri geliyor," demişti bir keresinde. "Aşk... Pespaye eden bir şey. Ahlakı paramparça eden... Ar-u namus şişesini taşa çaldırır aşk. Lakin her kalp Nesimi'nin değil işte."
Felaketler aileleri bağlardı ama Yaz'ın gidişi Larendeleri kopmuş kolyenin boncukları gibi dağıtmıştı. Sevtap boşandıktan sonra Bulgaristan'a, ebeveynlerinin yanına döndü. Alihan parti görevlerinden çekildi, inşaat mühendisliğine tekrar yoğunlaşıp şantiyelerden çıkmaz oldu. Bahar içine kapanarak sürekli ders çalışmış, üniversite sınavında yüksek puan almasına rağmen ortalama bir puanla girilebilecek bir bölümü, mimarlığı tercih etmişti. Vilisri'yi yazmıştı ki sıcaklığını yitiren evinden uzaklaşabilsin. Tatillerde bile gidesi gelmiyordu. Yolunu kaybetmiş avare bir kuş gibi...
Arkadaşlarının yanında şen şakraktı. Tek başına kaldığında ise hüzne teslim olup ağlıyordu.
Denizle göğün bitiştiği yere gözlerini dikti. Hiç gelmemesinden korktuğu bir mevsimi düşündü. Mart'ın ilk gözyaşı eline, oradan da denize düştü.
֎
E M R E
Aynı gün
Berlin, Almanya
Kurfürstendamm Caddesi boyunca yürürken çirkin bir şemsiyeyi bulutlarla arasında perde yapmadı. İzin verdi ki yağmur yüzüne dokunsun. Zaten sağanak yoktu, hafifçe çiseliyordu. Arabalar ateş böcekleri gibi geçiyordu. Bir saatçiye girdi. Erkek saati modellerine bakmak istediğini söyledi. Birini beğenmesi on beş dakika sürdü. Çelik kordonlu, pusulalı bir kuvars saat seçip hediye paketi yaptırdı. Tekrar caddeye çıktığında içerisi ve dışarısı arasındaki sıcaklık farklılığından dolayı hafifçe ürperdi. Islak toprak kokusunu tekrar, daha güçlü bir şekilde duydu, zira yorulan burnu farklı bir ortamda kendine gelmişti.
Gözleri bir oyuncakçı aradı. Çeşit çeşit modellerin olduğu büyük, ışıltılı bir dükkâna girmek istiyordu. Yeğenine daha büyük bir peluş seçmek istiyordu bu sene, yirmi iki aylıktı, nasıl da geçmişti zaman! Yeğeninin büyümesinden daha şaşırtıcı olanı bir yeğeni olmasıydı, bir de kardeşi ve eniştesi: bir ailesi.
Karlı bir yılbaşı gecesinde, Avarya'daki evinde, Boran'ı oturma odasındaki çekyatın yanında dizüstü çökmüş bulana kadar "aile" Emre için yabancı bir kelimeydi. Operasyondan yeni dönmüş, kan ter içindeydi.
"Oğlum sen dışarı mı çıktın?" diye fırçayla girdi içeri. Dairenin kapısıyla oturma odası arasındaki kısa yoldan geçerken söylenip durdu: "Anahtarları bir unuttuk ya, hemen çık. Kırmızı araba yerinden oynamış. Süvariler senin peşindeyken sen araba sefası mı yaptın? Bu evden dışarı çıkmayacaksın demedim mi sana? Bir daha başın belaya girerse seni kurtarma..."
"Hişşt," dedi Boran. Buz mavisi gözlerini kapıya dikmişti. "Uyandıracaksın."
Emre işte o anda çekyata uzanmış, üzerinde montla, ölüm gibi kendini bırakmış bedeni görmüştü. Bir anlığına Uysal'ın döndüğünü sanmıştı ama değildi. "Oğlum bu kim? Sen kimi aldın eve?" diye fısıldadı.
Tek parmağını dudağına götüren mavi gözlü adam "Mutfağa geçelim," dedi ve usulca ayağa kalktı.
"Aslı, ağabey," derken koridorda olmalarına rağmen hâlâ fısıldıyordu.
"Aslı kim? Ha... Şu avukat. Aslı Vult."
Boran başını salladı.
"Ne alaka şimdi?" dedi Emre, mutfaktaki sandalyeye oturup sigara yakarak. Kapıyı kapattığı için normal sesle konuşuyordu. "Senin varlığından kimsenin haberi olmaması gerekiyor. Ortalık karışık. Birkaç güne seni yurtdışına çıkaracağım, demedim mi?"
"Birlikte gideceğiz."
"Oh, ne güzel." Külleri silkti. "Aslı'nın bundan haberi var, değil mi? Oğlum, o kadının bir ailesi, bir hayatı yok mu? Bir kız kaçırma eksikti, o da yaşandı."
Boran gülümsedi fakat yalnız bir lahzalığına. Yüzü hemen tekrar durgun bir suya benzedi. "Kafasını gördün mü?" dedi.
Emre merakla ayağa kalktı ve kapıyı sessizce açmaya gayret ederek oturma odasına gidip geldi. "Saçlarına ne olmuş?" dedi şaşkınlıkla.
"Amcası kesmiş," dedi Boran. "Televizyonda açıkladı. İzlemedin mi?"
"O sırada piyadeleri ortadan kaldırmakla uğraşıyordum," diyen polis içini çekti. "Vult mu yapmış? Niye?"
"Çünkü Aslı'nın bir ailesi yok," dedi mavi gözlü adam. "Bu dünya böyle. Zayıf düşene..." Duraksadı. Boşluğa baktı. "Her şeyi yaparlar."
Emre huzursuzca kıpırdandı ve "Televizyonu açsam uyanır, değil mi?" diye sordu. "Vult ne yapmış ona tam olarak?"
"Piyadeleri ortaya çıkardığı için bir odaya kapatmış. Saçlarını kesmiş. Zorla ilaç vermiş. Ailedeki diğerlerinin onunla konuşmasını yasaklamış."
Polis dişlerini sıktı ve sigarayı kül tablasına bastırıp ezdi.
İki gün sonra İda ve Görgü karakola geldi. Kayıp kadının eşkalini tarif ederken, Emre, kayıp ihbarını alan polisin yanına girdi. Kolunda ince bir klasör vardı. "Dosya açtırmanıza lüzum yok," deyip Görgü'nün gözlerinin içine baktı. "Kardeşim benim yanımda."
"Ne?" dedi kadın. Vult'un oğlu ise sessiz kaldı. Yalnızca göz bebekleri büyüdü. Emre klasörü onun önüne atıp "Oku," dedi, orada, Suat Vult'un oğlu Batur Orban Vult'un ismini Emre Konar olarak değiştirdiğine dair resmi bir belge vardı.
Emre o günden sonra Boran gibi Aslı'yı da himayesi altına aldı. Vultlardan kimseyi yanına yaklaştırmadı. İkisini de arkeolojik kalıntıları korur gibi gün ışığına çıkarmadı. Sadece akşam saatlerinde ışığı yakmadan balkonda oturabilirlerdi. Âşıkları evlendirene ve yurtdışına çıkarana kadar böyle...
Yani, 2006 Mart'a kadar.
Bu iki buçuk aylık süre zarfında ismen bildiği fakat ilk kez gördüğü baba bir kardeşini ve onun müstakbel eşini tanıdı. Hatta istemeden de olsa aralarında paylaştıkları bir özel ana tanık oldu. Genelde geldiğinde haber verirdi. O güneşli Şubat gününde de "Ben geldim!" diye şakıyışı anahtarların şıkırtısına karışmıştı. Ne var ki sesler suya yazılan yazı gibi kayboldu. Kendi kendine öfkelendi, zira evdeki çiçeği burnunda çift güvenlikle ilgili yaptığı onlarca uyarıya aldırmadan dışarı çıkmıştı.
İçini çekerek koridordan geçerken kapısı açık oturma odasına gözünün kaymasıyla birlikte yanıldığını anladı.
Utanç serpilmiş şaşkınlıkla donakalıp birkaç saniye manzaraya baktı: Saçları bir parmak kalınlığına henüz varmış kadın, sarışın adamın kucağına oturmuştu. Gözleri yumulu, sarılmışlar, ab-ı hayat çeşmesini yudumlar gibi dudaklarını birleştirmişlerdi. Meşke öylesine dalmışlardı ki kimsenin geldiğini fark edecek hal yoktu.
Emre şaşkınlıktan sıyrılınca koridorun sonundaki mutfağa seğirtti. Balkona çıktı. Gömlek cebinden bir sigara çıkarıp boşluğa bakarak yaktı. Ne düşündüğünü kendisi de bilmiyordu. Böyle şeyi hiç yaşamamış olmanın garipliği mi? Farkında olmadan röntgenci durumuna düşmenin zorluğu mu? Yoksa, birlikte büyümemiş olsalar dahi, kız kardeşini o halde görmenin verdiği kıskançlık duygusu mu?
Balkonun kapısı mutfaktaydı fakat oturma odasının pencereleri de balkona açılıyordu. Böylece Emre kendini içeriyi izlerken buldu. Bir müddet sonra öpüşmeyi bırakan çift koltukta yan yana sohbet etmeye başlamıştı. Sigarayı hızlı hızlı çekerek ve gökyüzüne bakarak bitiren polis fark edilmeden bir an önce evden çıkmak için sessizce içeri girdi.
Koridordan geçerken seslerini işitmeye başlamıştı. "Boran, n'oldu? Neyi bilmem gerekiyor?" diye soruyordu Aslı, birkaç kez. Sesinde merak ve üzüntü karışıktı. Emre yavaşladı, kapı kirişinin dibinde durup yandan içeriye baktı.
Boran, buz mavisi bakışlarını zemine dikmişken "Esir kampında tecavüze uğradım," dedi ve Aslı donakaldı.
"Defalarca..." diye ekledi adam fısıltıyla.
Bunu işiten kadın için artık dünya önceki gibi değildi. Nefes almaya yarayan organları daralmış, yutağına taş oturmuştu. Eli, ayağı bembeyaz olmuştu.
Yelkovanın peşine takılan sessizliğin ardından "En çok ne ağır geliyor, biliyor musun?" dedi Boran. Kaşlarını çattı, güçlükle yutkundu, kurumuş dudaklarını ıslattı ve yanındakinin gözlerinin içine baktı. "Bir kadına daha önce hiç dokunmamıştım. Hiç âşık olmamıştım. Yaşım on sekizdi, çocuk sayılır. İlkim... Sen olacaktın."
Aslı'nın gözleri tuz gölüne düşmüş gibi yanıyordu. Uyuyan bir bebeği uyandırmaktan korkar gibi hızlı hızlı ve alçak sesle konuşuyordu. "İlkin zaten ben olacağım."
Diğeri başını tekrar duvara doğru çevirdi. Yanındakinin onun gözlerinden, yani ruhunun penceresinden bakıp, donmuş ve kronikleşmiş acıyı görmesinden korktu. "Neden gitmiyorsun?" diye sordu.
"Niye? Nereye?"
"Benden tiksinmeyecek misin?"
"Saçmalama!" dedi Aslı, elini kendi alnına götürerek.
"Ah, kendini bir görseydi benim gözümden," diye geçirdi içinden, kar görürdü bembeyaz, ilkbaharda gürül gürül akan bir nehir duyardı. Kir nasıl uğrasın, toz nereden gelsin?
"Benimle mi uğraşacaksın? Hasta bir adamla mı?" dedi diğeri. "Aradan on üç yıl geçti ama iyileşemedim, bazen hâlâ vücudum çatlarcasına kasılıyor. Geceleri uykudan sıçrayarak uyandığım oluyor. Sen ise mükemmeli hak ediyorsun."
"Ya ben olsaydım?"
"Ne?" dedi Boran.
"Tecavüze uğrayan ben olsaydım, sen gider miydin? Beni kirlenmiş mi görürdün?" dedi kadın.
"Hayır, asla!" dedi adam. "Zaten 'kirlenmiş' ne demek yahu?" diye düşündü. İnsan onurunu böylesine küçülten, bir mağduru psikolojik bir saldırıya daha uğratan başka bir sözcük daha var mıydı?
Söz konusu Aslı olunca sağduyuyu ele alabiliyordu fakat konu kendisine geldiğinde tam tersiydi. Kirli, bozuk, hatta çürüyen bir ölü; tam olarak böyle hissediyordu. Bedeninin hakimiyetini bir kez yitirdikten sonra bedenine küskün ruhunu barıştıramamıştı.
Kadın, adamın ellerini sıkıca tuttu. "Mükemmellik de neymiş? Sen mükemmel değilsen, ben mükemmele düşman olurum." Bu sırada aklından Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin," dizesi geçiyordu.
"Hastaysan iyileşiriz. Acı dolu bir geçmişin varsa, üzerine sünger çekeriz. Yeter ki elimi hep tut. "
"İnanılmaz bir insansın." dedi Boran, hayranlıkla bakıyordu bu kez. "Sözlerin ve varlığın iyileştiriyor."
"Sen beni daha önce iyileştirmiştin," dedi kadın, kurumuş dudaklarını ıslattı, gülümsedi. "Rüyama geldiğini bilmiyorsun, değil mi?"
Emre deminden beri tuttuğu nefesini verdi ve dikkatlice tekrar aldı. Ne garip şeydi şu sevmek. Bir insan başka birini niye severdi ki? Onu iyileştirmeyi neden umursardı? Zek'e mesela bakıyordu, şefkat de duyuyordu, o da güzeldi fakat bir insanı sevmek... Bir insan tarafından sevilmek... Hiç tatmamıştı. Kardeşinin yüzündeki gülümsemeye bakılırsa güzel bir şey olmalıydı.
Fark edilmemek için parmak ucunda yürüyerek kapıya kadar geldi, kapıya yüklenerek anahtarı salyangoz yavaşlığında çevirdi ve çıktıktan sonra da aynı şekilde kapattı.
Çalan cep telefonunun sesi apartman boşluğunda yankılandığında irkilip "Hay..." dedi. "Alo!"
Arayan Aslı'ydı. "Ağabey, şey..." dedikten sonra kapıyı açtı. "Sen burada mıydın?"
"Niye sordun?" dedi kaşlarını çatan Emre. Fark edilmediğini umuyordu.
"Bilmem. Telefonun apartmanın içinde çalınca şaşırdım." Parmaklarıyla oynuyordu.
"Geliyordum işte eve, ne oldu?"
"Dart alır mısın diyecektim."
"Dart mı? Neden?"
"Bir de kaldıysa Gündemce. Dünya atlası eki vardı bugün," diyen kadın gülümsüyordu. Bu ifade Emre'ye de bulaştı.
"Sizin aklınızda bir şey var ama... Neyse. Görüşürüz."
Kapı dinlerken yakalanmadığı için rahatlayarak iç çekti.
Aynı günün akşamında çift, incecik atlastan dünya haritasını kopararak dartın üstüne bantladı. Sonra gözlerini kapatıp dart oklarını rastgele yolladılar. Kendilerine ülke seçtiklerini söylediler. Aslı'nın attığı hiçbir ok darta gelmedi. Boran'ın attıklarının ikisi okyanusa saplanırken biri yere düştü.
Emre başlangıçta yalnızca elinde tenekeyle onları izlemekle yetinse de "Öyle olmaz," diye araya girdi. "Zimbabwe çıksa oraya mı gideceksiniz?"
Zek'in kafesinin altındaki dolaptan tahta kalemi çıkararak "Getirin dartı," dedi. Haritayı söktü.
"Nereyi düşünüyorsunuz?" diye sordu.
Aslı'yla Boran birbirlerine baktılar. "Şey..." dedi kadın. "Her yer olur bize. Bana kalsa Avarya'da yaşamaya devam etmek isterim ama 'Güvenli değil,' diyorsun."
Emre kardeşinin yüzüne baktı. "Daha üç ay olmadı Yaz Larende kaçırılalı," dedi. "Gündüz Süvarileri'nin hepsi dışarıda. Hiçbiri ortada yok. Akıbetlerini bilmiyoruz. Üstelik," dedi mavi gözlü adamı işaret ederek, "Süvarilerin elinden kurtularak buraya geldi. Biraz, bak, çok değil biraz mantıklı düşün. Ülke söyle şimdi."
Omuz silkerek "Almanya olabilir," dedi.
"Çok iyi," dedi Boran.
"Bosna-Hersek'i de ekle," dedi kadın.
"Bosna'ya gezmeye gideriz ya," dedi mavi gözlü adam.
"Bence yaşayabiliriz de..."
"Türkiye olur mu?" dedi Emre.
"Olur," dedi diğerleri.
"Çok fazla seçenek olmasın. İki ülke daha söyleyin." Bu sırada dartı pasta dilimleri gibi beşe bölüyordu.
"Bulgaristan ve Romanya."
Avarya'nın komşu ülkeleriydi.
Elinde kalem tutan adam kardeşine tuhaf bir cisim görmüş gibi baktı. "İnsan gelişmiş bir ülke söyler. İş bulup çalışmanız gerekiyor, biliyorsun, değil mi? Fransa ve İtalya yazıyorum."
Beş parçaya bölünmüş, her parçasında birer ülke adı yazan dartı astı.
"Şimdi," dedi. "Gözlerinizi kapatmayın, merkeze saplamaya çalışın ki dışarıya düşmesin. Haydi rastgele!"
Aslı'nın üç okundan ikisi Almanya'ya geldi. Birisi Fransa'ya dokunup yere düştü.
Boran, attığı ilk oku tam merkeze isabet ettirdi, bir diğeri Türkiye'ye, sonuncusu da Almanya ve Bosna-Hersek'i ayıran çizgiye saplandı. Böylece ok çokluğuyla Almanya'da yaşamaya karar verdiler.
Emre onlar gitmeden önce Berlin'de bir ev tuttu. Birkaç ay geçinebilecekleri miktarda para verdi. Ne kadar yardım ederse o kadar ağabeylik duygusunu tadıyordu.
Bir hafta içinde evlendiler, bir ay içinde ikisi de işlerini buldu. Boran bir süpermarkette çalışmaya başlarken Aslı bir pastanede tezgâhtar oldu. Avarya'dan aldığı hukuk diplomasının başka bir ülkede bir işe yaramayacağını söyledi, neden okuduğu okul ile ilgili bir iş aramadığını soran Emre'ye.
"Artık avukat olmak istemiyorum. Kanun, hukuk, mahkeme... Ne kadar da soğuk. Bıktım. Nefret ettim. Hem amcamlar haklıydı belki de... Beceremiyordum. Pastacı kız olmak güzel."
Aslı anne tarafından Alman'dı. Emre bunu da onlar Almanya'ya taşındıktan sonra öğrenmişti.
"Niye daha önce söylemiyorsun da dartla martla uğraştırıyorsun?" diye çıkışmıştı şakasına.
Bir hayat böyle kuruldu. Annesi yaşarken öksüz büyüyen Emre'nin bir ailesi oldu. Kardeşi, eniştesi... Kardeşinin dayı ve teyzeleriyle de tanışıp ahbap oldu.
2008'in Mayıs'ında Aslı'nın kucağında minicik bir bebek vardı ve kokusu Emre'nin hayatında duyduğu en güzel kokuydu. Adı İlkim oldu.
Emre saatçiye, oyuncakçıya ve kuyumcuya uğradıktan sonra Boran'ın 35. doğum gününü kutlamak üzere pastaneye giden metroya bindi. Avarya'nın kaosundan kaçıp kurtulduğu limana doğru...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top