I - XXVIII

E M R E

30 Kasım 2005
Çarşamba
Varnata, Avarya

Hamlet'te baş kahraman bir kurukafa ile konuşmuştu. Kurukafalar da kendine özgü bir yöntemle konuşabilir ve katilini ihbar edebilirdi.

Aydın Çelik, çeyrek asır önce, Avarya'nın en batıdaki ili Tunapeşte'nin ilçesi Zilduvar'ın kaymakamlığını yaparken bir anda sırra kadem basmıştı. Ortada görünür hiçbir sebep yoktu. Bir ailesi vardı. Komşuları, eşiyle da çocuklarıyla da iyi anlaştığına tanıktı. Halkla arası da sıcaktı. Akıl hastalarının topluma kazandırılması için düzenli olarak doktorlarla görüşüyordu. Bir belgesel projesine destek olmak amacıyla hastanenin geçmişini araştırıyordu. Derken her şey sona erdi. İlçenin her yeri karış karış aranmasına rağmen hiçbir ipucu bulunamadı.

2002'den 2005'e kadar cumhurbaşkanlığı yapan ve ömrü İskambil Çetesi'yle son bulan Fethi Ekin o zamanlar içişleri bakanıydı. Başbakan da Murat Sındırlı'ydı. Meclis bahçesinden çıkan, iskelet değil 25 yıllık bir sorunun cevabıydı. Toprakta, havada, suda; kanda, kemikte, saçta yıllarca beklese bile gerçeğin yazgısı bilinmekti.

El yazısı ve kemikleri analize gönderen Emre karakoldaki arşiv odasına kapandı ve içerideki toz yüzünden birkaç kez art arda öksürdü. Döneme dair gazete haberlerini; radyo, televizyon kaydı dökümlerini aradı. Kaymakamın ağzından çıkmış olan her cümle bir cana değer kıymet taşıyordu. Soru, Çelik'in ne bulduğundan çok nereden bulduğu, nasıl tekrar keşfedileceği ve kimler tarafından korunduğuydu.

Zilduvar deneyleri birçoklarına göre bir şehir efsanesiydi zira varlığına dair kanıt yoktu. 70 yıl öncesine uzanıyordu iddialar, Avarya'nın varlığından öncesine; Nazilerin o dönem Romanya'nın yönettiği o topraklarda bir üs ve laboratuvar kurduğu söyleniyordu. Ari ırka ulaşmak için tutsaklar üzerinde deneyler yapmışlardı. Nazilerin kurduğu laboratuvar, şu an hizmet vermeye devam eden akıl hastanesinin birkaç katı büyüklüğünde olmasına rağmen 1944'teki büyük yangında çoğu yıkılmış ve sağlam kalan yeri de şimdiki akıl hastanesine çevrilmişti.

1980 çok sonrasıydı. Halbuki Çelik devam etmekte olan bir durummuş gibi yazmıştı. Bir de organ ticareti meselesi vardı tabii... Bu da uluslararası bir şebekenin işin içinde olduğunu gösteriyordu. Kaymakam nasıl bir zülfü yâre dokunmuştu da sonu böyle olmuştu?

Evraklar arasında saatlerce dolaştı, açılmadık çekmece bırakmadı, 1980 yılıyla yetinmeyerek daha eski belgeleri de açtı, üstü başı tıpkı dosyalar gibi toz oldu fakat olağandışı bir olay ya da demeç bulamadı. Arşivden eli boş dönen komisere Zilduvar yolları görünüyordu. Kaynağa gitmeden sırrı çözemezdi.

Emniyetin veri tabanından yarım kalan belgeselin yönetmeninin iletişim bilgilerini aldı. Çelik'in eşi vefat etmişti ama çocukları hâlâ hayattaydı, onların adres ve telefonlarını da aldı. Hepsi de hâlâ aynı ilçede yaşıyordu. Akşam saatlerinden itibaren olaydan haberdar olacaklardı.

Polisler basın mensuplarının sadece uzaktan görüntü almasına izin vermiş olsa da yerin kulağı vardı. Acar gazeteciler kazılan noktanın "y" ve "g" harfleriyle oluşturulan "çember-ok" ikilisi olduğunu keşfetmiş ve kayıp kaymakamın ağzında bir notla ortaya çıktığını anlatan haberlerine "İskambil Çetesi faili meçhul cinayeti ortaya çıkardı," detayını eklemişti.

Zilduvar deneyleri, haberle birlikte söylenti olmaktan çıkacak, kamuoyu tepkisiyle meclise kadar gelecek ve resmi soruşturma başlayacaktı. Kimisi gerçeği arayacak, kimisi kendini sıyırmaya çalışacak, kimisi de tekrar üstünü kapatmaya çalışacaktı. Kim ne yaparsa yapsın cin şişeden çıkmıştı ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Emre karakoldan ayrılmak üzereyken Uysal onu aradıve acil görüşmek istediğini söyledi.

֎

K U R T U L U Ş

Aynı gün
Varnata

Bulutlu havanın kasveti her şeyin rengini soldurmuştu. Hakan'ın makam koltuğunun, arkasındaki yeşilli kırmızılı Avarya bayrağının, meşe ağacından masanın; masadaki bilgisayar monitörünün, isimlikteki dolma kalemlerin... Başbakan dalgın bir ifadeyle danışmanının rutin olarak gönderdiği raporları okuyordu. Kapı çalınca "Girin." dedi.

Kurtuluş fırtına gibi içeriye girip kapıyı kapatınca Hakan ayağa kalkarak "Sizde randevu diye bir kavram yok mu Sayın Aslan?" dedi.

Kır saçlı adam odanın sahibini gözleriyle delebilecekmiş gibi bakıyordu. "Yanılıyorsun, Hakan. Ben buraya Yeni Gün Partisi'nin genel başkanı olarak gelmedim. Ben buraya üniversite harçlığını çıkarmak için Şarkıova'da odunculara yardım eden Kurtuluş olarak geldim."

Diğeri, dudağının kenarında alaycı bir kıvrımla "Keyfi olarak rol değiştirebiliyoruz, demek." dedi ve koltuğuna oturdu. Davetsiz misafirini baştan aşağı süzdü.

"Gece Piyadeleri ve Gündüz Süvarileri'ni lağvedeceksin." dedi Kurtuluş birkaç adım yaklaşarak. Bu söz alev oldu ve Hakan'ın içinde öfkenin fitili tutuştu.

"Ne o? Sen bana emir mi veriyorsun?" diye bağırdı.

"Ne emir ne de rica..." dedi muhalefet lideri. Sesi her zamanki sakinliğinde değilse de biraz önceki kadar yüksek de değildi. "Olması gerekeni söylüyorum. Avarya'da kaç tane savaş suçlusu var şu an?"

Hakan pis bir koku almış gibi yüzünü buruşturup "Kurtuluş, dışarı çıkar mısın?" dedi. "Ben de senin eski dostun olarak olması gerekeni söylüyorum. Sakın bu işe karışma, yoksa..."

Kır saçlı adam başbakanın kalkan işaret parmağına gözlerini dikti, "Yoksa, ne?" dedikten sonra da göz bebeklerinin tam içine baktı. Bir adım daha attı. "Senin bu adamları bu ülkeye sokmaya ne hakkın var?"

Başvekil tekrar ayağa kalkarken sırların mülkiyetini yitirdiğini kavramaktaydı. Bundan dolayı ifşayı kendisine kalkan yapmaya karar verdi. Ne yaptıysa açık yüreklilikle savunacaktı. "Savaş ya da öldürme tecrübesi olan yabancılar, 'piyade' adı altında çok sıkı bir disiplin programından geçtikten sonra bu ülkede kalabilirler."

"Savaş tecrübesi..." diyen misafir ilk kez güldü. "Savaş suçlarının adı, savaş tecrübesi mi oldu?"

"Piyadelerin merhamet gibi zaafları yok. Onları piyade yapan bu. Ahlaki olarak yanlış olabilir, bu da beni ilgilendirmez."

"Senin hatan bu işte..." diyen kır saçlı adamın sözleri, kaldırıp salladığı işaret parmağından adeta kıvılcım gibi çıkıyordu. "Merhamet zaaf değildir Hakan. Merhamet, akılla birleştiği zaman en büyük güçtür. Seni ormana attıran Sındırlı bunu güçlü olduğu için mi yaptı, yoksa kaleminle mücadele edemeyecek kadar güçsüz olduğu için mi?"

Odadaki yürekler buz keserken Hakan bütün vücudunu oynatarak gülmeye başladı. "Bel altı vurmaya mı çalıştın beni sen? Bu kadar mı tanımıyorsun beni?"

Sağanak yağmura benzeyen gülüşü bir anda durdu. Yüzü ciddi ve karanlık bir ifadeye büründü. "Derim kalındır Kurtuluş, böyle şeylerden etkilenmem. Evet, Sındırlı güçlüydü. Emir verebileceği adamları vardı, bu yüzden beni ormana attırdı." Yüzü ızdırap hariç her duygudan azade olmuştu.

"Sen beni bulmasaydın," dedi, "...o soğuk gecede can çekişerek ölecektim. Niye? Güçsüz olduğum için... Dünyadaki milyonlarca güçsüzün yoksulluktan, hastalıktan, savaştan her gün öldüğü gibi... Zayıf kişi merhametli olsa neye yarar?"

O sırada dışarıda bir kuş, bir kediye yem oluyor; rüzgâr yerdeki tozları uçuruyordu.

Kurtuluş, Hakan'a o kadar yaklaşmıştı ki artık masaya vurabilirdi. "Makine gibi insan öldürebilen katiller bu ülkede..." derken sözü kesildi.

"Bu ülkedeler," dedi mezardaki ölülere ayağa kalkması için emir veren kötücül bir ifrit misali. "Benim emrimdeler. Bu konuda yapabileceğin hiçbir şey yok. Konuşmamız bitmiştir. Şimdi çık dışarı."

Muhalefet başkanı itiraz etmedi ama yerinden kıpırdamadı. Yumruğunu atan kalp gibi sıktı, açtı, sıktı, açtı. Hakan ise o yokmuş gibi rapora dönmüştü. İrkilip başını kaldırdı.

"Bunları nereden öğrendin?" diye sordu.

"Bana anlatmıştın, hatırlamıyor musun?"

Odanın sakini bakışlarını misafirin parmaklarında gezdirerek "Ben sana Gece Piyadeleri'ni anlattım, Gündüz Süvarileri'ni değil." dedi. Kaşları çatıldı, boynunda bir damar belirginleşti. Soluk alışverişi daha hızlıydı.

"Nereden bilgi alıyorsun?"

"Birçok yerden." dedi başını hafifçe yan yatıran kır saçlı adam.

Hakan, raporu masaya atarak parlayan benzin gibi "Nereden bilgi aldığını anladım." dedi. Alnına vurup kafa derisini sıvazladı. "Vay be! Bu kadar tedbirsiz olduğuma inanamıyorum."

Kendi kendine konuşur gibi "Ben... Aramıza girip de sonra kaçmaya kalkışanı sorgusuz sualsiz öldürtürdüm." derken yüzünü avuçladı.

Misafir dehşet içinde "Kendine gel!" diye bağırdı. "Sen başbakansın, firavun değil."

Can alıp can verebileceğini firavunlar düşlerdi.

Hakan'ın yüzü avuçlarının arasından doğdu. "Sen bir de utanmadan merhametten bahsediyorsun, değil mi? Piyadeleri, İbrahim Saraçeviç'ten öğrendin."

"Ne?" Birkaç saniye onun kimi kastettiğini anlamasına yetti. "Ha, senin boş yere hapse attırdığın delikanlı."

Diğeri, dudaklarını ısırıp nedamet getiriyor, "Maalesef sadece hapisle yetindim. Eğer onun nefesini kesseydim, şu an karşımda bana hesap soramayacaktın." diyordu.

Bir cinayet bahsi daha. Kurtuluş bu sefer geri geri yürümeye başladı, uğursuz bir nesneden korunmak isteyen bir maceracının tedbiriyle. "Sen..." dedi. "İnsanlığını ne zaman yitirdin?"

"Tam olarak bir dakika önce yitirdim. Acıma denen zaaftan malul olduğumu anladığım şu dakikada..."

Başbakan arkasına yaslandı ve en büyük rakibine, en yakın dostuna koltuğa oturması için işaret etti. Dostu bir jestle istemediğini belirtmesine rağmen kahve söyledi ve içecekler eşliğinde anlatmaya başladı.

"Yıl, 1992. Gece Piyadeleri'ni toparlamaya yeni başlamıştım. Her coğrafyadan eşit sayıda piyade toplamaya çalışsam da mecburen savaş bölgelerine biraz daha odaklanıyorsun. O zamanlar Bosna'daki savaş yeni başlamıştı."

Osmanlı izlerini taşıyan şirin bir Balkan kenti belirdi dinleyenin hayal perdesinde.

"Zvornik, Bosna-Hersek'in kuzeydoğusunda olduğu için savaştan ilk etkilenen şehirlerden biriydi. Sırplar, Sarı Yaban Arıları adında paramiliter bir örgüt kurmuşlardı."

"Oradaymış gibi anlatıyorsun." dedi misafir. Kahvesine dokunmamıştı.

Hakan bunları Nemanja'dan ve bölgeyi araştıran görevlilerinden öğrenmişti. Raporun arkasını karalarken hafızasındaki bilgileri çağırıyordu.

"İbrahim ve Nemanja lise son sınıfa gidiyordu."

Karların yeni eridiği bir bahar gününde lise üniformasıyla okula giden iki genç... Üniformalarını lacivert renkte hayal etmişti, nedendir bilinmez. Beyaz gömlek, lacivert pantolon ve ceket, okul kapısının önünde düzeltilecek yarım kravatlar. Arkadan bakıldığında o kadar aynılar ki saç renkleri hariç kimin kim olduğunu ayırt etmek güç. Yolda kendilerinin anlayacağı espriler yapıp gülüyorlar; bugünkü sınavın ne kadar kazık olduğunu, hocaların geçimsizliğini ya da öğle arası yapacakları maçı tartışıyorlar.

"Nemanja bir Sırp olarak, en yakın arkadaşı Boşnak olmasına rağmen milliyetçi akımlardan etkilendi ve Sarı Yaban Arıları'na katılmak istedi."

Kurtuluş, bu ismin paramiliter bir örgüt için gülünç olduğunu düşündü. Bir izci grubu ya da müzik topluluğuna daha çok yakışırdı.

"Örgüt, Zvornik'te etnik temizlik yapmaya başladı."

Kurtuluş'un düşlediği şirin kentin sokaklarında kırmızı derecikler akmaya başladı. Bahçeli evler ise taştan, tuğladan değil; Hansel ve Gretel masalındaki cadının evi gibi pasta ve kurabiyeden de değil, insan etiyle kemiğindendi.

"Nemanja, örgütün harekete geçmesinden önce İbrahim'e Sırp taklidi yaparak canını kurtarmasını söylüyor, 'Ben seni saklarım, gerçek kimliğini söylemem.' diyordu."

Terk edilmiş bir diyarda köhne bir evin önünü aydınlatması için takılan lambayı hayal etti. Lamba sinek pislikleriyle neredeyse tamamen kaplanmış, ışık saçabileceği ufacık bir boşluk kalmıştı ve o da giderek kararıyordu.

"İbrahim ise reddedip: 'Bunca zaman yan yana yaşadık, şimdi neden Sırp'mış gibi yapayım ki?' demiş. Nemanja da ona 'Ya Sırp'sın ya da Türk, tarafını seç. Ya yaşam ya ölüm,' demiş. Aslında Boşnaklar, Müslüman Yugoslavlardır. Etnisiteleri Slav'dır, Türk değil. Fakat o dönem Sırplar, Boşnaklara 'Türk' diyor ve kendi görüşlerince Osmanlı'dan intikamlarını alıyorlardı."

Kurtuluş'un hayalindeki lamba tamamen karardı. "Bunu biliyorum."

"Her şeye rağmen arkadaşlıkları sürmüş ta ki Sarı Yaban Arıları, İbrahim'in babasını öldürene kadar."

"Ya..." dedi kır saçlı adam. Yutkunmakta zorlandı.

"Evi güvenli olmayan ve gidecek başka bir yeri de kalmayan İbrahim, Nemanja'nın insafına kalmış artık... O da onu Çelopek'teki esir kampına götürmüş."

"Orası da neresi?"

"Zvornik'in bir köyü." dedi Hakan. "Sarı Yaban Arıları, bu köydeki Kültür Evi'ni esir kampı haline getirmiş. Daha sonra burası kapatılmış, hayatta kalan esirler başka bir toplama kampına nakledilmişler. İbrahim, Mayıs'tan Eylül'e kadar üç farklı kampta kalmış."

Misafir bir iç çekişle "İnanamıyorum..." dedi.

Oda sahibi detayları doğru aktarabilmek için düşünüyor ve bu esnada konuşması yavaşlıyordu. "Nemanja, piyade toplayan görevlimle ağustos gibi temasa geçmişti." dedi. "İbrahim'in üçüncü kamptan kaçmasına yardım etmiş."

Acaba bir parça insafa mı gelmişti? Kararan bir kalpten aydınlık zuhur eder miydi? Kurtuluş, bu durumu çözmek için "Niye öyle bir şey yapsın?" diye sordu.

"Avarya'ya yanında bir piyade adayı daha getirirse, ona daha fazla para vereceğimizi düşünmüş. 'Öyle bir şey yok!' dediğimde yaşadığı hayal kırıklığını görmeliydin."

"Avarya" ve "piyade" kelimeleriyle birlikte muhalefet başkanı, etkisi altında kaldığı hikâyeden sıyrıldı ve buraya niçin geldiğini hatırladı. Mülayim karakterine aykırı düşen köklü öfkesi yeniden baş verdi. Sırtını dikleştirerek Vult'un gözlerinin içine bakıp "Bütün bunları sana Nemanja Laloviç mi anlattı?" diye sordu.

"Başka kim olacak? İbrahim bir şey anlatacak durumda değildi ki... Ağzını bıçak açmıyordu. Bakışları donuktu. Üç ay Zilduvar'a gönderdik. Konuşabilir duruma geldi ama bu sefer de tedavi sırasında hafızası zarar görmüştü."

"Hayatını mahvetmişler," dedi Kurtuluş Aslan fakat bu sefer kendini kaptırmamıştı. "Hakan, sadede gel. Bana 1992'yi anlatma, bugünü anlat. O delikanlı niye hapiste?"

"Piyadelerin ağır bir eğitim programı vardır. Süvariler ise haftalık toplantılara gelirler, onun dışında günlük hayatlarına devam ederler. İbrahim piyade statüsünde olmasına rağmen süvariler gibi özgürdü."

Hakan kahvesini havaya dikip bitirdikten sonra "Ben ona piyadelerden ayrılma şansını bile verdim." diye ekledi. "Başka hiçbir piyadenin ya da süvarinin ayrılma hakkı yoktur. Ayrılanların cezası ölümdür. Tek şartım Avarya'ya bir daha ayak basmamasıydı. İbrahim ne yaptı? Bosna'ya gidip savaş bitince geri geldi. 1996'da yani..."

Muhalif başkan kaşlarını çatarak "Doksanları geç. Günümüze gel." dedi.

"Avarya'da yaşamasına izin verdim. Ayrıcalıkları devam ediyordu. Diğer piyadeler gibi hafta içi her gün mesai saatinde askeri eğitime çağırmıyordum. Sadece Pazartesileri geliyordu."

Kurtuluş'un iki kaş arasında somutlaşan sinirini fark edince "Merhametten maraz doğduğunu gör." dedi.

"Merhamet mi? O çocuğun diğer piyadeler gibi olmadığını anlamış, işine yaramıyor diye serbestlik vermişsin. Sen bir katil asker istiyordun."

"Oraya geleceğim." Elini sinek kovar gibi salladı. "Yıllar geçerken bazı piyadelerde disiplinsizlik baş göstermişti. Nemanja da onlardan biriydi, yerel halka saldırıyor, hırsızlık yapıyordu."

"Onu halkımın başına ben musallat ettim, diye bir özeleştirin oldu mu?" dedi Kurtuluş.

Hakan, soru hiç sorulmamış gibi davranarak "İbrahim piyadelikten ziyade sıradan bir hayatı olsun istiyordu. Öldürme görevlerine karşı isteksizdi. İçindeki acıma eğilimini kırmam gerekiyordu. Bu yüzden Nemanja'ya İbrahim'in evine gidip onu tahrik etmesini söyledim. Böylece birisinin ruhu değişecek, diğeri de çıkardığı sorunlarla birlikte ortadan kalkacaktı."

Misafir tepki verme yetisini bir süre için kaybetmişti. Odanın sahibi ise anlatmaya devam etti. "Yanlarında Jenna'yı da yolladım. Jenna, üç kadın piyadeden biri ve en çok güvendiğim... Ne yazık ki İbrahim ne kadar öfkelense de Nemanja'yı öldürmedi. Evinden kovmakla yetindi."

"Hayır, Hakan. Sen bu değilsin!" diye haykırdı ansızın Kurtuluş. Yüzü kızarmış, nabzı yüze varmıştı. "Şeytan, senin dilinden konuşuyor. İnsan hayatından nasıl bu kadar rahat bahsediyorsun?"

"Daha anlamadın mı?" Hakan dişleri görünecek şekilde gülüp birkaç saniye sonra eski ifadesine geri döndü. "Her Dr. Jekyll'in bir Mr. Hyde'ı vardır. Gerektiğinde iyi ve insaflı olabilirim ya, fakat iyilik sınırlayamaz beni. Kendini iyilikle sınırlayanlar, kötü dediklerinin karşısında yenik düşerler. İyi ve kötü, bir kalıptan ibarettir."

Kurtuluş'un sessizliği, başkanın sözlerini sürdürmesini sağladı.

"Bunun üzerine Jenna işi tamamlamaya çalıştı ama Nemanja'yı sadece kolundan vurabildi. Nemo o gün bugündür kayıp. Bu saatten sonra İbrahim için yapabileceğim bir şey yoktu. Ağzının kapalı kalması için içeride olması gerekiyordu. Mahkemede bir şey deseydi deli damgasını yapıştırıp geçecektim, anlaşmalı bir doktor aracılığıyla, sonra da ömrünü Zilduvar'ın beyaz odalarından birinde geçirirdi."

"Mesleğine saygısı olan hangi doktor seninle anlaşır?"

Hakan, Kurtuluş'un retorik sorusuna cevap vermedi. Parmaklarını birleştirdi ve boğazının üzerinden yatay geçirdi.

"İbrahim akıllı çıktı. Susup bekledi, bir fırsat eline geçince önce Aslı'ya ve onun aracılığıyla da sana anlattı. Üçünüz arkamdan iş çevirdiniz. Tebrik ediyorum."

"Laloviç'in adıyla otopsi yapılan ceset kimin?"

"Jenna başka bir piyade getirip İbrahim'in evinde vurdu."

Diğer başkan ellerini kaldırıp "Pes!" dedi. "Sen reenkarnasyonla yedi kez bu dünyaya gelsen hepsinde müebbet ceza çekmeye yetecek suç işlemişsin. Yazıklar olsun!"

"Asıl cezayı siz üçünüz çekeceksiniz. Zavallı yeğenim, sırtımdan bıçaklayan dostum ve kaçak bir piyade..." Başını kapıya çevirdi. "Kristina! Her şeyi dinlediğine göre, gir içeri."

Kurtuluş daha fazla şaşıramayacağını düşünse de yanıldığını anladı. Ayazda kalmış bir serçe gibi titreyen Aslı işte buradaydı, başı eğik ve elleri öndeydi.

"Ne zamandır buradasın?" diye sordu misafir.

"Yarım saat önce amcam çağırdı."

Üzüntü ve korku insanın sesini nasıl da boğuyordu!

"Aslı'nın hiçbir suçu yok." dedi kır saçlı adam, öfkeden yüzü çarpılmış dostuna dönerek. "Gece Piyadeleri'ni bilmiyordu."

"Bilmiyordum." diye ekledi kadın.

Vult ayağa kalmış, ellerini arkada birleştirmiş ve bitmeyen adımlarla genç kadına doğru yürümüştü. "Söz Aslı Kristina Vult'ta." derken sesi eşyalı odanın duvarlarında yankılanıyordu. "Ne düşünüyorsun?"

"Sen kötü bir insansın!"

Sözlerinin cüreti sesinde yoktu. Bu kesin yargıyı ayaklarına bakarak, işitilmesi zor bir tonda söylemişti. "Kötü" ithamının sahibi ise tam zıddı bir gürleyişle "Kötü diye bir şey yok! Korkak ve cesur var. Kötü, korkakların cesurlara taktığı lakaptır." dedi. Yaklaşıp başını eğdi ve kadına yukarıdan bakarak göz teması kurdu. "Ve sen... Korkaksın ve bu yüzden hainsin. Koynumda beslediğim yılansın. Sana ihanetin ne demek olduğunu göstereceğim."

Kurtuluş yerinden kalkıp olası bir sinir krizinde Hakan'ı durdurmak için öne atıldı. "Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" diye sordu.

Odanın sahibi arkasını döndü.

"Oldukça."

"Suçlusun Hakan! Kendi suçların için kızın üstüne gidemezsin."

Vult, bu sefer misafirine yaklaşmaya başlamıştı. "Sen niye Tina'yı koruyorsun? Yoksa..." dedi ve gözlerini kıstı. "Aranızda bir şey mi var? Para için evlendiğin karından bıktın mı?"

Kır saçlı adamın kayışı koptu. Niçin burada olduğunu bir an için unuttu. Zihni kendisiyle dolu bir halde "Haddini bil!" diye çıkıştı.

"Ne oldu?" dedi Hakan. Gülümsemesi savaş ilanı gibiydi. "Geçmişinden mi utanıyorsun? Hani bana hatırlatıyordun geçmişi ya, sen de hatırla. Hafta sonları oduncuların peşine takılan çulsuz bir öğrenciyken Şahinlerin kızını tavlamadın mı? Başına devlet kuşu konmadı mı? Nadire Şahin... Muhafazakâr sosyete prensesi. Çıkar için onunla evlendiğine göre genç bir kadına âşık olabilirsin."

Kurtuluş kendisinden ve yapabileceklerinden korkarak, "Allah'ım sen sabır ver." diye mırıldanarak odanın diğer köşesine gitti.

"Sana gelince..." dedi Hakan, böylece yeniden Aslı'ya odaklanmıştı. Yaklaştıkça, gölgesi hiç kıpırdamadan bekleyen kadının üzerine düşüyordu. "İçeride diye karalar bağladığın İbrahim'in var ya, öldüreceğim onu. Sana da yaptıklarını çok fena ödeteceğim."

Heykelleri canlandırdığı söylenegelen büyülü sözler gibi, bu isim de kadının duruşuna canlılık verdi.

"Neden amca, Boran sana ne yaptı?"

Bu sefer sabır dileyen Vult oldu.

Aslı istavroz çıkardı. "İsa Mesih senin yaptıklarını kabul etmezdi." dedi. "Doğru yola dön. Af dile."

"Kristina..." dedi Hakan Vult. "Bu saatten sonrabenden sadece insaf dile."

֎

U Y S A L

Aynı gün
Varnata

Kimya laboratuvarının ya da piyade üssünün ikinci katından bahçeyi seyrediyor, bu sırada düzencinin söylediklerini hayalinde çeviriyordu. Sabah sporlarını yapan piyadeler arasında kanlı bir sunak kuruyor, bir bebeği yatırıyor ve annesinin onu kurban etmesini izliyordu. Sonra bir daha... Dönen bir plak gibi... Dehşet, içinden gitmiyordu.

Piyadeler bir saat egzersizin ardından kahvaltı için bodrum kattaki yemekhaneye geçmişti. Pencereler tavana yakın ve kısaydı. İçerisi alacakaranlıktı. Düzencilerden biri sırayı düzgün tutmaları için uyarıyordu. Uysal ile dün onunla konuşan süvari de aşağı inmişti ve piyadelerin günlük programını anlatıyordu.

"Şu üçlüyü görüyor musun? Geçen ay geldiler. Dil eğitimine gidecekler. Yeni gelenler yoğun Türkçe dersi alır ki emirleri iyi anlasınlar."

"Nereliler?"

"Biri Meksika, biri Bangladeş, birisi de Rusya'dan."

"Peki ya diğerleri?"

"Şu iki masa kesici silah eğitimine, arkadakiler de ateşli silah eğitimine gidecek. Sağ tarafta da dövüş dersi alanlar var."

Uysal zayıf bir ışık huzmesinin vurduğu bir masayı gösterdi. "Ya oradakiler?"

"Ha, onlar mı? Kıdemliler... Eğitimleri bitti."

Masadakilerden birisi kimseyle konuşmadan kahvaltı yapıyordu. Dibi kahverengi, gerisi sarı olan saçlarını özensizce toplamıştı.

"İşte o Jenna. Üç kadın piyadeden biri. Sana dün hikâyesini anlatmıştım. Büyük bir bedel ödediği için herkes ona saygı duyar."

Çaylağın midesi kasıldı. Boğazı yandı, damağında pis bir tat hissetti. Kusma refleksini bastırmak için büyük bir yudum su içti. Konuyu değiştirmek için "Toplam kaç piyade var?" diye sordu.

"Güncel sayıyı bilmiyorum ama tahmin edebiliriz. Bu yemekhanede kaç kişi varsa, o kadar işte. İki yüzü geçkindir..."

Yemekten sonra Uysal bir düzenci olarak ilk görevini gerçekleştirdi. Taze piyadelerle birlikte dil dersine girdi ve herhangi bir taşkınlık çıkarma ihtimallerine karşın köşede ayakta bekledi. Yüzünde at yelesi desenli süvari maskesi, omzunda tüfek vardı. Derse girmeden önce "Silah kullanmayı bilmiyorum," demiş ve tecrübeli süvariden "Dipçiğini kullansan yeter," cevabını almıştı. Zamanla silahlarla da haşır neşir olacaktı.

Ona öğretilen en önemli kural gizlilikti. Bu, aynı zamanda çiğneyeceği ilk kuraldı. Şehre döner dönmez Emre'yi aradı. Önemli bir şey anlatacağını söyledi ve karakola vardığında ilk olarak "Divan'ın sadeleştirilmiş baskısı var mı?" diye sordu.

Komiser etrafı henüz görüyormuş gibi bakarak "Hayret!" dedi. "Burası kütüphane ama hiç kitap yok. Oğlum, burada Divan'ın ne işi var, deli misin sen?"

"Kem yele direnirdi yedi tahtın çerileri / Gündüz süvarileri, gece piyadeleri... Divan'daki bu dizeleri Vult hayata geçirmiş."

Bir kayıt cihazı gibi hafızasına kaydettiklerini anlattı. Piyadelerin dünyadan toplanan ağır suçlulardan oluştuğunu söyledi. Zorlu piyade eğitiminden bahsederken Jenna'nın başından geçenleri anlatmakta tereddüt etti çünkü anımsamak bile midesini bulandırıyordu. O kısmı pas geçti.

Süvarilerin birçok kola ayrıldığını anlattı. Koruyucular, VEKÜ'deki üssü dış dünyadan koruyordu. Arayıcılar dünyayı geziyor ve piyade adaylarıyla iletişime geçiyordu. Düzenciler, üs içindeki düzeni sağlıyordu. Eğitimciler ders veriyor; işçiler ise yemek, temizlik, tamirat gibi işleri yapıyordu.

"Boşluk doldurma oyununu sever misin?" dedi Emre ve 2005'e ait çekmecelerden birkaç dosya çıkardı.

"3 Haziran 2005," dedi pembe kapaklı bir dosyayı yere atarken. "Vilisri'de sahile kafası tüfekle parçalanmış bir ceset vurdu. Daha sonra bu cesedin Fethi Ekin'in katiline ait olduğu anlaşıldı."

Bir tane daha fırlattı. "22 Mayıs 2005. Dört kişi seçim kuruluna girerek çalışanları rehin aldı. Gecenin sonunda pompalı tüfekle kafalarına sıkarak intihar ettiler. Parmak izleri sistemde tanımlı değildi."

"2003," dedi başka bir çekmeceden çıkardığı dosyayı fırlatırken. "Nemanja Laloviç, kafasına dayanan bir tabancayla öldürüldü. Yüzü parçalandığı için cesedi tanınmaz haldeydi. Bana, Hande Bulut'un ona bir tehdit notu gönderdiğini sen söylemiştin. Hepsinin ortak noktası ne?"

"Hepsi aynı şekilde öldürülmüş," dedi Uysal. "Hepsi piyade."

"Hepsinin katili aynı kişi," dedi Emre. "Hande Bulut, piyadeleri önce kullanmış, sonra ortadan kaldırmış."

"Fakat..." dedi kalın kaşlı adam ve sustu.

"Evet, söyle."

"Piyadeler en tepeden Vult'a bağlıdır. Başkasını dinlemezler."

"Nereden biliyorsun? Sana tarihçelerini anlattılar mı?"

"Hayır, ama... dedi Uysal. "Vult 1990'da başbakan olduğuna göre en erken o tarihe dayanıyor olmalı."

"Bahsettiğin yapılanmayı Vult'un kurduğuna emin misin?" dedi komiser, "Ya 80'lere, hatta 40'lara uzanıyorlarsa?"

"40'lar mı?"

"Burada bekle."

Emre ayaklı tahta getirdi. Sağa 1980, yukarıya da 1940 yazdı. Sağdaki tarihten bir ok çıkarıp kayıp kaymakamın iskeletini ve dişleri arasında sakladığı notu anlattı.

"Ne?"

"Şaşırmanın sırası değil. İyi düşün ve bağlantı kur."

1940'tan 1980'e giden bir ok çizdi.

"Zilduvar deneyleri şu tarihte başlayıp kırk yıl sonra hâlâ devam ediyorsa, aradan geçen zamanda, düzenli olarak denek girişi yapılmalı. Çünkü eskiler ölür, yerini yenileri alır. Fakat istatistikleri incelediğimizde dikkat çeken kayıp vaka sayısı olmadığını görüyoruz. Bu da deneklerin yerel halktan seçilmediğini gösteriyor. Yabancılar toplanıyor, tıpkı piyadeler gibi. Şimdi... Zilduvar deneklerinin askerliğe elverişli olanları Gece Piyadesi'ne çevriliyor olabilir mi?"

Komiser, genci derin düşünceler içinde buldu. "Benim teorime göre," diye ekledi, "Vult süvari ve piyade fikrini kendisi bulmadı." 1944'ün çevresini çizdi. "Bu adamlardan öykündü."

"O adamlar kim?" diye sordu Uysal. "Naziler mi?"

"Bilmiyorum," dedi Emre. "Tek söyleyebileceğim, kaymakamın ölmeden önce ağzına sakladığı nota göre Zilduvar'da bir şeyler dönmüş ya da hâlâ dönüyor."

"Vult orada dönen şeylerle bağlantılı mı?"

"Bir ihtimal."

Kalemi bırakıp "Bana yardım et," dedi. "İçeride kal, onlardan görün. Delilleri topla. Yıl bitmeden Vult'a operasyon düzenleyip şu yapıyı çökertelim. Köklerini bulalım. Bu iş bitsin."

"AVİS ne diyecek bu operasyona?"

"Hiçbir şey."

"Ben nezarethanedeyken..." dedi Uysal. "AVİS'in yılanlarla dolu olduğunu söylemiştin."

"AVİS, Sındırlı'ya tabi," dedi komiser. "Vult da ona düşman olduğuna göre teşkilat, yapacağım operasyona destek olacaktır. Rüzgâr lehimize esiyor. Yine de gizlilik had safhada olmalı."

Bir müddet daha sohbet ettikten sonra Uysal "Süvari olarak ilk üs dışı görevimi aldım," dedi. "Haftaya pazartesi sabah 9'da Boran İbrahim Saraçeviç beraat ediyor. Benim görevim de onu cezaevi kapısından alıp ormanlık bir alana götürüp..." Elini boğazından geçirdi.

Ardından Boran'ın kim olduğunu ve niçin içeride olduğunu anlattı. Vult, savcıya ve hakimlere onun cinayet işlemediğini ispatlayan isimsiz mektuplar yollamış, böylece beraat etmesini sağlamıştı, onu yaşamdan tahliye etmek için.

Alnı kırış kırıştı. "Bir çaylağın ilk görevini iki kişiye vermek gibi bir adet varmış."

"Nasıl yani?"

"Ben harekete geçtim ya," dedi, "Aynı saatte tecrübeli bir süvarinin de arabası yola çıkacak. Kim görev mevkiine önce varırsa görevi o bitirecek. Bu yüzden erkenden hazır olmalıyız."

"Bana ne oğlum," dedi komiser, gülerek. "Beni ne karıştırıyorsun? Kendin hallet."

"Boran, üssün içini evi gibi biliyor. Dolayısıyla yapacağın operasyona faydası dokunur," dedi Uysal. "Fakat onu götürecek yerim başka bir yerim yok, neyse ki senin evin var."

"Benim evime bana danışmadan birini getirmeye karar verdin, öyle mi?"

"Ev arkadaşı olduğumuz için sorun olmayacağını düşündüm," dedi omuzlarını kaldırarak.

"Bildiğim kadarıyla Zek dışında ev arkadaşım yok ama..."

"Babamla tartıştık, ben de 24 saat içinde evden ayrılacağımı söyledim. Valizimi aldım, akşam sana geliyorum."

Komiser boş boş baktıktan sonra "Bana ne?" dedi. "Öğrenci yurdu muyum, yol geçen hanı mı? Bana mı sordun evi terk ederken?"

"Yap bir ağabeylik," dedi Uysal. "Evde tek başına canın sıkılıyordur. Bugün ben geleyim, haftaya da Boran gelsin. Bir süre seninle yaşayalım. Maddiyatı dert etme. Süvarilere yüksek prim veriyorlar. İyi ödeme yaparım."

Emre ellerini gencin omzuna koydu. "Bu ülkede maddiyatı dert edecek son insanım. Bir AVİS ajanıyım ben, devlet kaynakları elimin altında. Düşük profilli bir hayat sürüyor olmam, gerek olduğunda James Bond'a dönüşmeyeceğim anlamına gelmez."

Ellerini çekti ve fikrini değiştirdi. "Peki, gelebilirsiniz."

"Kralsın!" diye bağırdı genç ve bir tezahürat tutturdu. "Komiserim, çok yaşa!"

"Şımarma, hadi..." 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top