I - XXIX
Y A Z
5 Aralık 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya
Meclis bahçesinde solmak üzere olan çiçeklerin arasında geziniyordu. Niceden sonra zihni durgun bir denizdi. Tekinsiz vadilerde gezmiyor; ailesiyle ilgili endişeler değil, bir milletvekilinin yapması gerektiği gibi yeni projeler üzerinde düşünüyordu. Voyvodan'da üç yeni güneş tarlasının açılması için hazırladıkları destek paketini mesela... Kürsüde, Avarya'nın temiz enerji konusunda dünyada öncü olup 2027 yılına kadar -ülkenin kuruluşunun 80. yılında- tamamen yenilenebilir kaynaklara geçebileceği ile ilgili bir konuşma yapmıştı.
Bu, meclisin en önemli gündemi değildi. En üst sırada Zilduvar kaymakamından geriye kalan not vardı. Vekiller ilçeye bir araştırma heyetinin gönderilmesini oy çokluğuyla kabul etmişlerdi. Hakan Vult ise Avarya'nın eskiden ne kadar kanunsuz ve keyfe keder yönetilen bir ülke olduğundan yakınmış, kendisi sayesinde şeffaf bir yönetim anlayışının geldiğini söylemişti. Kurtuluş Aslan ise tam o anda saniyelerce süren bir öksürük krizine tutulmuştu.
Yaz, açık yeşil bir takım elbiseyle bahçede gezinirken Kurtuluş'u bir bankta çiçekleri izlerken gördü. Yanına gidip "Merhaba," dedi. Kısa ve nezaket gereği konuşmalardan sonra "Hâlâ istifa etmem gerektiğini düşünüyor musunuz?"
"Evet," dedi kır saçlı adam. "Hem de her gün biraz daha fazla."
"Neden?"
"Çünkü..." dedi adam, bir dakikayı kelimelerini seçebilmek için harcadı. "Bu makam, size iyi gelmeyecek. Henüz çok gençsiniz."
"Tecrübeyi öne sürüp duruyorsunuz. Halbuki bir zamanlar gerontokrasinin bir hastalık olduğundan bahsetmiştiniz. Bu yaşlı oyuna genç bir dokunuş gelmeli. Ben buradayım. İşte!"
"Yaz Hanım, siz kendi isteğinizle parti başkanı olmadınız. Burada genç bir dokunuş yok ki... Aksine, yaşlanmış bir planın sürdürülmesi var. Bahri Alkan'ın ricasıyla buradasınız. Seçim tamamen size bırakılsaydı, şu anda ne yapıyor olurdunuz?"
Genç kadın çiçeklere bakakalıp "Bilmiyorum," dedi. "Önemi var mı? Şu an buradayım."
"İç sesinizi, şaşmaz rehberinizi duymalısınız."
Öbürü cevapsız kaldı. Yoğun bulutların arasından ara sıra kendini gösteren güneş ışığı onu kâh aydınlatıyor kâh gölgede bırakıyordu.
"Neden bir başkası değil de siz?" diye sordu Kurtuluş. "Size karşı olumsuz bir duygu beslediğim için sormuyorum. Sadece bir beyin fırtınası. Avarya'nın kurucusunun partisinde deneyimli, bilgili, hitabeti iyi kaç kişi vardır? Neden onlardan biri değil de siz?"
"Çocukluğumdan beri Alkanların yanındayım," dedi Yaz. "Teşbihte hata olmaz, saksıda büyüttüğünüz salatalık mı daha lezzetlidir yoksa pazardakiler mi? Pazarda daha büyüğü yok mu?
"Peki şöyle sorayım," dedi ihtiyar, "Neden 2005? 2010'daki genel seçimler sırasında 27 yaşında olacaksınız. O zaman gelseydiniz daha iyi olmaz mıydı?"
"Neden 2005 olmasın? Ben de böyle sorayım," dedi kadın, tebessümle.
"Çünkü doğal değil. Şöyle olsaydı itirazım olmazdı: Bu yılki seçimlerde yalnızca milletvekili olsaydınız. Birkaç yıl boyunca piştikten sonra parti içinde sorumluluk alarak yavaşça yükselseydiniz. Mesela, herhangi bir ilçenin başkanı ya da Varnata il başkanı olsaydınız. İl başkanlığı da deneyim ister ama hadi bir nebze... Genel başkanlık çok yüksek bir makam. Siyasete ilk kez giren birinin en üst noktadan başlaması dünyanın neresinde görülmüştür?"
Kıvırcık saçlı kadın itiraz etmek üzereydi ki yaşlı adam devam etti. "Kaç yıl bu görevi icra edeceksiniz?"
"Yani..."
"Beş mi, on mu yoksa emeklilik çağına kadar mı? Gelecek planlarınız net mi?"
"Şöyle..." dedi Yaz ama devamını getiremedi. Hazır olmadığı bir soruya maruz kaldığı için başına ağrı saplanmıştı. "Sizce kaç yıl olur?" deyiverdi.
"Çok üzgünüm," dedi adam, "Bir yıl bile sürmeyecek."
Kadının başına kan hücum etmişti. "Ne? Nasıl?"
"2005... Murat Sındırlı, güvenlikli cezaevinden çıktı ve eve geçti. Bu bir tesadüf değil."
"Hayır!" dedi Yaz, saçlarından kurtulan bir tutam titriyordu. "Sındırlılar bitti. Bitirdim onları. Kardeşime ne yaptıklarını kanıtladım."
"Tam kanıtlayamamışsınız ki hâlâ hapse girmediler."
"Olsun. İleride girecekler. İnsanlar onları mimledi."
"Yaz Hanım," dedi Kurtuluş. Kadının yüzü kızardıkça o daha da sakin konuşuyordu. "Siz sadece Taylan Sındırlı'nın ne yaptığını ortaya çıkardınız. Bu aileyi dev bir ağaç gibi düşünün. Tek bir dalını kırmakla ağaca hiçbir şey olmaz. Ayrıca o dal bile kırılmadı. Birkaç ay sonra hepsi gündemin ağırlığı altında ezilip un ufak olacak. Bakın, herkes kaymakamı ve Nazilerin kurduğu söylenen laboratuvarı konuşuyor. Kimse Taymed'den bahsetmiyor."
Kadın kollarını bağlamış, bakışlarını da ihtiyar adamın gözlerinin içine dikmişti. Gökyüzü gümüş grisiydi, hava biraz daha soğumuştu.
"Sındırlı ev hapsine çıktı ve aynı zaman diliminde sizi genel başkan yaptılar. Birini dibin dibine düşürmek istediklerinde önce onu ayyuka yükseltirler. Arife başkaca tarif gerekmez."
Yaz neşeyle değil, sinir bozukluğuyla kahkaha atmaya başladı.
"Yani Alkanlar beni Sındırlı'ya yem yaptı."
"En iyisi ne olur, biliyor musunuz?" dedi Kurtuluş. Yaz'a doğru yaklaştı. "Her şey sütlimanken istifa dilekçesi verin ve gece de bavulları toplayıp gidin. Alkanlardan kimseyle konuşmayın, sizi vazgeçiremesinler. Güven içinde, güçlü bir özgeçmişle birlikte yeni hayatınıza başlayın. Siyasetçi mi olacaksınız? Türkiye'de olabilirsiniz, hem, oradaki nüfus ve fikir çeşitliliği daha çok..."
"Kurtuluş Bey," dedi yüzünü buruşturan kadın. "Tam mantıklı şeyler söylediğinize ikna oluyorum, yine zırvalıyorsunuz. Siz hâlâ genç bir kadının liderliğini hazmedemediniz. Altı ay oldu, alışın artık."
"Biraz önce konuştuklarımız boşa mı gitti?" dedi adam, hayretle.
"Sındırlılar ile Alkanlar arasındaki oyunda bir taş..."
"Hah, tam olarak öyle!"
"... değilim ben," dedi Yaz, "Benim iradem var."
"Tam da öylesiniz maalesef," dedi Kurtuluş, "Hatta taş değil, bir kartsınız. Papaz kaçtı oyununu biliyor musunuz?"
"Hiç anlamam."
"Papaz kaçtı bir kart oyunudur. 52'lik desteden bir papaz çıkarılır. Kalan kartlar oyunculara birer birer dağıtılır. Çift kartlar ortaya açık olarak atılır. Daha sonra oyuncular birbirlerinden sırayla kart çeker ve onları çiftlemeye, ellerindeki tüm kartları bitirmeye ve papazdan kurtulmaya çalışır. En son kimin elinde papaz kaldıysa o, oyunu kaybeder. İradenizi kullanarak bu oyundan çıkın."
"Bir saniye," dedi Yaz, "Alkanlar, neden beni öldürmelerine izin versin ki? Hem..."
"Hayır," dedi kır saçlı adam. "Ölen kişi kahraman olur. Sizi kahraman yapmayacaklar."
"Ne istiyorlar peki?"
"Sizi düşürmek. Bu nasıl olacak, bilmiyorum. Belki bir iftirayla insanların gözünden düşürmek... Belki tehdit ya da şantajla, vaat ve korkularla yönlendirmek... Kuklalaştırmak... Kamuoyunun algısını yönetmek. Neden kardeşinize verdiler o ilacı? Neden doğrudan size değil? Şu güç odaklarının hepsi için efsaneniz, hakikatinizden daha kullanışlı. Bunu sağlayacaklar. İradenizi sizden alacaklar."
"Kulağıma çok ütopik geliyor."
"Keşke yapabileceğim bir şey olsa," dedi Kurtuluş. "Sadece uyarabilirim. Arkanıza bakmadan kaçın!"
Yaz, nazik ve yapmacık bir gülümsemeyle banktankalktı ve yavaşça yürüyüp gitti.
֎
E M R E
Aynı gün
Varnata
"Ağabey bas, bas! Geç kalacağız, bas!"
Emre, Uysal'ın her bağırışında gaz pedalına biraz daha yükleniyordu. İşe gidenler henüz uyuduğu için trafik sakindi. Yayla gibi geniş Nehiryazı Otoyolu'nda onlarınki hariç tek bir araç bile yoktu. Gri bina ve nöbetçi kuleleri sağ kolda belirdiğinde yavaşlayıp durdular. Hava oldukça soğuktu, yolun karşısındaki ağaçlar bir yana eğilmişti. Cezaevinin demir kapısının yanında sarı bir taksi park etmişti, şoför koltuğunda Uysal'a rehberlik eden süvari vardı.
Süvari, arkadaki boyası dökülmüş arabaya bakarak iddiaya girip kazanmış biri gibi güldü. Bu bir Avar ruletiydi: cezaevinden çıkan kişi iki arabadan birine binecek, bu arabalardan biri onu ölüme götürecekti.
Demir kapı aralandı. Gri kapüşonunu rüzgârdan korunmak için başına çekmiş bir adam, bir el çantasıyla yola çıktı. Park etmiş arabalara hiç bakmadan otoyolda karşıya geçecek yer aradı.
Taksi sürücüsü camı açıp seslendi. "Taksi burada! Nereye gidiyorsunuz?"
Boran yaklaşıp "Şehir merkezine giden otobüs var mı?" diye sordu.
"Otobüs nadiren geçer. Taksi daha uygun," dedi süvari.
Bu sırada Uysal kafasını camdan uzatıp "İnanma hemşerim!" diye bağırdı. "Bu taksiciler hep dolandırıyor."
"Hop, ağır ol!" dedi süvari. "Sen kimsin de bizi karalıyorsun?"
"Şehir merkezine giden otoyol var, siz sırf taksimetre daha çok yazsın diye müşterileri ormandan geçiriyorsunuz."
"Orman yolu daha kısa," dedi taksideki.
Elbette ki taksiler cezaevinden şehir merkezine giderken orman yolundan geçmezdi ama süvari, Boran'ı ormanın içinde ortadan kaldıracaktı.
Cezaevinden çıkan adam, süvariler arasındaki atışmayı ifadesiz bir yüzle dinledikten sonra arkadaki arabaya bindi. "Mizansene gerek yok," dedi. "Öndeki süvariyi tanıdım. Hakan Bey kalemimi kırmış. Yapacak bir şey yok."
Emre'nin arabası yola çıktığında arkasından da sarı taksi geldi.
"Beni öldürmeye geldiğinizi biliyorum."
"Eh, o zaman neden bu kadar sakinsin?" dedi dikiz aynasından bakan Emre.
"Korkunun ecele faydası yok," dedi omuz silken adam.
"Ölmekle yaşamak fark etmiyor mu sana?" dedi Uysal, kızar gibi.
"Yok." İçini çekti. "Sadece son kez görüşmek istediğim biri var."
"Kim?" diye sordu sürücü.
"Aslı Vult... Avukatım."
"Vult mu?" Uysal kaşlarını çattı. "Vult'un kızı mı var?"
"Ha, yok." dedi Emre. "Vult'un uzak bir kuzeninin kızı o. Tıpkı be... Neyse. Sanırım, yüzünü görsem tanıyamam ama isim olarak biliyorum."
"Aslı çok iyi birisi," dedi Boran. "Hiçbir şeyden haberi yok. Gece Piyadeleri'ni hiç duymamış."
Uysal arka camdan baktı. Sarı taksi peşlerinden geliyordu.
"Aslı'yı arayabilir miyiz?" diye soruyordu bu sırada mavi gözlü adam.
"Kimseyi arayamayız," dedi Emre. "Bak, biz seni öldürmeye gelmedik, tamam mı? Kurtarmaya geldik."
"Beni neden kurtarasınız ki? Ben kimim?"
Çaylak, mavi gözlü adamın omzuna dokundu. "Seni tanımıyoruz ama buraya yanlışlıkla düştüğünü biliyoruz."
Diğeri ise hâlâ garipseyerek bakıyordu. "Sen Gündüz Süvarisi değil misin?"
"Süvariyim. Süvarileri yok etmeye ant içmiş bir süvariyim."
Boran'ın sessiz kalması üzerine "Tanışalım," diye ekledi. "Ben Uysal, o da Emre."
"Bu arada bir şey soracağım," dedi komiser. "Senin adın niye Boran İbrahim? Hem alakasız gibi hem de tuhaf bir ahengi var. Öyle değil mi Uysal?"
"Bence, hani bir türkü vardı ya onun gibi..." dedi diğeri ve mırıldanmaya başladı. "Kıvırcık saçlarına, ak düşmüş uçlarına..."
Emre de Uysal'a katıldı ve aynı anda söylemeye başladılar. "Dağın yamaçlarına yaslan be Boran İbrahim."
Arabanın içi kahkahayla doldu. Boran da tebessüm etmişti.
"Halil İbrahim değil miydi o?" dedi sürücü.
"İşte Halil koyacaklarmış da..." dedi Uysal, "Yanlış hatırlamışlar gibi. O yüzden hem uyumlu hem uyumsuz."
"Türküden isim koymuşlar bana," dedi parlak mavi gözlü adam.
"Cidden mi?"
"Ama Halil İbrahim'den değil. Gönül Dağı'ndan."
"Neşet Ertaş... Bayılırım," dedi direksiyondaki.
Esmer genç anımsamaya çalışırken fısıldar gibi "Gel gizli gizli..." dedi. "O mu?"
"Evet," dedi Boran ve türkünün ilk kıtasını okudu. "Gönül dağı yağmur, boran olunca akar can özüne sel gizli gizli... Annem gençliğinden beri çocuklarının ismini bu türküyle vermeyi hayal ediyormuş. Babam da İbrahim için ısrar etmiş, baba tarafından büyük dedemin ismi. Bayağı inatlaşmışlar. En sonunda iki ismi de koymuşlar."
"Hangisini kullanıyorsun?" diye sordu Uysal.
"Fark etmez."
"Senin adın nereden geliyor Uysal?" diye sordu Emre.
"Benimkinin öyle derin bir hikâyesi yok, uysal bir çocuk olayım diye koymuşlar."
Diğeri, gülerek "Ama olmamış," dedi.
"Maalesef," diyen isim sahibi daha çok gülmüştü.
"Ya seninki?" diye sordu Boran, Emre'ye.
"Benimki..." Derin bir nefes aldı. "Ben, ismimi kendim koydum. Altı Köşeli Şehir diye bir roman var, biliyor musun? Oradaki taverna sahibinin adı, Emre Konar. İlkokulda Türkçe kitabında bir okuma parçasında görmüştüm. Ebeveynlerimin verdiği ismi resmi olarak değiştirdim."
Uysal, elini köprücük kemiğine koyarak "İyi ki 'Kitabı okudum,' demedin, yoksa şaşkınlıktan bayılacaktım!" dedi.
"Diyene bak, sanki kitap kurdu! Oğlum, sen herhangi bir kitap kapağını en son lise son sınıfta açmışsındır. Üniversitede bile dersleri sağdan soldan topladığın notlarla geçmişsindir."
"Ben en azından lisede kitap açtım. Senin zihninde 'kitap' deyince doğru nesne canlanıyor mu, açıkçası emin değilim."
"Hadi oradan be!"
Otoyol sona ermiş, araba bir patikaya girmişti. Arkadan da taksi geliyordu. Emre ağaçlar sıklaşana kadar sürmeye devam etti ve etrafta onları fark edebilecek yerleşim yeri olmadığından emin olduğu anda durdu.
Uysal ve Boran arabadan indi ve gri göğün altında, süzülmüş güneş ışığında koyu yeşil renk almış dalların arasına koştu. Adımlarca arkalarında biri silah ateşlediğinde dizlerinin üstüne attılar kendilerini, yere ellerini koydular.
Biri hemen toparlanıp arkasına bakarken diğeri gözlerini kapatmış, derin derin soluklanarak sakinleşmeye çalışıyordu, uzun boylu bedeni titriyordu. "Başarmış," dedi ayakta duran, rahatlayarak.
Emre tabancayı beline koymuş, geliyordu. Surat ifadesine bakan biraz önce taksideki süvariyi vurmadığını sanırdı. Bir ajan ne sıradan bir insan kadar hassas ne de suça alışanlar gibi hissiz olurdu. Soğukkanlılığı yerine göre olurdu.
"Boran?"
"İyiyim," dedi ayağa kalkan sarışın adam, gökyüzüne ve ağaçlara baktı. "Artık özgür müyüm?"
"Neredeyse," dedi komiser. "Bir süre bizim evde saklanacaksın, sonra seni gizlice ülke dışına çıkaracağız. Uysal, hadi."
"Ne hadisi?"
"Cesedi gömeceğiz."
Esmer adam sıcak saca değmiş gibi sıçrayarak, "Yok ağabey, ben yapamam," dedi.
Emre of çekerek patikaya doğru yürürken Uysal, Boran'a yere uzanmasını söyledi. Saçlarını dağıtıp üzerine biraz toprak saçtı. Kendi avucunu açıp sivri bir taşla çizdi ve çıkan kanı yerdekinin şakağına sürdü. "Bekle," dedikten sonra arabaya bir koşu gidip şipşak fotoğraf makinesi getirdi.
"Gözlerini kapat, nefes alma."
Deklanşör sesi duyuldu.
"Bu kadar," diyen Uysal makineden çıkan kâğıdısalladı. "Cesedinin fotoğrafını görmek ister misin?"
֎
A S L I
Aynı gün
Varnata
Felaketler uzun zaman öncesiymiş gibi gelirdi. Akıncı'daki villanın eşya namına sadece demir yatak ve perde bulunan kutu gibi odada öylece uzanıp tavana bakan Aslı için de sanki Altın Taç Partisi genel merkezine gideli beş gün değil haftalar olmuştu.
Günün sonunda Hakan, Kurtuluş'u odadan kovmuş, sonra da yeğeninin koluna girip onu aşağı indirmişti. "Gülümse," diye fısıldayıp çimdiklemişti ki dışarıya karşı hoş bir maske taksınlar ve alttaki kanlı yüz belli olmasın.
Otoparka geldiklerinde Vult, genç kadını kolundan tutup savurarak arabaya bindirdi. Aslı şok geçiriyordu, daha önce kimse ona böyle davranmamış, hareket yoluyla hakaret etmemişti. Şoför arabayı sürerken gergin yüzlü adam arka koltukta put gibi oturdu. Ne bir kez kadının yüzüne baktı ne de tek kelime etti.
Aslı'yı merkezdeki eve bırakmadı, villaya getirdi. O sırada içeride kimse yoktu. Cesim adam ağzını açmadan onu çuval gibi merdivenlerden yukarıya sürüklemeye başladı. Diğeri ise niçin insanlıktan çıkarıldığına anlam veremiyordu. Karşı koymayı denese, canının yandığını söylese de nafileydi. Çatı katındaki az eşyalı küçük odaya fırlattı onu adam. Orta boylu olmasına rağmen ayağa kalktığında başı tavanın en alçak noktasına değiyordu.
Dengesini sağlar sağlamaz kapıya koştu fakat Hakan o yetişemeden kapıyı kilitlemişti.
Olanca gücüyle kapıya vurdu. "Amca! Kapıyı aç! Bir şey söyle. Nereye gidiyorsun?"
Hava kararana dek aralıksızca denedi, ara sıra yoruluyor, soluklandıktan sonra tekrar vurup bağırmaya başlıyordu. Haykırış ve darbeleri boşlukta kayboldu. Tükenmiş bir halde dizleri üstüne çöktü.
Kilit sesi onu uyandırdığında tekrar sabah olmuştu. Kapının dibinde yatıyordu, yerdeki başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Doğruldu. Kapıdaki kişiyi tanıyabilmek için gözlerini ovmasına rağmen hâlâ çift görüyordu.
"Tina, sen ne yaptın?" dediğinde sesinden tanıyabildi.
"Yenge? Amcam sakinleşti mi?"
"Sakinleşmek mi?" diyen Hakan, İda'nın arkasından odaya girdi. "Sence, ben öfkeli olduğum için mi bu odadasın?"
"Değil miyim?"
Adam konuşurken yerdeki kadının yüzüne bakmıyor, alet çantasını boşaltıyordu.
"Dün çok öfkelendim, doğru. Öz yeğenimin bana ihanet etmesi sinirimi epey bozdu. Şimdi son derece sakinim ama bu yaptıklarını değiştirmiyor."
Gece saçlı kadın, amcasının matkapla onu yaralayacağını sanarak ürküp geriye çekildi fakat adam matkabı kontrol edip yerine bıraktı.
"Gel, hayatım." dedi elini uzatan İda.
"Hayır. Dışarı çıkmayacak."
"Ama ustalar..."
"Köşeye çekilir, ustaların ayağına dolanmaz."
"Üstü başı toz olur," dedi başkanın eşi. "Yanında ben varken kaçacak değil ya."
"Mesele kaçması değil." diyen amcanın sesindeki hiddet yirmi saat önceki haline yaklaştı. "Cezası burada kalmak ve çoktan başladı. Herhangi bir sebeple çıkamaz."
İda içini çekti ve Aslı, onun bu cezayı acımasızca bulduğunu anladı. Hakan'ın gözlerinde ise zerre ışık yoktu.
Yenge, her şeye rağmen denemek istedi. "Başka bir telafi düşünelim canım, lütfen yapma." dedi koluna dokunup en müşfik sesiyle. "Burası yeterince havadar değil, uzun süre kalmak için uygun değil. Kışın ısınmıyor. Baksana, üşümüş."
"Tina top atıp vazo kırmadı İda. Devlet işine karıştı."
Yerdeki, o anda belki de en yapmaması gereken şeyi yaptı. Kahkahalarla güldü. "Devlet işi mi? Öyle mi amca?"
"Bak!" dedi Hakan eşine, yeğenini göstererek. Burnundan soluyordu. "Az bile yapıyorum."
"Mesele her neyse Tina'nın asla kötü niyetle hareket etmediğine eminim. Yaptığı yanlış her neyse yapıcı bir yolla çözülür. O bizim kızımız. Çözüm onu saçlarını yıkadığında kurutamayacağı bir odaya kapatmak değil."
Elindekileri bıraktı ve ağzını şaşkınlıkla araladı. "Doğru ya, hiç aklıma gelmemişti." deyip dışarı çıkıp üst kat banyosuna girdi.
"Diyorum ya," dedi peşinden gelen İda. "Tina bugüne kadar bizi bilerek üzmedi. Bundan sonra da üzmez."
"Saç olmazsa, kuruma sorunu da olmaz." diyen Hakan, banyo dolabından makas ve tıraş makinesi çıkardı.
"Ne?" diye çığlık attı orta yaşlı kadın, eşinin içindeki hıncın boyutlarını henüz anlamaya başlıyordu. Banyo duvarları sesini yankıladı. "Hayır!"
İşte felaketin ilk saatleri böyle geçti.
Aslı'nın kâkülleri ve omzuna düşen saçları gitti. Kafa derisi üç numaralık saçla örtülür oldu. Artık yüzünde koyu kahverengi büyük gözleri dikkat çekiyordu.
Ustalar çatı katındaki odanın penceresine parmaklık taktı. Önce su sebili, akşama doğru da ısıtıcı getirdiler. Ev halkının üst kata çıkması yasaklandı. Bir hizmetçi işe alındı ki Aslı'yı günde beş kez tuvalete, haftada üç kez de banyoya götürsün. Odadaki kızın ihtiyaç giderme hakkı belirli saatler ve sayılarla sınırlıydı. Hatta hayatı dahi öyleydi. Beş kez tuvalet, üç kez banyo; günde iki öğün yemek, haftada bir damacana su; yine her gün bir takım temiz pijama ve iç çamaşırı.
Kitap ve defter yoktu. Sohbet etmek; itiraz etmek, hesap sormak yoktu. Aslı yüzünü görebildiği tek insanla, hizmetçiyle konuşmaya çalışsa da kapı duvardı. Hizmetçi her seferinde sadece geliş amacını söyleyip kadınla göz teması bile kurmadan işine dönüyordu.
Üçüncü gün ilk sinir krizini geçirdi. Ses tellerini yırtacak tiz bir çığlıkla su sebilini devirip her yerin ıslanmasına neden oldu. Halıyı kaldırıp çekyatı tekmeledi. Yangın belki onu esaretten kurtarır diye ısıtıcıya da vurdu fakat yerden teması kesilen soba otomatik olarak kapanıyordu. Dünyayı deviriyordu ama cevap da yankı da yoktu. Yorgunluktan perişan olana dek eşyalara saldırdıktan sonra duvar dibine oturup hıçkıra hıçkıra ağladı.
Hizmetçi elinde şırıngayla geldi. Aslı'nın gözyaşlarıyla karışık itirazlarına rağmen iğneyi vurdu. Baygınlık ve ayıklık arasında yerde yatarken ustaların gelişini, odayı düzenleyişlerini izledi. Hakan da başlarında sinirli sinirli emir veriyordu. Bazı değişiklikler yaptırıyordu. Çekyat gitmiş, demir yatak gelmişti. Su sebili gidiyordu, hizmetçi ona gerekli olduğu zaman bardakla su getirecek ve içene kadar başında bekleyecekti. Halı ve soba da kaldırılacaktı. Eşofman ve bluz yerine uzun kollu bol gecelik giyecekti. Günde iki kez hap alacaktı.
"Eğer sorun çıkarırsa kayışla demir yatağa bağla," dediğini duydu. "İlk başta bir saatlik yeter, her tekrarda yarım saat uzatırsın."
Aslı kâbus gördüğünü ve bütün bu olanları uydurduğunu düşündü. Orta Çağ'da mı yaşıyordu? Engizisyon mahkemesine düşen bir cadı zanlısı mıydı? Yoksa Yıldızlar Korsanı kitabındaki hapishanede mi? Kendine geldiğinde her şeyin eskiye döneceğini düşündü. Birkaç saat sonra ise acı gerçekle yüzleşti.
Yatma vakti geldiğinde bir elinde hap, diğer elinde suyla başında bekleyen hizmetçiye dik dik bakarak "Bu hap ne işe yarıyor?" diye sordu.
Hizmetçi ne ona baktı ne cevap verdi. Yataktaki kadın ise daha sert bir şekilde "Sana ne işe yarıyor dedim." dedi.
Birkaç saniyelik sessizlikten sonra eliyle bardağı itti. "Vücuduma ne idüğü belirsiz ilaç almayacağım."
Yaşlı ve ufak tefek hizmetçi gerisin geri çıktığında odadaki tutsak, bir zafer edasıyla içini çekti fakat bu zafer sadece bir dakikalıktı. Çünkü iki çift kayışla geri gelmişti. Dış görünüşünden beklenmeyecek bir güçle genç kadını yatırıp el ve ayak bileklerinden bağladı. Çenesini zor kullanarak açıp hapı dilinin köküne yakın bir yere koydu ve suyu içirdi. "Yeter!" çığlıkları eşliğinde odayı terk etti.
Aslı kayışların izin verdiği kadar kıvrandı, sallandı ve sesi kısılana dek bağırdı. Nihayet yenildi. Hem soğuktan hem de gözyaşlarından titreyerek uyuyakaldı.
Gündüzün sillesini yiyene gecenin tesellisi gelirdi.
Utanç ve zevk veren bir rüyadan sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Sol kulağının boynuyla birleştiği yerde tatlı bir kaşıntı, bedeninde ise sıcaklık vardı. Sıcaklığın kaynağı, soğuğa alıştığı için artık üşümeyen teninin hatalı algısıydı.
Rüyası ona buradan kurtuluş çaresini öğretmişti. O da her şeye rağmen gülmek ve hayal kurmaktı.
Hizmetçi içeri girdiğinde başını kaldırabildiği kadar kaldırdı. "Hani sadece bir saat bağlı kalacaktım? Sabaha kadar böyle tutmuşsun beni. Her yerim tutulmuş, amcama ispiyonlarım seni bak."
Tek düze bir sesle "Banyo günü," diyen hizmetçi, tutsağı çözdü ve yataktan kaldırıp koluna girdi. Bu sırada diğeri kendi kendine konuşup duruyordu.
"Bugün dördüncü gün. Eğer üç günde bir banyo yapacaksam, bir haftaya üç, diğer haftaya iki banyo düşer. Haftada üç demiştiniz."
Diğeri, ağzını açmadı ya da duraklamadı. Aslı banyo kapısından kafasını uzattı. "Hap vermedin."
"On iki saatte bi..."
Hizmetçi boşluğa düşmüştü. Sözünü yarıda bırakıp gözlerini kaçırıverdi. Banyodaki kadın iri gözlerini daha da açıp kahkaha atarak "İkinci hatan! Amcama söyleyeceğim." dedi ve kapıyı kapattı. Hemen sonra tekrar açıp "O hap ne hapı? Tamam, sadece buna cevap ver, ben de çenemi kapatayım."
Birkaç kez daha tekrar edince yaşlı kadın öfkeyle fısıldadı. "Of, bilmiyorum. Bağlarım seni bak, gir içeri."
Aslı denileni yaptı. Kapının arkasından "Kafa yaptı da ondan sordum," diye bağırdı. Kalbi sevinçle çarpıyordu çünkü biri nihayet doğrudan yüzüne bakmış ve onunla konuşmuştu. İnsan olduğunu hatırlamıştı. Soyundu ve duş başlığıyla dans ederek, şarkı söyleyerek yıkanmaya başladı.
"Kafeslere kapatma sakın beni, uçar giderim..."
Odasına dönerken neşesi dağılmaya başladı. Yatağa oturup boşluğa baktı ve olan bitenlerin gerçekliğini sorguladı. Dünyanın tersine dönmesi kadar tuhaftı. Amcasının katillerden bir örgüt kurması ve yanlışlıkla bu örgüte temas ettiği için onu ihanetle suçlayıp odaya kapatması en çılgın rüyalarda bile görülemezmiş gibi geliyordu.
"Rüya" sözcüğünü düşündüğünde, gece gördüğü rüya aklına geldi. Düşünde de bu odada ve yatağa bağlıydı fakat saçları kesilmemişti. Üşüyordu, hem de çok... Derken Boran odanın ortasında beliriyordu. Yanına uzanıp sarılıyordu. Sonra eğiliyor, boynundan, kulağının altından öpüyordu.
Bu imgeleri hatırlayan kadın heyecanı, sevinci ve utancı bir arada yaşadı. Kapattığı yüzü kıpkırmızıydı. Bir yandan da bu hislerinin adını, kaynağını sorguluyordu. O başkasıyla nişanlı değil miydi? Nişan yüzüğü taktığı kişiye karşı bir kez bile böyle güçlü hisler duymamıştı.
Beşinci güne, gece boyunca rüya görmemenin moral bozukluğuyla uyandı. Kahvaltısını zaman daha çok geçsin diye yavaş yavaş yaptı. Derken ona kalan yine boş duvarlar, tavan ve derin düşünceler oldu. Sessizliğin ortasında kapının tıklandığını duyar gibi oldu, kulağını dayadı.
"Aslı, iyi misin? Benim, Görgü! Babam kafayı yemiş, hiçbirimizi yaklaştırmıyor. Fazla vaktim yok. Belgeleri kurtardım, haberin olsun."
Odanın içindeki, bu söze anlam veremese de çok sonra Hakan Vult'un, defterlerini, dosyalarını ve notlarını çöpe attırmak istediğini öğrenecekti. Dosyanın içinde Boran'ın halalarından gelen mektup ve fotoğraflar da vardı.
"Birilerine haber ver." dedi anahtar deliğine doğru. "Daha fazla dayanamayacağım!"
Ne yazık ki Görgü'nün onu duyup duymadığıyla ilgilibir fikri yoktu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top