I - XXXI

E M R E

12 Aralık 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya

Haftalık temizliği henüz tamamlanmış ofisin kapısı çalındığında Kurtuluş çerçevesiz yakın gözlüklerini takmış, günün gazetesini okuyordu. Gazetede son iki haftadır olduğu gibi o gün de akıl hastanesiyle meşhur ilçedeki meçhul üs ve maktul kaymakamla ilgili spekülatif köşe yazıları vardı. Gazeteyi masaya koyup gözlüklerini çıkardı ve kapıda bekleyenleri içeri davet etti.

Birisi Bayan'dı, ekrü rengi kalem etek ve gömlekle gelmişti. Diğeri de otuzlu yaşlarda bir adamdı. Kısacık saçları, çakmak çakmak bakan çukur gözleri, üzerinde ise deri ceket ve kot pantolon vardı. Dosdoğru yaklaşıp elini uzattı.

"Komiser Emre Konar."

Tam "Ben de..." diyecek yaşlı adamın sözünü kesip "Kurtuluş Aslan," diye tamamlayan komiser koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. Kır saçlı adam "Tanıştığıma memnun oldum Emre Bey," dediğinde ise kafasını sallamakla yetindi.

Bayan neşeyle "Emre, Cinayet Masası'ndan. Vult'un yasadışı örgütüne dair çalışmamızda bize yardım edecek," dedi.

Kurtuluş yeni misafirinin yüzüne umutla baktı. "Kahvenizi nasıl alırsınız?" diye sordu.

"Birayı tercih ederim."

İhtiyar adam bu cevap karşısında bir an afallasa da gülerek "Maalesef," dedi. "Bira yok. Çay, kahve, bitki çayları, oralet..."

"Aslan Kafe'ye hoş geldiniz," dedi Bayan, gülerken dişleri görünüyordu.

"Kivili oralet var mı?" dedi arkasına biraz daha yaslanan Emre. "Timsah yeşili olsun. Rengini beğenmezsem geri gönderirim."

"Hesabınıza borç olarak yazıyorum," dedi Kurtuluş, kalem alıp gazeteyi karalıyor gibi yaparak. "Piyadeleri yakalayamazsanız, faiziyle alırım."

Emre ilk kez gülümsedi. Politikacıların ciddiyetiyle dalga geçmek istemişti fakat karşısındaki insan kasıntı çıkmamış, aksine mizah anlayışı olduğunu göstermişti.

"İki irtibatım var," diyerek asıl meseleye girdi. "Biri Gündüz Süvarisi, diğeri Gece Piyadesi. Yapıyı avuçlarının içi gibi biliyorlar. Günlerdir belge topluyoruz. Üyelerin listesi elimizde. Meclis olarak bugün Vult'un dokunulmazlığını kaldırsanız, biz ertesi gün bütün delilleri mahkemeye ve kamuoyuna sunarız."

Süvariler arşiv tutmuyordu. Bir aydan daha eski belgeler imha ediliyordu. Geçici olarak saklananlar ise şifreliydi. Süvarilerin pek azı maskesizdi, geri kalanı ise onları tek tip gösteren at yelesi desenli plastik maskelerle geziyordu. Uysal her bir süvariyi tek tek tespit etmeye çalışıyor; kimisiyle muhabbet kuruyor, kimisini de üsten çıkarken takip ediyordu. İkinci yöntem yakalanmasına neden olabileceği için riskliydi. Piyadelerle ilgili bilgi edinmek ise daha kolaydı. Çünkü yüzleri açık, adları ve sayıları belliydi.

Hakan'dan Emre'nin evinde kalmak için izin almıştı. Emre'nin bir AVİS ajanı olduğunu fakat AVİS'in görüşlerine ters düştüğü için âtıl bırakıldığını söylemişti. Başbakan, istihbarat teşkilatının Sındırlı ailesine bağlı olduğunu biliyordu. Bundan dolayı Uysal'ın istediği o izni verdi.

Çekmeceleri, dolapları, muhtemel gizli bölmeleri iz bırakmadan karıştırmayı öğrendi Uysal. Önemli bir not bulursa fotoğrafını çekiyordu. Bir çöpün bile yerini değiştirmedi, tek bir istisnayla: Görgü Vult'un ofisinde Boran'ın adının geçtiği şişkin bir klasör bulup aldı. İçinde Aslı'nın tuttuğu, Hakan'ın attıracağı ve Görgü'nün kurtarıp sakladığı defter ve mektuplar vardı. Akşam da klasörü Boran'a verdi.

Yapının tarihçesini de araştırdı fakat hiçbir şey öğrenemedi. Hiçbir süvari kendi devrinden öncesini bilmiyordu. Uysal'ın görüp tanıyabildiği süvariler arasında en eskisi on yıllıktı. O da gençliğinde onu eğiten birçok tecrübeli süvari olduğunu fakat onları bir daha göremediğini söylemişti. Çaylak süvarinin zihnine cevapsız sorular bırakmıştı.

"Peki şu an neredeler?"

"Bilmem ki... Belki de emekli olmuşlardır."

"İsimlerini, yüzlerini hatırlıyor musunuz?"

"Hayır. Bu bilgiler gereksizdir. Bize değişebilen yüzler, aldatıcı isimler değil teknik ve tecrübe gerekir."

"Belki ben de tecrübelerinden yararlanırım," dese de bir bilgi alamadı. Uysal bu "emekli" süvarileri de bulmayı kafasına yazdı.

Boran, halalarından gelen mektubu okuduğunda yerinde duramamıştı. Evin içinde dolanıp durmuş, "Aslı bunları benim için mi yaptı," diye mırıldanıp durmuştu. Çocukluk fotoğraflarına uzun uzadıya bakmıştı.

Bir akşam televizyon açıkken ve zigon sehpada karışık kuruyemiş kaseleri dururken Boran da çekyatın kenarına eski bir kitap ve üzerine de boş kâğıt koymuş, cevap mektubu yazıyordu. O sırada aile fotoğrafına bakan Uysal "Bunlar kim?" diye sordu. "Ben, annem, babam, kardeşim," dedi diğeri, kafasını kaldırmadan.

"Kardeş sahibi olmak ne güzel bir his ya," dedi. "Ben tek çocuğum, çok sıkıcı. Senin kardeşin var mıydı Emre?"

"Karışık." Emre de gözlerini televizyondan ayırmamıştı.

"Nasıl karışık ağabey? Var mı yok mu?"

"Baba bir anne farklı bir kardeşim var ama hiç birlikte yaşamadık," dedi komiser, omzunu silkerek. "Sadece adını biliyorum. Yüzünü görsem tanımam. O da muhtemelen benim varlığımdan bile haberdar değil. Sırf aynı kanı taşıyoruz diye kardeş sayılır mıyız?"

"Bence," dedi dudağını büken Uysal. "Sayılırsınız, niye olmasın ki..."

Evin en yeni sakini soru sorulmadıkça söze karışmazdı. Uysal ona kardeşiyle anlaşıp anlaşmadığını sorunca sadece "Kayıp..." dedi.

Diğerinin yüzü utançtan kızardı. "Özür dilerim. Başın sağ olsun."

"Öldü demedim," dedi Boran. Bakışları uzağa daldı. "Kayıp."

"Nasıl kayıp?" dedi koltuğun öte yanında olduğu için göz teması kurabilmek için hafifçe eğilen Emre.

Odada bir an için televizyonun gürültüsü hariç hiçbir ses duyulmadı.

Emre, Uysal'a dönüp Bosna Savaşı'nda kaybolan birçok insan olduğunu anlattı. "Bizden adam olmaz, var ya. Fütursuzca yarasını deştik."

"Hayır," dedi mavi gözlü adam. İfadesiz yüzünde herhangi bir değişim olmamıştı. "Savaşta kaybolmadı. Annemle babam ben küçükken boşandılar, annemin ailesi de annem ve o zamanlar bebek olan kardeşimin bizimle bağlantısını kesti. Nerede olduklarını hiç bilemedik. Bu kadar."

Uysal dehşet içinde "Bu nasıl bir acımasızlık?" dedi.

"Annene laf ediyor gibi olacağım, kusura bakma da..." dedi Emre, kafası önde. "Bir anne ne olursa olsun çocuğuyla görüşür ya."

"Bence imkânı olmamıştır. Hemen başkasıyla evlendirmişlerdir," dedi Uysal. "Sonuçta birkaç yıl öncesine kadar cahil kesimlerde kadın doğurma ve ev işi makinesiydi."

"Yok," dedi Boran ve kâğıdı bırakıp arkasına yaslandı. "Teyzem annemi kaçırdı."

"Oğlum senin nasıl bir ailen var ya?" diye sordu Uysal. Cevap alamayınca midesinin kazındığını söyleyip mutfaktan sarmayla pilav getirdi. Kendi annesinin yaptığı yemeklerdi bunlar. Komiserin evine taşındı taşınalı, annesi evi düzenli olarak ziyaret edip yemek getiriyordu. Birkaç kere evde yemek yaptıklarına dair pembe bir yalanla buna gerek olmadığını söylese de vazgeçirememişti.

Uysal hızlı hızlı yemek yerken Emre de yarı öfke, yarı heyecanla Boran'a sorular soruyor fakat yalnızca tek kelimelik ve sakin yanıtlar alabiliyordu.

"Nasıl kaçırdı?"

"Bayağı..."

"Nerede yaşadıklarını biliyor musun?"

"Türkiye'de."

"Neresinde?"

"..."

"Siz babanla hiç uğraşmadınız mı anneni, kardeşini bulmak için?"

"Uğraştık."

"Eee?"

"Olmadı."

"Uzun bir cümle kur. Dilinde tüy bitmez. Konuş hadi."

"Ne diyeyim?"

"Boş ver Boran. Söyleme bir şey. Susup otur, tamam mı?"

"Niye kızdın ki şimdi?"

Uysal içeriden bilgi toplarken Emre de Zilduvar'a gidip geldi. Öldürülen kaymakamın çocuklarıyla ve Zilduvar'daki akıl hastanesinde çekilecek belgeselin yönetmeniyle konuştu. Çocuklar babalarının vefatı esnasında küçük oldukları için bir şey hatırlamıyorlardı. Emre'ye Aydın Çelik'in iki yakın dostunun iletişim bilgilerini verdiler.

Yönetmen ise hastanenin geniş bahçesindeki çimlerin arasında bazı taşlar, tuğlalar gösterip bunların eski laboratuvarın kalıntıları olduğunu söyledi. İçeride de bazı gizli yeraltı bölmeleri vardı.

Başhekim iddiayı şiddetle reddetti. Hastanenin planını komisere verip dilediği gibi gezebileceğini söyledikten sonra şaka yollu "Bu tür hezeyanlara kendini fazla kaptıranları hastanemizde ağırlıyoruz," diye ekledi. Emre binanın her katını saatlerce gezmesine rağmen gizli bölmelere ilişkin bir emare bulamadı. Dolapları çekip arkasına baktı, dekoratif tabloları yerinden oynattı fakat gizli bir kapı ya da kasa yoktu.

Kaymakamın dostları ise artık Zilduvar'da yaşamıyordu. Birisi başkente, diğeri de yurtdışına taşınmıştı. Başkentteki, Aydın Çelik'in fark etmeden küresel bir şebekeye dokunduğunu ve bu yüzden ortadan kaldırıldığını söyledi fakat ona göre Zilduvar'daki Nazi laboratuvarı işin sadece mistik yanıydı. "Sıradan hastanelerde göz göre sürdürüyorlar organ ticaretini," dedi. "Bütün yetkililerin bildiğine eminim ama hiçbir şey yapmıyorlar. Polisler bile göz yumuyor."

"Ben de komiserim ama böyle bir şey bilmiyorum," diye cevap verdi Emre.

"Üstlerinize sorun. Bilirler. Fakat dikkat edin, sizi de Aydın gibi yok etmesinler."

Yurtdışında yaşayan ise konuşmayı tümden reddetti.

Kurtuluş, Emre ve Bayan'ın sohbetinde bu konu da açıldı. Bayan, 7-8 yaşlarındayken gözleri bağlı bir şekilde laboratuvara götürüldüğünü ve bir süre orada kalıp bazı deneylere kontrol grubu olarak maruz kaldığını söyledi.

"Çocukken insanın zaman algısı farklı oluyor. Bu yüzden kaç gün kaldım, hiç bilmiyorum ama birden fazla kez uyuyup uyandığımdan eminim. Korkmamıştım. Neyin ne olduğunun farkında değildim. Doktorlar bize iyi davranıyordu, kaldığımız oda rengarenkti ve oyuncaklarla doluydu. En önemlisi kardeşimle yan yanaydım. Üstün zekâlıydı. İkiz olmamıza rağmen zihnen benim ablam gibiydi. Herkes Bulut diyordu ona. Bu isme alışıktı. Hande dediğimde bakmazdı. Rubik küpünü birkaç saniye içinde çözdüğünü hatırlıyorum, hayretler içinde kalmıştım.

İkimize de damar yolu açmışlardı. Ara sıra bizi alıp sedyeye yatırıp değişik renkte serumlar taktıklarını hatırlıyorum. Yine gözleri bağlı bir şekilde oradan çıkardılar, babama teslim ettiler. Babam ağlıyordu. Beni çıkarmış ama kardeşimi kurtaramamıştı."

Kurtuluş bu sefer dünkü şaşkınlığında değildi. Kendisini kadının anlattıklarına verebiliyor, nefes alışverişi de yutkunması da sıklaşıyordu. "İnanılmaz bir durum," dedi. "1963 yılında henüz Sındırlı yoktu, değil mi?"

"Babam, iktidarın zirvesindeki isimlerin danışmanıydı," diye onayladı Bayan. Avarya'nın kurulduğu 1947'den sonra on yıl başbakanlık görevini icra eden Yadigâr Alkan, yeni isimlerin önünü açmak üzere liderlikten çekilmiş ve danışmanlığa başlamıştı.

"Onun bile gücü yetmemiş," dedi kır saçlı adam. "Bu nasıl bir illet!"

Kurtuluş, bu deneylerin Josef Mengele ile ilgisi olup olmadığını sordu. Bilmediğini söyledi Bayan. Geçen hafta bu adı telaffuz etmesinin sebebi ikizlere ilgisiyle ünlü bir Nazi doktoru olmasıydı. "Mengele'yi elbette görmedim, bu sadece bir çağrışımdı," dedi.

"Peki bu laboratuvar hâlâ Zilduvar'da mı? Sizce devam ediyor mu?"

"Durması için bir neden yok," dedi Bayan. "Uzun bir araç yolculuğu yaptığımızı hatırlıyorum ama gözlerim bağlıydı ve yol boyunca uyuyakalmıştım. Sanırım uyumam için gaz vermişlerdi. Beni Varnata'dan alıp tekrar aynı yere bıraktılar."

"Daha sonra hiçbir şey görmediniz ya da duymadınız."

"Hayır," dedi kadın. "Bizzat bir şey görmedim ama Hande'nin yetişkin olduktan sonra oradan kaçtığını ve o günden sonra hep kaçak yaşadığını biliyorum."

"Kaymakamın cesedini ortaya çıkarırken anlatmak istediği..." dedi Emre, sözcük aradı. "Her şeyin eskisi gibi devam ettiğiydi. Zilduvar Laboratuvarı var, deneylere devam ediyorlar, belki ilk kurulduğu ilçede belki de başka bir yerde, orasını bilmem. AVİS tarafından yedi ay önce gönderildiğim görev de bununla alakalıydı."

"Hangi görev?" diye sordu muhalefet başkanı.

"Türkiye'nin küçük bir şehrinin köyüne gittim. Orada akıl sağlığını yitirmiş bir adamı sorguladım, tabii ki hiçbir şey öğrenemedim. O adamın da deneklerden biri olduğuna eminim. Çünkü Hande Bulut tarafından bizzat arandım."

Bayan şaşkınlıkla "Hande seni aradı mı?" dedi.

"Fethi Ekin'in ölümünden hemen sonra," dedi komiser. "Hatta o olayın da benim göreve gitmemle tetiklenmiş olabileceğini şimdi anlıyorum."

"Birazdan bütün olayları kronolojik sırayla yazalım, çok karıştı çünkü," dedi alnını kırıştıran kır saçlı adam.

Komiser, "Yapının tarihçesinin Vult'tan öncesine dayandığını düşünüyoruz. Bu kısımdan tam olarak emin değiliz ama görüşümüz, dünyadan suçluları toplayıp 'Gece Piyadeleri' adı altında bir araya getirmek Vult'un özgün fikri olsa da 'Gündüz Süvarileri'nin çok daha uzun bir mazisi olduğu yönünde. Benim teorim ise bir şekilde Zilduvar'la bağlantılı olduğu." dedi.

"Bir saniye! Nasıl birbirlerinden ayrı olabilirler ki?" dedi Kurtuluş.

"Bu yapıların isimleri Berdaşe'nin meşhur şiirinden geliyor," dedi Emre. "Süvarilerin isimleri sonradan konulmuş olsa bile güçlü gelenekleri bize daha eski bir yapının parçası oldukları izlenimini veriyor. 'Emekli olduğu' söylenen yaşlı süvariler var ama yerlerini bilmiyoruz. Geçmişleri konusunda araştırma yapmaya devam ediyoruz. Piyadeler böyle değil. En eski piyadelerin 1990'larda toplandığı kesin. Hatta benim irtibatlarımdan birisi eski piyade demiştim ya, işte o, ilk nesilden."

"O eski piyade Boran İbrahim Saraçeviç mi?" diye sordu Kurtuluş.

"Tanıyor musunuz?" dedi Emre.

"Piyadelerin Zilduvar'la bağlantılı olduğunu nereden çıkardın?" diye sordu Bayan.

"Boran savaş döneminden kalan birtakım ruhsal sıkıntılardan ötürü iki kez Zilduvar'da kalmış," dedi. "İlki 1992'de, ikincisi 1996'da ve ilk kalışının kaydı yok."

"Olamaz ki zaten, 1993'te arşiv yangını çıktı," dedi kadın. "Daha güçlü dayanaklar gerekiyor Emre."

"Arşiv yangını niye çıktı o halde tey... Bayan Hanım?"

Kurtuluş, Emre'nin az kalsın "teyze" diyeceğini anlayıp gülümsedi. "O kadar yaşlı göstermiyor ki... Abla deseydi bari," diye geçirdi içinden.

Bu esnada komiser "Sizce doğal nedenlerle mi çıktı?" diye sormaya devam ediyordu.

"Doğal olmadığı kesin de..." dedi kadın, ellerini açarak.

"Piyadeler Avarya'ya yasadışı getirilmiş insanlar. Normal şartlarda ellerini kollarını sallayarak hastaneye gidemezler. Vult neden onu rahatlıkla Zilduvar'a gönderdi? Ya da şöyle sorayım. Varnata'da psikiyatrist yok muydu? Neden Zilduvar? Neden ülkenin batı ucu?"

"Doğru," dedi elini dizine vuran Bayan. "Bir soru işareti var burada."

"Tamam, toparlayalım artık." Kurtuluş iki elinin avuç içini masaya koymuştu. "Hande Bulut'a ulaşabilir miyiz?"

"Ulaşamayız," dedi Emre ve Bayan neredeyse aynı anda.

"Neyse, yazalım şunları."

Bir not defteri çıkardı.

"1940'lar: Zilduvar'da bir laboratuvar kuruldu.

1947: Avarya kuruldu.

1963: Yadigâr'ın ikiz kızları Bayan ve Hande, laboratuvara gitti."

Bayan, "Hande benimle aynı yıl laboratuvara gitmedi," diye düzeltti. "Bebekliğinden beri oradaydı."

"Uşak'taki o ilkokul fotoğrafı ne o zaman?" diye sordu Emre.

"Bilmiyorum," diyen kadının yüzünde sahici bir hayret vardı. "Tamam, Hande'nin 7 yaşından öncesini bilmiyoruz ama sonrasını laboratuvarda geçirdiğinden eminiz."

"Devam ediyorum," dedi Kurtuluş.

"1969: Sındırlı başbakan oldu.

1975: Laboratuvarın açık olduğuna emin olduğumuz son tarih. Bayan ve Hande Bulut 19 yaşında.

1980: Zilduvar kaymakamı Aydın Çelik öldürüldü.

(Alt satıra ok çıkardı.) Murat Sındırlı, başbakan. Fethi Ekin içişleri bakanı.

1990: Sındırlı hapse girdi. Vult iktidara geldi.

1990'lar: Gece Piyadeleri başladı.

1993: Zilduvar arşiv yangını.

2005: Yaz Larende parti başkanı oldu. Sındırlı hapisten çıktı. İskambil olayı yaşandı. Fetki Ekin öldürüldü. Genel seçimler tekrarlandı. Kaymakamın cesedi bulundu.

Sorular:

Zilduvar laboratuvarını kim kurdu? Şu an açık mı?

Gündüz Süvarileri ne zaman başladı? (Üst satıra bir ok çıkararak) Bağlantılı mı? Kime ait? Vult mu başka biri mi? Gece Piyadeleri kesin olarak Hakan Vult ile mi başladı?

Vult, laboratuvarı biliyor mu?

Sındırlı'nın bunlar hakkındaki bilgisi ve bunlarla ilgisi ne kadar?

Yaz Larende'ye ne olacak?"

Son soruyu daha hacimli harflerle yazmış ve altını çizmişti. Aslında o anda aklına gelmeyen başka soruları da vardı. Mesela Yadigâr Alkan, Yaz Larende'yi himayesine alırken ne düşünmüştü? Neden Avarya'da yetişen birinin değil de dışarıdan gelen birinin, üstelik geldiğinde henüz küçük bir çocuk olan birinin bu ülkeyi yeni bir evreye taşıyabileceğine inanmıştı? Alkan biraderlerin bu kızcağızı canlı kalkan olarak görmesinden daha inanılmaz bir şeydi bu, Kurtuluş'a göre.

"Sizin yapacağınız şey, Vult'a haber gitmeyecek şekilde olabildiğince çok milletvekilini onun aleyhinde görüş bildirmeye ikna etmek," dedi Emre son olarak. "Dokunulmazlık zırhı üzerinden kalksın, gerisi tereyağından kıl çeker gibi bitecek."

֎

H A K A N

Aynı gün
Varnata

Piyade üssünün toplantı salonunda Uysal renk vermeden yalanlardan bir kule inşa ediyordu. Boran'ı nasıl infaz ettiğini, sonra cesedini parçalayarak ortadan kaldırdığını anlatıyor; her aşamayı da bilgisayar başında uzun mesailer harcayarak hazırladığı sahte fotoğraf ve raporlarla destekliyordu.

Nihayetinde Hakan camdan gökyüzüne bakıp genişçe nefes aldı. "Bitti." dedi. "Teşekkürler Uysal. Harikasın. Doğrusu, bu kadar soğukkanlı olmanı beklemiyordum."

Dudaklarını büzen genç, "Ben de..." dedi. "Fakat oluyormuş. İnsan dediğin et kemik."

"Ben çıkıyorum." diyen başkan Boran'ın yerde yatarken çekilmiş fotoğrafını ve raporları alarak laboratuvardan ayrıldı.

Islık çalarak eve geldiğinde saat henüz 3'tü. Hava ışıl ışıldı fakat kuru ayaz can yakıyordu. Paltosunu çıkarıp asan Hakan televizyonun önündeki koltuğa yayılarak dinlendi. Ardından mutfağa gidip akşam yemeği hazırlayan hizmetçiye çatı katındaki odanın kapısını açmasını söyledi.

Aslı yatağın üzerindeydi, dizlerini karnına çekmişti. Kimin geldiğini görünce ayaklarını yataktan sarkıtıp ellerini birleştirdi.

"Nasıl gidiyor, Tina?" dedi kapıda bekleyen, ellerini arkasına koyan adam.

Diğeri, uzun bir es verip "Yorgan ver, üşüyorum." dedi.

"Efendim?"

"Geceleri üşüyorum, bana yorgan ver," diye daha yüksek sesle tekrarladı. Sesinin yükselmiş hali bile güçlükle işitiliyordu. "Ayrıca sıkılıyorum, kitap da ver."

Hakan belli belirsiz gülümseyerek "Geçmiş olsun, cezan bitti." dedi. Hizmetçiye döndü. "Elvin Hanım, Tina'nın çantasını ve gündelik kıyafetlerini getirir misin?"

Aslı'nın ağzı şaşkınlıkla açıldı. "Gerçekten mi?" dedi. "Dışarı mı çıkıyorum?"

"Evet."

"Ben... Ben kaç gündür buradayım? Bir ayı geçmiş olmalı."

"On iki gündür buradasın." dedi Hakan. Yatağa oturdu. "Şimdi ihanetin bedelinin ne kadar ağır olabileceğini anladın mı? Hele senin yaşadığın oldukça hafif bir izdüşümken..."

"Ne yapmışım ben?"

"Benden habersiz Kurtuluş Aslan'la görüşmek yok. Piyadeler ve süvariler konusunu deşmek yok. Lisansını yenileyip avukatlığa dönebilirsin. İşini yap! Sadece bu. Bu arada Saraçeviç'in davası düştü çünkü o öldü."

Kısacık saçlı kadın amcasının kafasının patladığını görmüş gibi dehşete düştü, göz bebekleri büyüdü, gözündeki damarlar kanlandı, ağzı açılıp kapandı. Hızlıca başını iki yana salladı. "Yalan söylüyorsun."

Cebinden çıkardığı kağıtları sakince gösterdi. "Bu cesedinin fotoğrafı. Bu da ölüm raporu. İbrahim Saraçeviç artık yok."

Aslı bir fotoğrafa bir rapora bakıyor, suda eriyen tuz gibi hissediyordu. Hizmetçi de o sırada kıyafetleri getirmişti. Hakan ayağa kalkıp "Çıkmıyor musun?" dedi. "Günlerdir bu anı beklediğine eminim."

Kâğıtları yavaşça yatağın üzerine bıraktı, elini üzerinde gezdirdi. "Niye çıkayım?" deyip Hakan'ın gözlerine baktı. "Çıkmamı gerektiren ne var?"

"İster çık ister çıkma," dedi ev sahibi. "Kapı açık. Hizmetçi de yok. Yemeğini kendin alırsın. Burayı çok sevdiysen kalabilirsin. Protestonla uğraşamayacağım."

Hizmetçiyle birlikte odayı terk etti. Anahtar, bu sefer kilitte dönmedi.

Kadın, nezleye yakalanmış gibi yutkunamıyordu. Boğazı acıyordu. Dudakları titrerken fotoğraftaki saçları okşuyor, fotoğrafa düşüp kaybolmak istiyordu. Sorular, arılar gibi beyninde uğulduyordu. "Çok acı çekti mi?", "Bir daha onu göremeyecek miyim?" Soruların en zoru ise tek kelimelikti: "Neden?"

"Özür dilerim." diye fısıldadı. "Seni kurtaramadım."

Uyumak ne iyi olurdu. Uykuyu, uyanıklıktan daha çok sevilesi buldu. Beyninin dışındaki dünyanın ona verdiği ümit sona ermişti. Sinir hücrelerinin arasında ise onun gülümseyen yüzü, hiç tutamadığı sıcacık elleri, okyanus ya da gökyüzü gibi gözleri vardı. Bunlara erişebilmek ancak rüyada mümkün olurdu. Hislerini sorgulamayı bıraktı Aslı. Onları kabul etti.

"Seni seviyorum." dedi. "Sen yok değilsin ki... Varsın. Sadece toprağın altındasın. O halde benim için de toprağın altı daha hoş. Ben de eninde sonunda yanına geleceğim. İşte o zaman yaşamaya başlayacağım. Ölünce yaşamaya başlayacağım. Millet yaşarken yaşar, ben de ölünce."

Kahkahayla gülmeye başladı ve kahkahası hıçkırıklara evrildi.

"Tina, Tina..." diyen yumuşak bir ses duydu. Gece karanlığında uyandı ve İda'yı yanı başında buldu. Koridorun ışığı içeriye vuruyordu.

"Aşağı in, burası soğuk. Hadi güzelim..."

"Toprak da soğuk," dedi gülümseyerek. "Ölüler üşür mü?"

"Beni korkutuyorsun."

"Ben bu odadan çıkmayacağım, yenge. Hani hapım nerede? Kayışlar? Asiyi bağlayın!"

"Sinir krizini önlemek için basit bir ilaçmış, sana vermeden önce doktora sormuş." İda, Aslı'nın omuzundan tuttu. "Bitti canım. Ne olur, gel artık. Eski hayatımıza dönelim."

Aslı, yengesinin elini tuttu, diken gibi saçlarının üzerinde gezdirdi. "Madem ceza bitti, saçlarımı da geri versene."

Böylece İda'nın dili lal oldu.     

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top