I - XXIII
A S L I
21 Kasım 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya
Uçak tekerleri yere temas ettiği an cam kenarındaki yolcunun uykusu dağıldı. Berlin Tegel Havalimanı'ndan bir buçuk saat önce kalkmış olan uçak, Uçarkağan'ın pistinde biraz daha ilerledikten sonra durdu. Kemer ikaz ışıkları söndü. Yolcular birer birer indi ve merdivenin ucunda bekleyen yer servis aracına bindiler.
Saat 08.30'du, ne var ki etraf gün henüz doğmamış gibi karanlıktı. Ağaçtan düşmüş sonbahar yaprağı renginde bir karanlık kol geziyordu. Bulutlarla kaplı gökyüzünün altında yoğun bir elektrik ve toprak kokusu vardı. Rüzgâr çok şiddetliydi. Yağmurun eli kulağındaydı. Servis aracından gelen yolcu salonuna girene kadar geçen birkaç saniye Aslı'nın saçlarını darmadağın etmeye yetmişti. Kapıya yakın bir yerde ayakta bekleyen Görgü'yü fark eden kadın ona sarıldı. Her şey eskisi gibi duruyordu, ilk sözünün dilinin sürçerek "Özledim," değil, "Özür dilerim." olması dışında.
Havaalanının önünden geçen otoyola düştüler. Nehiryazı ilçesini boylu boyunca kesen yol, cezaevinin önünden geçiyordu. Yaklaşık yarım saat sonra bir tarafı yeşillik, bir tarafı grilik olan o mevkiye geldiler. O sırada yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başlamıştı. Aslı parmaklarını cama yapıştırdı, neredeyse burnunu da yapıştıracaktı. Sahilden toplanan siyah yuvarlak taşlara benzeyen gözlerini nöbetçi kulelerinden ayıramadı. Boran'a fiziksel olarak yakın olduğu düşüncesi heyecanlanmasına yetiyordu. Acaba Boran şimdi ne yapıyor ya da ne düşünüyordu? Çoktan uyanmış olmalıydı. Havalandırma saatleri başlamış mıydı yoksa hâlâ koğuşta mıydı?
"Dünya'dan Aslı'ya..." dedi Görgü, dişlerini göstererek. "Henüz uykunu alamadın mı yoksa?"
Arkasına yaslanan kadın "Aldım," dedi.
"Niye beni duymuyorsun o halde? Dans kursu nasıldı? Anlat bakalım."
"İyiydi. Birkaç figür öğrendik." Arabadaki alanın yettiği kadar omuzlarını ve kollarını oynattı.
"Bana da öğret, spor olur. Ben de üç ay boyunca üç diyet yaptım. Diyete uyma rekorum bir hafta." İkisi de kahkaha attı.
Görgü babası gibi kiloluydu. Aslı gitmeden önce orta kiloda olmasına rağmen şimdi epey zayıflamış, yanakları ortaya çıkmıştı.
Zihnini boşaltamamıştı. İçi karmakarışıktı. Boran'a tutulduğunu dans hocası Yağmur'la bara gittikleri gecenin ertesi gününde fark etmişti. Dayısıyla kahvaltı yaparken Yağmur'un sesini duyduğunda neden heyecanlandığını çözüvermişti. Onun sesinin tınısı sanki Boran'ın sesine benziyordu. Elbette ki biri erkek, biri kadın sesiydi. Biri ince, biri kalındı. Fakat piyanodan çalınan bir do notasıyla, gitardan gelen do notası arasında tını farkı olurdu ve bu fark o ikisi arasında yok gibiydi. Yahut diğer bir ihtimalle Aslı gördüğü her yüzü ve işittiği her sesi Boran'a ait sanıyordu. Eyvah!
Öte yandan Görgü'yü seviyordu ve aynı aile içerisinde nişanlı oldukları için diğer insanların lafı sözü umurunda değildi. Avar kültüründe iki kişinin evlenmesi için yedi kuşağa kadar akraba olmama şartı aranırdı. Vult ailesi içerisinde ise kuzenlerin ilişkisi normal görülürdü. Eski nesiller, soyun güç kazanması, arazilerin ya da servetin bölünmemesi için akraba evlilikleri yapmıştı. Aslı, maddi nedenlerden dolayı değil; Görgü'yle birbirlerini yıllardır tanıdıkları, neyi sevip neyden nefret ettiğini bildikleri, birlikte yıllara sığmayan anılar biriktirdikleri; birbirlerinin oyun arkadaşı, okul arkadaşı ve çocukluk aşkı oldukları için onunla evlenmek istiyordu.
Hislerinin arafında çok bir şey istemiyordu. Keşke ara sıra, haftada bir Boran'la görüşebilse, sohbet edebilse belki özlemi bir nebze olsun dinerdi. Gece kafasını yastığa koyar koymaz uyuyabilir, sabahları ağlamaklı uyanmazdı. Gün içinde günlerdir yemek yememiş bir mide açlığına benzer kalp açlığıyla dolaşmazdı. Belki...
"Bir şey soracağım," dedi Görgü. "Sen küçükken Kristina, Tina diye seslenmemize ses çıkarmazdın. Son iki yıldır 'Aslı'da ısrar eder oldun. Niçin?"
"Annemi hatırlatıyor çünkü..."
"Eee?"
"Annemi hatırlamak bana acı veriyor."
Nehiryazı Otoyolu'ndan çıkıp merkeze girmişlerdi. Sabah trafiğinde egzoz kokusu toprak kokusunu bastırıyordu; ıslak yollar, fren ışıklarını denize yansıyan guruba çeviriyordu.
"Annemin anne olduğu yaşa geldiğimde, bana zamanında haksızlık ettiğini anladım. Anne olmaya hazır olmayabilir. Babamı sevmeyebilir. Fakat ben ona muhtaç ufacık bir çocuktum. Büyük konuşmak istemem... Ama bir bebeğim olsaydı onu her şeyden korurdum."
Görgü önünde açılan birkaç santimetrelik boşluktan ilerledi. Kornalar ve yağmur damlaları baş ağrıtan bir düet yapıyordu.
"Her şeyi affedebilirim. Beni yurda vermek zorunda kalmış olmasını, daha sonra evlenip yeni bir hayata başlamasını, boşandıktan sonra bu döngünün birkaç kez tekrarlamasını, en sonunda Tibet'e aydınlanmaya gitmesini affedebilirim. Bütün bunlar boyunca beni bir kez aramamasını ise affedemem."
Okay Bulvarı'na vardıklarında saat 9'u 20 geçiyordu. Trafik rahatlamak şöyle dursun iyice sıkışmıştı.
"Senin kardeşin var mıydı?" diye sordu Görgü vites değiştirirken.
Kadın başını iki yana salladı. "Annemin en akıllıca işi benden sonra çocuk yapmaması. Zaten öncesi de yok. Fakat aynı babayı paylaştığım bir ağabeyim varmış."
"Öyle mi? Bizim aileden yani."
"Miras işiyle uğraşırken öğrendim. Benden dokuz yaş büyükmüş. 74'lü. Adı Batur Orban. Fakat ortalıkta yok ve nerede olduğunu kimse bilmiyor. Öyle bir mirası sahiplenmek istememesi normal. Anlıyorum onu..."
Beyaz duvarlı villa ufukta göründü. İçeride sevgi dolu bir karşılama ve kuş sütü eksik bir kahvaltı bekliyordu. Aslı'yı karşılamak için tüm Vult ailesi toplanmıştı. Hakan ve İda'yla birlikte; Mohaç, Mari ve Erzibet de oradaydı. Küçük kız halasını görür görmez bacağına sarıldı ve kahvaltı boyunca da kucağından inmedi.
Seçime altı gün vardı ve Hakan, üç aydır devam eden yoğun çalışmalardan sonra güzel bir tatil yapmak, Vilisri'deki yazlığının denize nazır bahçesinde keyif çatmak, dalgaların sesiyle kendinden geçmek istiyordu. Gerçi sonbahar yüzünü kışa dönmüştü ama sahil beldeleri asıl soğuk mevsimlerde, tenhayken güzel değil miydi? Bugünlerde günaşırı yağmurlar olmalıydı oralarda. Mayıs'tan Eylül'e dek tıklım tıklım dolu olan kumsallar boşalmış, çatlak hoparlörlerden gelen müzik sesleri kesilmiş; gri, kahverengi, mavi ve her dem yeşil ağaçların yeşili karışmış olmalıydı.
Kahvaltıdan sonra televizyonu açtı. Özel kanalların birinde Yaz'ın bir canlı sabah programına çıktığını gördü ve izlemeye başladı.
"Halkımız iradesini güçlendirdiği zaman, ülkemiz yükselip gelişecek ve tüm insanlığa örnek olacaktır," diyordu Yaz.
"Sizce halkımızın iradesi yeterince güçlü değil mi?" diye sordu sunucu.
"Halk iradesine güvenmesem, elbette aday olmazdım. Ne var ki beni dinlemek için değerli vaktini ayıran bütün vatandaşlarımdan ricam, ne istediklerini çok iyi bilsinler. Tarih, psikoloji ve sosyoloji ile ilgili kitaplar okuyup genel bir vizyon edinsinler. Gündemi dikkatle takip etsinler. Finansal okuryazarlık edinmeye çalışsınlar. Oy pusulasını aldıkları vakit birilerinin ricasıyla, birilerinin sağladığı algıyla değil kendi akıl ve yüreklerine güvenerek mühür basmalarını dilerim."
"Peki, Sayın Larende," dedi sunucu. Yüzünde hoşnutsuz bir ifade vardı. "Sizin söylediğiniz disiplinlerle alakası olmayan, sayısal bilimlerde ihtisas yapmış birçok insan var. Onlar neden tarih okusun?"
"Tarih, bir milletin hafızasıdır. Nasıl sadece anı yazarlarının değil hepimizin hafızaya ihtiyacı varsa, tarih okumak için de tarihçi olmak şart değildir."
"Avarya'da resmi çalışma süresi haftada 45 saattir. Yoğun bir çalışma temposu içinde insanlar nasıl kendilerini geliştirebilirler? Parti olarak çalışma saatinin azaltılmasıyla ilgili bir planınız var mı?"
"Çalışma saatleri öncelikli gündemimiz değilse de partimizin ilgili alt kurulu daha rahat bir iş hayatı sağlayacak düzenlemeler yapacaktır."
Hakan, kendi kendine "Ah şu solcu zırvaları!" dedi. "Tek dertleri tembellik. Biz yatalım, devlet versin. Yok öyle yağma! Çalışmak erdemdir, aylaklık ise fenalıktır. Kurtuluş şurada olsa kesin çalışma saatinin azalacağı vaadini verir, oy toplardı. Ben olsam 50 saate çıkarırım da işte... Bizim vekillerin bile yarısı karşı çıkar."
Bu sırada Mohaç da gelip babasının yanına oturdu. "Sıkı çalıştı." dedi Yaz'ı kastederek. "Her nereye baksam onun yüzü var. Ya afişte ya mitingde ya da bir programda. Peki, baba, senin için Bahri Alkan mı daha iyi rakipti yoksa Larende mi?"
"Aslında," dedi baba, "Arka planda partiyi hâlâ Alkanlar yönetiyor. Alkan'la konuşurken kendimi satranç oynuyor ve öngöremediğim bir şah-mata doğru sürükleniyor gibi hissederdim. Larende ile konuşurken ise oyuna mola verebiliyorum. Oyun hakkında tüyolar vererek onu olacaklara hazırlıyorum. Tabii ne kadar hazır olabilirse. Üstelik ilk kez mat etme umudum var."
"Ne olacağı belirsiz değil mi?" dedi Mohaç. Kardeşi ve babasının aksine saçlı ve zayıftı. Hakan cevap vermedi.
Erzibet halıda oyuncak trenini sürüyordu. Arkada elektronik müzik çalıyordu. Aslı, yemek masasına bakan konsolun üzerindeki aynada kendini seyrederek İda ve Mari'ye kursta öğrendiği birkaç hareketi gösteriyordu. Müziği durdurup koltuk takımının yanına geldi. "Ya ağabey niye yanımızdan kaçtın? Ne güzel dans ediyorduk." dedi ve Mohaç'ı yerinden kaldırdı.
Yaz'ın konuk olduğu program reklama girdi. Bir gün batımı manzarası belirirken reklam anlatıcısı "Dünyanın sonu gelene dek güneş, doğmak üzere batar. Işık mutlaka gelecekse, karanlık nedir ki ışığın kıymetini anlatan bir müjdeciden başka?" demişti ki Hakan televizyonu kapattı.
Aslı aynaya bakarken Boran'ın da orada olduğunu ve kendisiyle dans ettiğini düşlüyordu. Güneş ışığı adeta bulutları yenip pencereden geçerek salona doluyor ve çevreyi aydınlatıyordu. Renkler canlanıyor, insan sesleri cıvıltılıya, yağışın sesi ise suyun şarkısına dönüşüyordu. O esnada yüzündeki gülümseme gün ışığı kadar sıcaktı.
Ne zaman müziğin büyüsü dağıldı, işte o zaman her şey eski haline geri döndü. Grileşmiş gün ışığında salondaki tüm süsler anlamını yitirdi. Çevreden gelen sesler baş ağrıtmaktan başka bir işe yaramayan gürültüler oldu. Müthiş bir iç sıkıntısıyla birlikte yüzünü aynadan çeviren kadın, yemek masasına oturup boşluğa daldı. O, yanında yoktu ve bu, bir fizik kuralının ihlali gibi hayatını koskoca bir anlamsızlığa çeviriyordu.
Öğleden sonra evde bunaldığını ve çarşıya çıkıp tek başına dolaşmak istediğini söyledi. Arabayı alıp bulvar üzerindeki bir otoparka park etti. Çantasına sarılıp amaçsızca yürümeye başladı. Yürürken sarı saçlı adamın da yanında olduğunu hayal ederek gülümsüyordu ama içinde kabul edemediği gerçeği içten içe bilmenin mutsuzluğu vardı. Etraf kalabalıktı ve aydınlık yok gibiydi. Yağış dinmiş olsa da kümülüsler olduğu yerde duruyordu.
Alışveriş merkezinin önünden geçti. Merkezin dış kaplaması çeşitli giyim ve kozmetik markalarıyla birlikte yeni çıkmış filmlerin afişleriyle de süslenmişti. Animasyon tarzında bir film; büyük kafalı, büyük gözlü ve incecik vücutlu figürlerin yer aldığı, akşam mavisinin hâkim olduğu, damatlıklı şaşkın bir adamla, mavi saçlı gelinlikli bir kızın el ele tutuştuğu bir afişi vardı. Adı "Ölü Gelin"di. Afişe büyülenmiş gibi baktıktan sonra doğaüstü bir güç tarafından sürüklenircesine adımlarının yönünü değiştirdi.
Pazartesi 15.30 seansının yarısından çoğu doluydu. Filmi izlemeye gelenlerin birçoğu ergenlik çağında olmasına rağmen yetişkinler de vardı. Aslı, filmin ilk dakikasından itibaren müziğe hayran kaldı. Son dakikasında ise gözleri bir parça nemliydi ve ruhu hafiflemişti.
Evlilik nedir, aşk nedir? Ne istediğini bilip peşinden gitmeye cesaret etmek nedir? Geçmişin hayal kırıklığını hazmetmek ve özgürleşmek nedir? Tekrar düşündü. Zihninin bir köşesinde müzikler, Ölü Gelin'in zarafeti ve kelebekler kaldı. Sinema salonundan çıkarken bir eliyle kolyesiyle oynuyor diğeriyle de çantasını tutuyordu. İkisi de kelebek desenliydi.
AVM içindeki bir kırtasiyeye girdi. Önce çeşit çeşit mektup kağıtlarına baktı, seçemedi, sonra telli bir defter aldı. 100'lü beyaz zarf ve tükenmez kalem de... Hazır yemek restoranlarının birine oturdu. Defteri açıp sol üst köşeye "Sevgili Boran," yazdı.
Sevgili mi? Hayır, fazla samimi bir hitap olurdu. "Sevgili"yi karalayıp "Sayın" yaptı. Bu hitabın da fazla resmi olduğuna karar verdi. O sırada hazır olan böreğini alıp geldi, ardından arka sayfayı çevirip sadece "Boran'a," yazdı. Başını salladı, bu girişi de beğenmemişti, çok yalındı. Belki İbrahim'i de kullanmalıydı. Denedi. İçine sinmedi. Soyadını da eklese miydi? Ama o zaman da çok uzun oluyordu. Soyadı neden bu kadar uzundu? Hitap neden bu kadar ince, bu kadar zordu?
Her denemesinde nabzı biraz daha arttı ve cümleler beyninden buharlaştı. Nihayet bîkarar bir halde defteri kapatıp çantasına koydu.
Açık havaya çıktığında akşam olmuştu. Ankesörlü telefondan Kurtuluş'u aradı. İş çıkış saatinde rahatsız ettiği için üzgün olduğunu söyledikten sonra Yağmur Sındırlı ile ilgili konuşmak istediğini söyledi. Kurtuluş'un ertesi güne randevu vereceğini sanıyordu. Oysaki hattın diğer ucundaki adam "Müsaitseniz, buyurun gelin." demişti.
Sağanak yağmurun yeniden başladığı akşam saatlerinde Aslı'nın avuçlarını bir bardak çay ısıtıyordu. "Sizi zaten her hafta arıyordum ama özet çıkarmak istedim." dedi.
"Çok iyi yapmışsınız. Buyurun, anlatın."
"Yağmur, ailesinin gelecek tasarıları hakkında pek bir şey bilmiyor. Esasında babasıyla da arası pek iyi değil."
"Evet, bunu tahmin etmek kolay." dedi beyaz bir gömlek giymiş olan adam. "Diğer çocukları Avarya'da büyük şirketler yönetirken Yağmur dans dersi vererek kendi yağında kavrulmayı tercih ediyor."
"Murat Sındırlı'nın telefonda birkaç kez 'aptal' dediğini duydum." dedi Aslı, suratını asmıştı. "Eşref saatindeyse değmeyin keyfine! Canı sıkkınsa vay öbürünün haline... Kızına hakaret etmekten çekinmiyor. Üstelik... Söylesem mi bilmiyorum."
"Söyleyin tabii ki..."
"Yağmur, Sındırlı'nın biyolojik çocuğu değilmiş. Evlatlıkmış. Sındırlı bunu defalarca yüzüne vurdu. 'Kanın fakirliğe çekiyor. Genlerinde zekâ olmayınca biz de aşılayamadık.' gibi laflar etti. Kırk kat yabancı olarak benim zoruma gitti. Madem gerçek çocuğunuz olarak görmeyecektiniz, niye evlatlık aldınız?"
Kurtuluş hak verircesine yutkunarak "Peki, Yağmur'un tepkisi ne oldu?" diye sordu.
"Ne yapsın? Alışmış artık. Türkçe bilmiyormuş gibi yaptığım için bir keresinde 'Ses tonundan anladığım kadarıyla baban pek iyi şeyler söylemedi.' dedim. Huyu böyleymiş. Ablasına, ağabeylerine daha çok yükleniyormuş. Umursamıyor gibi görünse de içinde fırtınalar koptuğunu düşünüyorum. Ben olsam, benim içimde kopardı."
"Telefonda konuştuklarını ne kadar duydun?"
"Hep..." dedi bardağı biraz daha sıkarak. "Yağmur genelde hoparlör kullanırdı. Çevresinde kendisinden başka Türk olmadığı için rahattı. Bana söylense günlerce ağlayacağım şeyleri dinledikten sonra telefonu kapatıp günlük sporunu yapmaya devam ederdi. Bu kadar güçlü olmasına imreniyorum."
"Umursamazlık güçlü olmak değil mecburiyettir," dedi Kurtuluş. "Bir hayatta kalma stratejisidir. Hissetmek her ne olursa olsun değerlidir ama sürekli acı çeken bir insanın hisleri bir süre sonra ölür."
Aslı çayın son yudumunu içti. Elleri tekrar üşümeye başlamıştı.
"Murat, Yağmur'u sürekli Avarya'ya çağırıyordu. 'Sana kozmetik şirketi açacağım. Ayağına gelen fırsatı geri çevirme,' diyordu. Ayrıca sürekli aralık ayını vurguluyordu."
"Aralık'ta ne var acaba?" dedi kır saçlı adam.
"Artık her neyse, Murat bunun için yetmiş yaşına girip hapisten çıkmayı beklemiş, hayalini kurmuş ve aylardır da ilmek ilmek örüyormuş. Kurtuluş Bey..." Dudaklarını büzdü. "Amcama bir şey yapmasından korkuyorum. Ya yarım bıraktığı işi tamamlamaya kalkarsa?"
"Avarya, 70'lerdeki o tekinsiz ülke değil. Bugünler hepimiz için endişe verici olsa bile ne olur kendinizi yıpratmayın."
Kır saçlı adam, iri gözlü kadına sabık liderin İskambil Çetesi'nden bahsedip bahsetmediğini sordu. Her telefon görüşmesinde aynı soruyu sormuştu. Kadın bu sefer de aynı cevabı verdi: "Çeteyle ilgili bir şey işitmedim."
Vakit ilerliyordu. Aslı ayağa kalktığında Kurtuluş "Her şey için teşekkürler. Kitap için, irtibat kurduğunuz için... Ben de küçük bir karşılık vermek isterim." dedikten sonra bir zarf uzattı.
Zarfın içinden iki isim, iki telefon numarası ve bir adres çıktı. Zerina ve Rasima... Adres, Saraybosna'da bir eve aitti. Aslı neredeyse çığlık atıp zıplayacaktı.
"Boran'ın halaları! Nasıl buldunuz?"
"Orası bende kalsın."
"Ya... Çok teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım. Ama... Bir saniye! Ben Boşnakça bilmiyorum ki nasıl iletişim kuracağım?"
Kır saçlı adam, gülümsedi, tek omzunu ve kaşlarını kaldırdı. Saçları nemli kadının kendi kendine konuşarak ofisten çıkmasını izledi.
Aslı zarfa kayıp hazine sandığının anahtarıymış gibi baka baka arabaya yürüdü. İçi içine sığmıyor, ne diyeceğini, nasıl anlaşacağını düşünüyordu. Derin bir nefes alıp zarfı kenara bıraktı ve motoru çalıştırmadan önce dikkatini yola verdi.
Eve vardığında artık ne yapacağını biliyordu. Zerina'yla Rasima'ya Boran'ın bir arkadaşıymış gibi mektup yazacak, sürpriz bir yeni yıl hediyesi için çocukluk fotoğraflarını ve birkaç anısını rica edecekti. Başlangıçta doğum günü için yazmayı düşünmüştü ama 1 Mart'a henüz vakit olduğuna karar verdi. Dil için de dernek başkanından yardım alabilirdi.
Çocuksu coşkusunun yalımları, merkezdeki eve girip yatağına uzandığında, Boran'ın hâlâ hapiste olduğunu ve bu konuda hiçbir şey yapamadığını hatırladığında söndü. Avukatlık lisansını uğraşarak geri alabilirdi fakat sanki bu meselenin etrafında ateş çemberi vardı ve yaklaşamıyordu.
Işıklarını kapatıp gözlerini yummuştu ki eve girerken posta kutusunda gördüğü broşür gözlerinin önüne geldi. Yorgunluktan dolayı sonra almak üzere geçiştirmişti ama merak onu uyutacak gibi değildi. Kalktı. Baş ağrısı ve oda lambasında kamaşan gözlerle broşürü alıp oturma odasına geçti. Birkaç kez gözlerini açıp kapattığında siyah renkli broşürün üzerindeki beyaz iskambil sembollerini seçebildi.
"Aman!" diye bağırıp elinden fırlattı ve koşarak lavaboya girdi. Ellerini delirmiş gibi sabunladı. Mutfaktan maşa getirip öyle tutabildi. Arkasını okuduğunda o geceki uykusuna veda etti. Siyah zeminde gümüş renkli harflerle şunlar yazıyordu:
"Bu semboller bir örgüte özgü değil. Bu semboller Avarya'nın özgürlüğünün simgesi. İskambil sembollerini benimse. 27 Kasım 2005 Pazar günü 14.00'da Bakilik Meydanı'na gel. Özgür ol. Katya."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top