I - XVIII

U Y S A L

11 Ağustos 2005
Perşembe
Varnata, Avarya

Bir anı nesnesini yok etmek, vücuttan uzuv koparmaya benzerdi. İlgili anı hafızada kalmaya devam etse de canlılığını yitirir, anının sahibi ise keskin bir acı duyardı. Uysal'ın bir klinikte dövmesini sildirirken hissettiği ağrı sadece lazerden değil, sevgilisinden ona kalan bir hatırayla vedalaşmaktan da kaynaklanıyordu.

Geri dönüşü olmayan bir yola giriyordu Uysal Türker.

Yaşı müsaitti. Lisans mezunu, 23 yaşında bir genç olarak polis akademisine yazılacaktı. Vücudu da istenen kriterlere uyuyordu, sadece dövmesinin silinmesi gerekiyordu. Burada silah kullanmayı öğrenecekti. Zahirde polislik, batında ise ajanlık kariyerinde ona fayda sağlayacak eğitimler alacaktı. Emre'nin çömeziydi o. Siyaset döneği, güç meraklısı avukat Kerem'in, devlete adanacak oğluydu.

Diğer yandan eski bağlantılarını da korumaya uğraşacaktı. Yaz'ın sevgisini kazanmayı, Vult'un gözüne girmeyi deneyecekti, kırık cam parçalarını birleştirip vazo yapmak mümkünse eğer.

Kaygısız günler geride kalmıştı.

Uysal, bu dövmeyi yaptırdığı günün tam tarihini hatırlamıyordu. Temmuz ya da Ağustos olmalıydı. Türkiye'nin güney illerinden birinde beş gün boyunca sürecek bir festival için çadırda kalıyorlardı. Yaz, düzleştirildiğinde beline kadar gelen kıvırcık saçlarını, şimdiki gibi örüp sıkı sıkı bağlamaz, sadece gündüz sıcaklarında ise bir tokayla ensesinden uzaklaştırırdı. Konserde ya da gece sahil gezintilerinde ise tamamen serbest bırakır, saçlarının rüzgârla ve müzikle salınmasına izin verirdi.

Kaptan Jack Sparrow gibi sürme sürerdi. Deniz kabuklarından kolye takar, pullu kumaşı bileğine sarardı. Çıplak ayakla kumların üzerinde dikilir, lacivert denize karşı bağıra bağıra rap söylerdi. Hiç mi dili dolanmazdı, sözleri karıştırmazdı?

Geceleri uyumazlardı. Belki sabaha karşı birkaç saat sızarlardı. Bir de öğle sıcağının bastırdığı saatlerde uyku ihtiyaçlarını giderirlerdi. Güneş batarken bir ağacın gölgesinde yan yana uzanıp sohbet ederlerdi.

"Siyaset beni çok sıkıyor." demişti Yaz. "Avarya'ya dönüp hayatımı bir politikacı olarak geçirmek istemiyorum."

"Ne olmak istiyorsun peki?"

"Ressam."

Gülüştüler.

"Bir baltaya sap olmam gerekli mi?" demişti kız. "Burada kalsak, Türkiye'de. Sen, ben ve Akdeniz. Her gün güneş, her gün deniz. Aylak aylak geçirelim işte ömrümüzü. Para lazım dersen gündelik işler yaparız. Ev de lazım değil, ben sahilde yatarım."

"Kaç yıl yaşayabiliriz ki böyle?"

"Saçlarımız bembeyaz olana dek."

Yerinden fırlayıp denize koşmuş ve kıyafetleriyle yüzmeye başlamıştı.

Adam, geçen yazı düşünürken denizin hem kışkırtıcı hem de rahatlatıcı kokusunu tekrar duydu. Derin bir nefes alıp dudağını ısırdı ve lazerin kolundaki harfler üzerinde gezinmesine izin verdi.

Hiçbir şey aynı değildi. Ne yaz ne de Yaz... Güneş de deniz de müzik de... Uysal için hayat, açık bırakılmış ve tadı kaçmış bir gazozdu. Bundan sonra yere dökülse de bardakta dursa da fark etmezdi.

Klinikten çıktıktan sonra doğruca karakola yöneldi. Emre'yle buluşup Bahar'ın zehirlenmesi hakkında yeni teoriler üreteceklerdi.

Dondurmayı satan bakkalın hiçbir şeyden haberi yoktu. Peki, varfarin, dondurmaya ne zaman zerk edilmişti? Üretim ya da dağıtım aşamasında mı? Bahar'ın hangi dondurmayı yiyeceğini, ondan da öte, Uysal'ın ona dondurma alacağını nereden bilebilirlerdi? Genç kızın dondurmadan zehirlenmesinin tek yolu, adamın o soğuk yiyeceği satın aldıktan sonra eve götürmeden önce maddeyi içine enjekte etmesiydi. Tek mantıklı şüpheli Uysal'dı, küçük Larende'nin dondurmadan etkilendiği düşünülürse.

Dondurmadan etkilendiği düşünülürse.

Ya dondurmadan etkilenmediyse?

Bu olasılığı aklına ilk olarak Uysal getirmişti. Karakolun gri duvarları ve klimanın üşütücü soğukluğunda komiserin ofisinde oturuyorlardı. "O gün başka bir şey yiyip içmemiş mi?" dedi. "Alışkanlıklarını biliyorum. Düzenli kahvaltı yaparlar. Sabahları ve akşamları ne olursa olsun, o sofraya birlikte otururlar."

"Bahar, kahvaltı sofrasında yediği bir şeyden zehirlendi, diyorsun yani."

"Olabilir ağabey."

"Kahvaltıdaki zehir, diğer üçünü etkilemedi, bir tek kızı etkiledi diyorsun, yani. Oğlum, sen iyi ki hukuk falan okumamışsın. Avukat olsan adi suç işleyen adamı müebbet hapse tıktırırdın."

Uysal, epeyce bir güldükten sonra, "O maharet babamda var." dedi. "Taşları bağlatır, köpeklerin ipini çözdürür. İşine hangisi gelirse artık. Herif adalete tepki olarak doğmuş."

"Kahvaltı teorisi çöktü. Başka?"

"Her sabah multivitamin içer. Zihnini açıyormuş."

"Markası ne?"

Karakolun misafiri alayla gülümsedi. Bu mevzuyla ne ilgisi vardı şimdi?

"Tay-day," dedi.

Tay-day, Avarya'da üretilen meşhur bir takviye ürün markasıydı. Televizyonda daima reklamları dönerdi. Emre oturduğu yerden hafifçe doğruldu, suratını astı, bir küfür savurdu.

"Ulan biz bu detayı daha önce niye bilmiyorduk?"

Diğeri ise durgun bir su kadar sakindi. "Niye ki?" diye sordu.

"Niye mi? Sen, Tay-day'in sahibinin kim olduğunu biliyor musun?"

Uysal, hâlâ Emre'nin bu konuya verdiği önemi anlamamış halde "Herkes bilir," dedi. "Taylan Karayel. Babası düştükten sonra annesinin soyadını kullanmaya başladı ama gerçek adı Taylan Sındırlı. Sındırlı'nın ortanca oğlu."

"Evet," dedi komiser.

"Sındırlılar hâlâ çok aktif," dedi. "Güya, devirleri bitmişti. Haksızlıkla edindikleri malvarlıklarından arındırılacaklardı. Peh! Nesrin Metin, petrol kraliçesi. Sındırlı'nın büyük kızı. Kocasının soyadını kullanıyor. Kudret Karayel, otel zinciri patronu. Taylan, ilaç sektöründe. Kanber, gece kulüpleri işletiyor. Nerede paralı sektör varsa Sındırlılar kâbus gibi çökmüş."

"Bu durum sana ne anlatıyor?" dedi polis.

"Haklı ve güçlü arasındaki polemikte, dünya düzeninin tercihini."

"Senin jetonun köşeli," dedi Emre, içini çekerek. "Bahar'ın içtiği vitamini, Sındırlılar üretiyormuş. Bu, bir şey ifade etmiyor mu?"

Uysal, kaşlarını çatarak "Taymed, Avarya'nın her yerine ilaç üreten bir firma." dedi. "Bir saniye! Tay-day'in abonelik sistemi var. Düzenli kullanıcılara her ay başında otuz tabletlik bir kutu getiriyorlar. Hatta iki aydır özel isimli kutuda getiriyorlardı. Bahar'ın kutusunda 'Bahar için' yazıyordu. Yuh! İnanmak istemiyorum, yuh!"

Emre koltuğunda huzursuzca oturuyor, ara sıra yüzünü elleriyle kapatıyordu. "Aylardır kaçırdığımız çok basit nokta bu işte. Kendimi nasıl hissediyorum, biliyor musun? Kör ve aptal gibi, alenen dalga geçiliyormuş gibi. Aynı hissi sen Laloviç'e gelen mektuptaki 'HB'yi gösterdiğinde de yaşamıştım."

"Neden yahu?" dedi diğer adam. "Yok, olamaz. Bir yanlışlık olmalı. Küçücük kızın başına gelecek bir şeyin Taylan'a ne faydası olacak ki?"

Komiser, Taylan'ı umursamadığını ifade eden küfürlü bir söz öbeğinden sonra, "Emri veren Murat Sındırlı," dedi. "Şov yapıyor. Geri döndüm, diyor. Sektörlerde değişmiş soyadlarıyla yer almakla yetinmeyecekler. Avarya'nın bir fabrika gibi Sındırlı ailesine çalıştığı dönem geri dönüyor."

Misafir, sözleri idrak etmeye çalışırkendudaklarının arasından çaresiz itirazlar sızdı.

֎

K U R T U L U Ş

Aynı gün
Varnata

Yaşlı adam kaşlarını kaldırdı, gözlerini ovdu ve uykusunu açmaya çalıştı. Bulutlara basıyor gibi hissediyor, etrafındaki nesnelerin gerçekliğini tam algılayamıyordu. Sorular gece boyu onu uyutmamıştı.

Yarım saat önce geldiğinde, kapıdaki görevli, genç bir kadının gelip ona bir kitap ve klasör bıraktığını söylemişti. Kitabın içinde bir not: "Beni seyahate çıkarmış bir kitap getirmemi rica etmiştiniz. Bu satırlar, sizi on yıl öncesine ve yaşanmış acılara doğru yola çıkaracak. A.V."

Kitabın adı "Sevdalinka"ydı.

Klasörde ise Boran'ın dava dosyası yer alıyordu. İçindeki belgelerin hepsi fotokopiydi. Aslı, sabah güneş doğarken kalkıp Yeni Gün Partisi merkezine gitmiş, ardından eve dönüp uykudan yeni uyanmış gibi Görgü'yü aramıştı. 7'de havaalanında olmuş, 8'de ise uçağı kalkmıştı.

Kurtuluş duruşma tutanaklarına göz gezdirdi ama beyni henüz bu yazıları anlamaya hazır değildi. Harfler birbirine karışıyordu. Yaşlı siyasetçi megafona bastı ve sert bir kahve istedi. Dosyaları koymak için çekmeceyi açtı ve çekmecenin zeminine, muhtemelen yıpranmasın diye serilmiş çok eski gazete kağıdını gördü. Varlığını hep biliyordu ama bugüne dek üzerindeki yazılar dikkatini çekmemişti.

Hoş, pek dikkat çekecek bir şey de yoktu zaten. "Başkan'ın Ailesi Büyüyor" başlıklı bir haberdi. Murat Sındırlı, eşi Sema ve altı çocuğu birlikte fotoğraf çektirmişlerdi. En küçük çocuk, yaklaşık bir yaşında bebekti ve babasının kucağındaydı. Süslü püslü bir elbise giydirilmişti. Haberde aileye Yağmur adını verdikleri yeni bir bebeğin katıldığı yazıyordu.

"Haber 80'lerden kalma olmalı," diye düşündü Kurtuluş.

Kahve gelinceye kadar çekmeceye dalgınca baktığını fark edemedi. Kendine gelince tuvalete gidip yüzüne defalarca su çarptı.

Birkaç saat sonra nihayet ayılabilmiş, tutanakların hepsini okumuştu. Boran'ın kimliğine dair bir açık, Gece Piyadeleri'ne sızacak bir yol aradı. Bulamadı. Ancak, tuhaf bir durum vardı. Boran kendisini savunmuyordu. Bu tutum, umursamazlıktan mı ileri geliyordu, yoksa genç adam hapishanede gizli bir görev mi yapıyordu? Halbuki "Ceset yoksa, cinayet de yok," dese, yeterdi.

Yoksa yetmez miydi?

Mahalleli kızın tanıklığına göre, Nemanja Laloviç kolundan vurulmuş ve ölmemişse, onun adıyla otopsi yapılan ceset kime aitti?

Birileri mahkemeyi ve halkı yanıltıyordu. Bir şeyler yanlış gidiyordu.

"İşte," diye düşündü. "Başladığımız noktaya döndük." Kurtuluş'u gece boyunca uyutmayan sorular bunlardı. İncelediği belgeler de ona bir cevap vermemişti.

Başı çatlayacak gibi ağrıyınca zihnini bu konudan uzaklaştırmak istedi. Bayan'ı arayıp ofise davet etti. Bir kahve daha söyledi. Çekmeceyi açtı ve içindeki gazete kağıdını özenle, yırtmadan çıkardı. Sındırlı hakkında konuşmak istiyordu biraz. Vult ve ailesi hakkında nasıl konuşmuşlarsa, öyle.

"Ne yazık ki..." demişti Bayan, "Sındırlı ve ailesi hakkında pek bilgim yok. Vult'u dinliyordum, ruhunu adeta şeffaf bir şekilde görüyordum ama bu sabık yaşlı çakalın hayatına diğer insanlarla eşit uzaklıktayım."

"Geri dönmek isteyeceğini hiçbirimiz tahmin edemezdik, değil mi?"

"Gitmiş miydi ki?" dedi kadın, beyaz bir tunik ve kot pantolon giymişti. Makyajı da hafifti. Her zamankinden daha genç gösteriyordu. Gazete küpürünü aldı ve parmağıyla göstererek, "Nesrin, Balkan Petrol'ün sahibi Rakıp Metin'le evli ve şirketin yarı hissedarı. Kudret, BW Otelleri'nin sahibi. Kanber, Orkide'nin sahibi. Taylan, Taymed'in kurucusu ve ortağı."

"Orkide?"

"Gece kulübü. Güngör ve Yağmur hariç, hepsi babalarının izinde. Murat Sındırlı ceza aldığında sadece özgürlüğünü bir süre kaybetmiş oldu. Şirketlerini çocuklarının üzerine yaptı ve sıyrıldı."

"Güngör en büyük çocuktu değil mi?" diye sordu Kurtuluş, küpüre bakarak. "Yağmur da en küçük."

"Evet."

"Peki onlar ne iş yapıyor?"

"Güngör, çömlek ustası. Türkiye'de yaşıyor. Ne kazandıysa el emeğiyle kazandı. Yıllar önce tanışmıştık, çok takdir ederim. Yağmur da Almanya'da dans dersleri veriyor."

Kır saçlı adam güldü. "Eksik bilgili haliniz buysa, bir de bu aile üzerine yoğunlaşsaydınız neler çıkarırdınız acaba," dedi. Yüzü, düşünceli haline geri döndü. "Bahar'dan sonraki hamlelerini merak ediyorum."

"Bahar'ı onların zehirlettiğine eminsiniz, yani."

"Elimde kanıt yok. Fakat başka mantıklı bir olasılık da yok."

"Kanıt toplayın." dedi Bayan. "Neden araştırmıyorsunuz? Bu durumu ortaya çıkarırsanız, Yaz'ın da Vult'un da güvenini daha çok kazanırsınız. İki rakibe aynı anda yakın olmak kolay değildir."

"Bu aralar Gece Piyadeleri'ne odaklandım." dedi adam ve Boran'ın dosyasını Bayan'a uzattı.

"Bu adam içlerinden biri olabilir mi?"

"Boran mı? Ah, hayır," dedi şefkatle gülümseyen kadın. "Talihsiz bir çocuktan başkası değil o. Vult ve Kerem Türker, kaçak bir piyadenin işini örtbas ettiklerinden bahsediyorlardı. Nasıl bir iş bilmiyorum ama Boran'ı suçlu göstererek üstünü örtüyorlar."

"E niye o halde kendini savunmuyor? Okusana. Vult ve Türker her ne yapıyorsa, bu adam da ona ortak."

Bayan elini yanağına koydu, bir süre düşündü. "Bir şey teklif etmişlerdir. Para ya da içeriden çıktığında iş garantisi gibi. Bilemiyorum."

"Hiçbir şey özgürlükten daha değerli değildir. Boran, o kaçak piyadenin ta kendisi. Kimliğinin de gerçek olduğuna inanmıyorum. Bosnalı ama ana dili gibi Türkçe konuşuyor."

"Avarya'ya geldiğinde öğrenmiştir. Bu bir gösterge değil Kurtuluş Bey."

"Elimizdeki gizemler iki oldu. Bir de İskambil Çetesi var. Üç... İskambilcilerden de bayağı zamandır ses seda yok. Seçimi karıştırıp, Ekin'e suikast yapıp ortadan kayboldular."

"Ah, oraya hiç girmeyelim," dedi Bayan, kahvesinin son yudumunu alarak.

"Ülkede hiçbir şey yolunda gitmiyor ama aynı zamanda her şey de yolunda. Yanlışlık, bizim doğrumuz; karmaşıklık, düzenimiz olmuş. Bir olay olmasını beklemek, bir olay olmasından daha zor. Umarım seçime kadar yine ortalık karışmaz."

Bayan başını salladı, gülümsedi ama bu temenninin gerçekleşeceğine inanmıyordu.

Kurtuluş öğleden hemen sonra ofisten çıktı. Üniversiteyi Varnata'da okumak isteyen ama lisedeki son yılında ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmek için ayrı eve çıkma arzusunda olan oğlunu aradı. Ona bir ev bulduğunu söyledi ve oğlunu evden aldı. Şairhanım'ın dar sokaklarında yol sora sora Berdâşe Sokak'a vardılar. Kır saçlı adam, oğlunu Boran'dan geriye kalan eve yerleştirmek istiyordu.

Camları filmli arabayı sokağın başında durdurdu. Muhammed'e dönerek "Sen konuş," dedi. "Beni tanırlar."

Liseli genç, iki katlı eski evin altındaki bakkala girip selam verdi ve evin sahibini sordu.

"Benim," dedi Bakkal Rüstem.

Yakında üniversiteye başlayacağını belirten genç, acilen kalacak bir yere ihtiyacı olduğunu ve istediği miktarda kirayı ödeyebileceğini anlattı.

Rüstem, evde zaten birinin yaşadığını, onun hapiste olduğunu ve birkaç aya çıkacağını söyleyince, Muhammed de şehir dışından geliyormuş gibi, yurtta yer açılana kadar evde kalmak istediğini söyledi. Boş durmasından daha iyi değil miydi?

"Bu evin geçmişini biliyor musun?" diye sordu bakkal. "Burada adam vurdular."

"Bilmem, umrumda da değil."

"Çok garip," dedi diğeri. "Mütevazı evime bu kadar ilgi olacağını düşünmezdim. Daha birkaç gün önce ecnebi bir kadın geldi. Gazeteciymiş. Türkçeyi de iyi öğrenmiş. Senin dediklerinin aynısını dedi. Birkaç ay bir proje için kalıp gidecekmiş. Çık, konuş. Seninle kalmayı kabul ederse tamamdır. Hah, işte burada."

Muhammed arkasını döndü. Terlikli, tişörtlü ve şortlu bir kadın içeri girmişti. Yüzünde biraz kırışıklık vardı ama yaşı pek anlaşılmıyordu. 30'larında da 40'larında da olabilirdi. Saçları koyu sarıydı ama dipten parmak boyunca kahverengilik çıkmıştı. Tekinsiz bir duruşu, bön bakışları vardı. Yirmi saatlik bir uykudan yeni kalkmış gibi.

"Tanıştırayım, Jenna." dedi Rüstem. "Jenna, bu Muhammed Ali, öğrenci."

"Muhammed Ali..." dedi kadın. "Boksör."

"Evet, ismim boksör Muhammed Ali'den geliyor," dedi genç.

"Yurt bulana kadar kalacak yere ihtiyacı varmış. Senin gibi kısa süreli yani... Kullanmadığın bir odada kalabilir mi?"

"İyi, kalsın."

"Gerçekten mi?" dedi genç. Şaşırmıştı. Kabul etmesini beklemiyordu.

Bu sırada içeriye mahallenin çocukları girdi ve abur cubur aldılar. Kız çocuklarından birisi Jenna'ya baktı. Gözleri büyüdü. Elindeki paketler yere düştü. "Korkunç kadın!" diye hayretle söylenen çocuk, paketleri almadan bakkaldan koşarak kaçtı. Rüstem arkasından "Elif, nereye?" diye seslenirken Muhammed gülüyordu.

Arabaya döndüğünde babasına olanları anlattı. Onun da bu komik olaya gülmesini bekliyordu. Fakat Kurtuluş, ciddi bir ses tonuyla, birkaç kez çocuğun gerçekten "korkunç kadın" deyip demediğini sordu. Daha sonra, "Orada kalmanı istemiyorum." dedi.

"Neden baba? Sen buldun burayı."

"Evin bu kadar eski olacağını tahmin etmiyordum."

"Ben sevdim, şirin bir yere benziyor. Gerçi çıkıp da evi görmedim ama dışarıdan şirin. Hadi baba... İlginç bir deneyim olur benim için. Düşük bir fiyat verdi, çevredeki kiralara göre. Zaten çok uzun süre kalamayacağım. Burada aslında başka birisi oturuyormuş ama hapse girmiş. Yakında çıkacakmış. O döndüğünde Jenna da ben de çıkacağız."

"Yakında çıkamaz," diye mırıldandı Kurtuluş.

"Ne?"

"Tek başına kalsaydın olurdu ama yabancı birine güvenmiyorum. Seri katil mi, psikopat mı? Nereden bileceksin?"

Genç gülerek "Amma yaptın baba ya!" dedi. "Gazeteciymiş, bir araştırma için Avarya'ya gelmiş. İşini yapıp gidecek. Seri katil olsa ülkesinde yapar yani. Niye ta buraya zahmet etsin?"

Kır saçlı adam endişeyle nefes alırken hiçbir şey bilmemenin ne kadar mutluluk verici olduğunu düşünüp oğluna imrendi. Tam sokaktan çıkmıştı ki sağa çekip uygun bir yere park etti. Cerrahi maske takıp "Gel," dedi. "Sana o evde niçin kalamayacağını göstereyim."

Bakkalın arkasından dolaştılar, artık evin arka bahçesindelerdi. Kurtuluş, gence, dışarıdaki "şömine deliği"ni gösterdi.

"Eğil, yukarıya bak."

"Baca deliği ne kadar geniş," dedi Muhammed. "Aşağıya açılan bir baca deliğini de ilk kez görüyorum."

"Sadece aşağıya değil, evlere de açılıyor. Tırmanarak içeri girebilirsin."

"Oha!" dedi genç. "E çok tehlikeli bu. Baba, bula bula burayı mı buldun gerçekten?"

"Ben de yeni fark ettim," diye yalan söyledi kır saçlı adam.

"Aman! Vazgeçtim. Kurban olmaya hiç gerek yok. Başka bir eve bakarız ya da evden gider gelirim. Varnata'da okuyacaksam, niye ev tutayım ki?"

"Sen de bir karar ver."

Babayla oğul konuşarak uzaklaştılar. 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top