I - X

Y A Z

13 Haziran 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya

Takvimler 13 Haziran'ı gösterirken AMM'de tarihi bir an yaşanmaktaydı. Salon, koridorlar ve bahçe coşkuyla uğulduyor, canlı yayın kameraları dört dönüyordu. Ülkenin ilk olağanüstü cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı gün orada bulunma hakkı olup da bu hakkı kullanmayan hiç kimse yoktu.

Genç başkan, kalabalık içinde ışıldayanlardan biriydi. Sabahtan beri kamera camlarına bakıyor, yaka mikrofonlarına konuşuyor, güler yüzle iyi dilekler içeren demeçler veriyordu. Açık yeşil bir takım tercih etmiş, makyajını da pembe tonlarında yapmıştı, bu sayede her zamankinden daha taze ve enerjik görünüyordu. Dışı parlak olup da içten içe çürüyen bir elma gibi suretinin ardında derin bir hayal kırıklığı ve hüzün barındırıyordu.

Çöpe atılmış dondurma kâğıdında zehir kalıntısı bulmuştu. Bu da varfarinin Uysal'ın aldığı dondurmadan geldiğini gösteriyordu. Uysal gözaltına alınmış, ifade vermiş, daha sonra da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Üstüne düşen şüphe bulutları her ne kadar onu parmaklıklar ardına almaya yetmediyse de sevdiği kadının güvenini kırmaya yetmişti.

Yaz, geçen Çarşamba'dan beri kendine gelememişti. Spot ışıkları gözyaşlarına çarpıyor, kırılıyor, bulanıklaşıyor ve dış dünyayı jel kıvamına getiriyordu. Uysal'ın bu skandalın bir parçası olmasına tahammül edemiyordu. Profesyonel hayatını emanet ettiği, peşinden gidip politikada başka örneği olmayan bir maceraya atıldığı, gönülden sevdiği ve hayatını birleştirmek istediği insanın, kardeşine zarar verme fiiliyle bir araya gelmesi, tahayyülüne bile ağır geliyordu.

Gazetecilere sıcak davranıp onlarla ara sıra şakalaşıyor fakat gözlerinin dolmasına engel olamıyordu. Aynanın yüzeyinin parlak fakat sırrının kopkoyu olması gibi... Partiden ihraç edilme tehlikesi yaşadığı günde bile duygusal olarak bu denli zorlanmamıştı. Danışmanı sıfatıyla Uysal Türker şık kıyafetleriyle yanında duruyor, basına gerekli imajı gösteriyordu.

Kadın, gerçek hislerini ancak hiç kimsenin onlara bakmadığı mikro zaman dilimlerinde gösterebiliyordu. Yüzünü ondan çeviriyor, hasbelkader ona bakmak zorunda kalırsa bakışlarıyla yargılıyordu. Uysal rol yapmaya daha alışık olsa da bu mikro dilimlerde cehennem azabı duyuyor, ithamın tabutunda diri diri gömülmüş gibi hissediyordu. Elinden gelse yüreğini yarar ve masumiyetini gösterirdi.

Seçim anonsu duyuldu, koridorda gezenler salona hücum etti. Bu sırada Uysal nihayet kısa bir fırsat yakaladı. Umarsızlık içinde "Ben değildim," diye fısıldadı. Ne var ki soru, Yaz'ın suratındaki tiksinme ifadesini artırmak dışında hiçbir işe yaramadı.

Meclisin ortasına şeffaf, büyük bir sandık getirilmişti. Milletvekilleri oy kullanmak için sıraya giriyordu. Yaz tekrar mutluluk maskesini takındı, Uysal'dan uzaklaşarak Bayan'la kol kola girdi ve Bahri Alkan'a oy vermek için sıraya geçti.

Birkaç saat sonra sürpriz olmayan sonuçlar açıklandı. Attila Gürsel büyük bir çoğunlukla seçimi kazanmıştı. Kürsüye çıkıp "Sayın vekiller ve sevgili halkım," diye başladı teşekkür konuşmasına. Klişe sözlere ek olarak, Fethi Ekin'in kaybından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirip İskambil Çetesi adlı terör örgütüyle mücadele edeceğini belirtti.

Olayların başlangıcından beri İskambil Çetesi ilk kez terör örgütü olarak tanımlanıyordu. Hükümet ya da parti düzeyinde değil, doğrudan devlet düzeyinde düşmanlık ilanıydı.

Kurtuluş, ATP ve Gürsel'i destekleyerek kârlı bir hamle yaptığını anladı. Çeteye açık bir şekilde karşıt, merkeze yakındı. Bayan'la buluşup seçimin sonuçlarını tartışmak için sabırsızlanıyordu.

Hakan, gücün merkezinde olmaktan memnundu, satrancın orta karelerine taşlarını yerleştirmiş usta bir oyuncu gibi hissediyordu. Krallar için tahta ya da demir tahtlar yapılırdı fakat demokrasiden bir taht yapmak daha büyük hüner isterdi.

Katya pek mutlu değildi, zira Gürsel'in Vult'a yakın bir isim olduğunu ve serbest piyasayı desteklediğini biliyordu. Kapitalistler güç kazanıyordu. Eskiden partisini destekleyen bir avuç insanla mutlu olurdu ama artık bu yarışta geride kalışını başarısızlık olarak görüyordu.

Yaz hiçbir şey düşünmüyordu, düşünemiyordu, bir an önce bu hengamenin bitmesini diliyordu. Gösterişli yüksek tavanın altında hastalık sarısı avizelerle aydınlatılan salonun boğucu havası ve klimaların çelik serinliğinde kardeşini az kalsın kaybedeceğini düşündükçe gözleri kararıyordu.

Meclis bahçesinden otoparka kadar uzanan birkaç metrelik yolu nasıl aştığını bilemedi. Arabanın arka koltuğuna dizleri titreyerek geçtiğinde babasının endişeli bakışlarıyla göz göze geldi. Bardağı taşıran son damla ise Alihan'ın şefik sesiyle "Ne oldu canım?" diye sorması oldu.

"Yok... Yok bir şey." diyehıçkırdı ve yüzünü kollarına gömerek ağlamaya başladı.

֎

A S L I

Aynı gün
Varnata, Avarya

Lizagrat Çevre Yolu tamamlanmış bir çemberdi, altı şeritliydi ve Varnata'yı içinden dönerdi. Altı yerde başkenti simit gibi çevrelemiş komşu şehre yol ayrımı veren kavşaklar vardı, dolayısıyla bu yola "altıgen" ya da "altı kavşak" da denilirdi. Kavşakların her biri Varnata'nın merkez haricinde bir ilçesinde yer alırdı, sırayla ve saat yönünde: Çağrı, Akıncı, Şarkıova, Uluhan, Şairhanım, Nehiryazı. Böylece başkent ortada bir mücevher gibi yer alan merkez ilçe hariç altı parçaya ayrılıyordu.

Varnata'yla ilgili tasarım ve logolarda altıgen daima öne çıkardı. Şehir belediyesinin logosu iki altıgenin iç içe geçmesinden oluşan on iki köşeli yıldızdı. AFF, yani Avarya Futbol Federasyonu, futbol topu desenli bir altıgenle temsil edilirdi ki bu da ortada daha küçük bir altıgenle etrafında altı tane beşgenin varlığı anlamına gelirdi. Şehir stadyumu altıgen şeklindeydi. Sokak lambaları da bu geometrik şekli taşırdı. En bilindik Avar masalı "Yedi Avar Soyu"nda "diyarın altı tarafı" ifadesi geçiyordu. 60'lı yıllarda yazılmış ve Avar edebiyatında önemli bir yer tutan "Altı Köşeli Şehir" romanı Varnata'da geçiyordu. Şarkılarda, şiirlerde ve günlük dilde de bu ibare, başkenti anlatan bir dolaylamaydı.

Nehiryazı otobüsünde tek başına bir kadın arka koltukta oturuyordu. Sayfalarına sabah güneşinin vurduğu kitabını okuyor, sarsılan bir araçta tek bir noktaya odaklanmaktan ileri gelen mide bulantısını geçirmek için ara sıra dışarı bakıyordu. Uykusuzluğu makyajının ardına gizlemişti. Siyah ağırlıklı kıyafetleriyle canlanmış ve var olmak için ışığa ihtiyacı kalmamış bir gölgeyi andırıyordu. Tek örgüsü sol omzundan salınıyor, geriye yatırılarak tel tokayla tutturulmuş kâkülleri başının ön tarafına ufak bir kabarıklık veriyordu. Günün ilk seferiydi ve Aslı evden kahvaltı bile yapmadan çıktığı için pişmandı fakat içindeki bu heyecanla dört duvara sığamayacağını biliyordu.

İronikti ki şu an kanunlara karşı gelenlerin tutulduğu dört duvara, Nehiryazı Kapalı Cezaevi'ne gidiyordu.

Önceki hafta okuduğu gazetedeki adamı bir türlü aklından atamamış, akşam Görgü'ye haberi gösterip konuşmuştu.

"Ben de müdafi olmak istiyorum." demişti. Sonuçta bir sanığın birden fazla avukatı olabilirdi. "Masum olduğu belli değil mi?"

"Orası öyle de..." demişti boşluğa bakan Görgü. "İkinci bir avukata gerek yok. Davayı kazanacağım."

Aslı'nın suratı düştü. "Beni yanlış anladın." dedi kırgın bir sesle.

"Yanlış anlamadım canım." diyen genç adam gülümsedi ve kadının ellerini tuttu. "Sadece kendini yormanı istemedim. Çocuk hakları üzerinde uzmanlaşmak istiyorsun ya."

"Olsun. Farklı alanlarda da tecrübeli olayım." Şeker için yalvaran bir çocuk gibiydi. "Lütfen onunla konuş, beni vekili yapsın. Hem... Ben Boran'ın konuşmasını sağlarım. Buradaki ilk yılımı hatırlamıyor musun?"

"Evet!" dedi Görgü. "Tam bir yıl hiç konuşmamıştın."

1989 yılıydı. Görgü ve Mohaç odalarında oyun oynuyor ve anne babalarının Almanya gezisinden dönmesini bekliyordu.

Akşam olunca kapı çaldı. Oyunu derhal bırakan iki çocuk bakıcının uyarısına aldırmadan kapıya koştu. İda içeriye valizlerle, Hakan ise kucağında lacivert salopetli bir kız çocuğuyla girdi. İri koyu kahverengi gözleri ve kısa dalgalı saçlarıyla dev bir oyuncak bebeği andıran çocuk, evdeki küçüklerin ağzını açık bırakmıştı.

Görgü ilk anın karmaşık hislerini hâlâ hatırlıyordu. Bir yandan çocukça bir merakla yeni arkadaşla tanışmak istemiş, bir yandan babasına koala gibi sarılan bu yabancıyı kıskanmış, diğer yandan da porselenden yapılmış gibi duran bu kız çocuğunu çok güzel bulmuştu.

Hakan, çocuğu girişte kucağından indirdi. Yeni çocuk hiçbir tepki vermeden, bakışları boşluğa bakar halde öylece kaldı. Görgü o anda onun canlılığından şüphelendiğini hatırlıyordu. Oyuncak bebek olup olmadığını anlamak için göğüs kafesini kontrol etmişti, acaba nefes alıyor muydu?

"Kristina, artık sizin kardeşiniz." dedi babaları. "Merhaba de, Kristina."

Çocukta hiçbir tepki yoktu. Görgü hem onun bu halinden korkmuş hem de ona duyduğu hayranlığı büyütmüştü. Kristina havada uçuşan kar kristallerini andıran masalsı bir isimdi.

"Türkçe bilmiyor, hayatım." dedi İda. Diz çöküp çocuğun hizasına gelerek Almanca konuştu. "Willkommen in unserem Haus, Tina. Das sind meine Söhne. Görgü... Mohaç..." (Hoş geldin evimize Tina. Bunlar benim oğullarım. Görgü... Mohaç...)

Görgü heyecandan hızlı hızlı nefes almaya başladı. İşte, annesi büyülü dilde konuşarak prensesle iletişim kurmaya çalışıyordu. Çabası işe yaramıştı ki prenses başını kaldırıp annesinin yüzüne baktı. Hâlâ sessizdi.

Hakan eşine katılmıyordu. "Biliyor ya..." dedikten sonra diz çöküp "Tina, sen şu an söylediğimi anlıyor musun? Beni anlıyor musun?"

Tina bakışlarını babaya çevirdi ve kafasını hızlıca aşağı yukarı salladı.

Küçük oğlan şaşırmıştı. Demek ki prenses normal dili de anlayabiliyordu. Hakan ilk anlamlı tepkisinin ardından kıza bir dizi soru sordu. "Burayı sevdin mi? Aç mısın? İstediğin bir şey var mı?"

Tüm soruları her kapıyı açan anahtar misali iki cevaptan biriyle karşılıyordu. Ya başını aşağı yukarı sallıyordu ki bu evet demekti, ya da sağa sola, yani hayır.

"Bak, ne zamandır hiç Türkçe duymamasına rağmen dilini unutmamış." dedi Hakan, İda'ya. "Kısa zamanda alışacaktır. Hadi odanıza gidip kaynaşın."

Mohaç ve Görgü kızı çocuk odasına götürdüler. Ranzanın alt katına oturttular. Küçük çocuk, tıpkı bir sergideymiş gibi kızı seyrederken büyük çocuk onu babasının yarım bıraktığı soru yağmuruna tutmaya devam ediyordu.

"Kaç yaşındasın?"

Kız iki elinin üçer parmağını açıp havaya kaldırdı.

"Okula gidiyor musun?"

Başını aşağı yukarı salladı.

"Dilini mi yuttun?"

Cevap yok...

"Adın ne söyle bakalım, adını bilmiyoruz."

Yine cevap yok...

Aslı Kristina evin düzenine ilk günden itibaren uyum sağladı. Komutları harfiyen yerine getiriyor, iki erkek çocuğu evi birbirine katarken köşede sakince evcilik oynuyor, okulda öğretmenlerinden takdir alıyordu. Ne var ki ağzından çıkan tek bir sözcük bile yoktu. İhtiyaçlarını işaretle ifade ediyordu.

İda önce bu durumun kendi kendine geçmesini bekledi. Bir yarı yıl tükenmesine rağmen iyileşme olmayınca, öğretmenin de tavsiyesiyle çocuğu hastaneye götürdü. Testlerde hiçbir sorun çıkmadı. Yeni durakları olan çocuk psikoloğu, İda'yla konuştu ve Aslı'nın geçmişini öğrendi.

Aslı Kristina Vult, iş adamı olmasına rağmen bitmeyen kokain partileri yüzünden iflas etmeye yüz tutan Suat Vult ile önceleri barmen olarak çalışan, zamansız hamileliğinin ardından evlenip işten ayrılan Eva'nın kurduğu huzursuz, kararsız ailede; Berlin'de doğmuştu.

Anne olmayı düşünmeyen Eva, kendisini bir anda evde bebeğe bakarken bulunca bunalıma girdi. Üstelik Suat da onu yalnız bırakmış, hatta birkaç kez aldatmıştı. Birkaç yıl kocasını eve bağlamak için uğraşan ve çocuğa bakmak için annesinden yardım alan Eva, annesinin de ölümüyle boşluğa düştü. Sıkça sinir krizine girmeye, çocuğuna kötü davranmaya başladı. Alman Gençlik Dairesi şikâyet üzerine onu aileden aldığında, çocuk beş yaşına basmıştı.

Eva çocuğunu hiç ziyaret etmedi. Suat ise her görüşme gününe geldi, fakat uyuşturucu bağımlılığına teslim olmuştu ve artık özbakımında bile zorlanıyordu. En sonunda Avarya'da yaşayan ve iyi bir kariyeri olan kuzeni Hakan'a ulaştı. Hakan o zamanlar henüz başbakan değildi.

Suat ve Hakan'ın üç nesil önceki dedeleri birdi. Vult ailesi geniş ve akrabalık ilişkilerine önem veren bir aile olduğu için kuzenler birbirini tanırdı.

Yurt müdiresi Aslı'nın konuşkan ve neşeli bir çocuk olduğunu söylemişti fakat çocuk Avarya'ya geldiğinden beri dut yiyen bülbüldü.

Psikolog, çocuğun öyküsünü dinledikten sonra, İda'ya, göç ve aile sorunları gibi durumların çocuklarda "selektif mutizm"i yani "seçici konuşmazlık" halini tetikleyebildiğini anlattı. Mutistik çocuklar konuşabilme yeteneğine sahipti, fakat bu yeteneği kendileri için yabancı ortamlarda, belirli yerlerde veya belirli kişilere karşı sergileyemezlerdi. Mutizm tanısıyla terapiye başlayan Aslı birkaç ay içinde önce terapistiyle, sonra da dış dünyadaki herkesle konuşabilir hale geldi. Neşesi ve hareketliliği geri döndü.

Aslı sustuğu günleri hatırlıyor, bu yüzden Boran'ı anladığını düşünüyordu. Mükemmel bir eşleşme olacaktı. Sözler yetmezse sessizlikle anlaşırlardı.

Dosyayı dikkatlice okudu. Vaka, Görgü'nün anlattığı kadar basit değildi. Eski avukatların yeterli savunma yapmadığı doğru olsa da Boran'ı şüpheli konumuna düşürecek deliller mevcuttu.

Bunlardan birisi Nemanja Laloviç'in ölümünden bir ay önce aldığı isimsiz mektuptu. Bilgisayarda yazılmış mektup anlamsız bir kısa paragraftan oluşuyordu.

"Eczacı aradı. Terzi aradın. Silkin yılkı ve yün sel öp. Son kör gence kandın."

Altına ise "-B" diye -yine bilgisayar yazısıyla- imza atılmıştı.

Paragraftaki kelimelerin dizilişi de tuhaftı. İlk satırların ve son satırların ortasında nizami boşluklar vardı, yani bir nehrin iki kıyısı ve ortada köprü gibi. Polisler epeyce bir süre eczacıları, terzileri, yılkı atlarını ve görme engelli gençleri araştırdıktan sonra komiserlerden birinin "ecza" ve "ceza" sözcüklerinin aynı harflerden oluştuğunu fark etmesiyle cümlenin asıl mesajın anagramı olduğunu anladılar. Hummalı bir çalışmanın sonucunda mesaj deşifre edildi:

"Kendini öldür ve cezalandır. Yoksa yaptıklarının cezasını göreceksin."

Ölen adamın otopsisinde sağ elde ezilme tespit edilmişti. Bu noktada Görgü'nün tabancanın açısıyla kabzadaki parmak izleri üzerinden sunduğu önerme boşa çıkıyordu. Ölünün eli, şüphelinin eliyle tabanca arasında sıkışıp ezilmişti.

Aslı, evdeki ve cesetteki delillerden çıkarılan pozisyonu kâğıda çizdikten sonra, bu pozisyonun iki zıt anlama gelebileceğini fark etti. Ortada bir tabanca ve aynı anda onu tutan iki kişi vardı.

İlk ihtimalde Laloviç silahı bırakmaya, Boran ise tetiğe ulaşıp onu vurmaya çalışıyordu.

İkinci ihtimalde de kendini öldürmek isteyen kişi Laloviç'ti, Boran da engel olmak için tabancayı çekiyordu.

Aslı henüz elle tutulur bir nedeni olmasa bile ikinci olasılığın doğruluğuna inanıyordu ve inancını mahkemeye kanıtlamak zorundaydı.

Liseden beri her gün en az bir gazete satın alır, okuduğu gazeteleri kilerde saklardı. Alışkanlığı, araştırma sürecinde ona yardımcı oldu. Arşivine başvurdu. 2003'ten bu yana çıkan haberleri tek tek kontrol edip davanın basına yansıma şeklini inceledi. Şifreli mektup ortaya çıkana dek "Şüpheli Olay", "Korkutan Silah Sesi" gibi başlıklar atan gazeteler, şüphelinin geçmişine inip olayı "İntikam Cinayeti" diye adlandırmıştı.

Çizimin kenarına büyük harflerle "SORULAR" yazıp altını çizdi ve birinci maddeye "Mektubu kim gönderdi?" yazdı.

Olay geceleyin gerçekleşmişti. Hakimler, avukatlar, kanıtlar ve gazeteler konuşuyor; olayın tek görgü tanığı susuyordu. Aslı polislerin civarda etkin bir sorgu süreci yürüttüğünden emin değildi. Şairhanım ilçesindeki Berdâşe Sokak, evlerin neredeyse iç içe geçtiği, taş kaldırımlı dar bir sokaktı ve komşuların birbirinin hayatına karıştığı dedikodu kültürü sürüyordu. Mahalleden birileri mutlaka olayı duymuş olmalıydı.

Boran, Berdâşe Sokak'ın Ali Yen Sokak'a bağlandığı köşedeki iki katlı apartmanın üst katında tek başına yaşıyordu. Rüstem adında birinin sahibi olduğu bakkal dükkânında gayri resmi olarak çalışıyordu. Sorgulananlardan birisi Rüstem'di. Üst komşusu gibi tek yaşıyordu. Olay gecesi, şehir merkezinde oturan bir akrabasının evinde yatılı misafirlikteydi. Dolayısıyla Boran'ın oldukça sessiz, kimsenin tavuğuna kışt demeyecek biri olduğu hariç bir şey söylememişti.

Yandaki apartman üç katlıydı. Üçünde de sosyoekonomik olarak düşük düzeyde yer alan aileler oturuyordu. Babalar vasıfsız işlerde çalışıyor, anneler ev hanımlığı yapıyor; çocuklardan da başarı değil, kızsa ev işi yapması, erkekse babasının işini devam ettirmesi bekleniyordu.

Bu binada oturanlar silah sesi dışında bir şeye tanık olmamıştı. Ek olarak, en alt katta oturan kadın Boran'ın genel davranışlarından bahsetmişti. Ne idüğü belirsiz biriymiş... "Berdâşe Sokak'ın berduşu"ymuş... Genelde evden çıkmazmış, kimseyle konuşmazmış... Deli miymiş neymiş... Ara sıra bakkala yardım edermiş... Bir akşam bakkalda kızı Elif'e sebepsiz yere bağırmış... Elif olaydan çok etkilenmiş, birkaç gece uyuyamamış...

Aslı, kadının ifadesini okurken sinirden kalemini kıracaktı. Sokakta Boran hakkında olumsuz konuşan bir tek o vardı. Sokakta ifadesi alınan herkes onu sessiz, kendi halinde biri olarak tanımlarken bu kadın kafasını önyargılarla doldurmuştu. Bu ifadede Boran'ın bir çocuğa bağırması gibi ilginç bir ayrıntı da vardı.

Bakkalın güvenlik kamerası Laloviç'in telaşlı bir halde eve gelişini gösteriyordu. Bir saat sonra olay gerçekleşmişti. Arada ne konuştukları belli değildi. Tabancanın nereden geldiği ve kime ait olduğu da... Avukat, bu karanlık noktaları not aldı. Kayıtları doğrudan izlememiş fakat kayıtlardan alınan ekran görüntülerini kâğıt üzerinde görmüştü.

Davayla ilgili araştırmalar günlerini alıp götürmüş ve avukatın okumak istediği ikinci konu için vakit kalmamıştı. Boran'ın kurtulduğu savaş hakkında pek bir şey bilmiyordu. Bu konuyu ilk hapishane ziyaretinin ardına ertelemeye karar vermişti fakat bilinçdışı yapacağını yaptı.

Eğer yola çıkıyorsa mutlaka büfeye uğrar, bir dergi ya da abone olmadığı gazetelerden birini alırdı. Saat çok erken olduğu için büfe açılmamıştı fakat dağıtılan gazeteler külçe halinde dükkânın önünde duruyordu. Müşteriler bazen bu tür erken dağıtım yapılan ürünleri -simit, gazete, ekmek- dükkân açılmadan alır, parasını da tezgâhın kenarına bırakırdı.

Plastik kelepçeyle bağlanmış gazetelerden birini çıkarmaya uğraşırken dışarıdaki demir rafta duran kitaplar dikkatini çekti. Kitap naylonları uzun zamandır dışarıda olduğu için tozlanmıştı. Herhangi bir güvenlik önlemi alınmamıştı. Rengârenk kitaplar içinde ilk gözüne çarpan koyu mavi bir kapaktı, kırmızı ceketli bir kadın taş yolda koşuyordu. Yazar ve kitap ismi kapağın üstüne büyük harflerle yazılmıştı: Ayşe Kulin - Sevdalinka.

Aslı'nın eli yarı bilinçsizce kitaba uzandı. Zihninin bir köşesinde yazarın Türkiye'de yaşadığına dair kırıntı bir bilgi vardı ama aldığı kitabın konusu hakkında fikri yoktu. Kapağı bir süre izledikten sonra arkasını çevirip etiket fiyatına baktı. Yazan sayıyı tezgâha bırakıp ayrıldı. Otobüs durağına doğru yürürken ıslak mendille naylonu sildi ve arka kapak yazısını okudu. Kitap Bosna Savaşı'yla ilgiliydi.

Durağa vardığında kol saatine baktı ve günün ilk Nehiryazı otobüsüne daha yarım saat olduğunu fark etti. Duyduğu heyecan pek erken sürüklemişti onu yollara. Güneş bile uykusundan yeni uyanmıştı. Aslı çantasındaki makale çıktılarını kırışmasın diye kitabın arasına koydu ve oturak olmayan durakta direğe yaslanarak kitabın kapağını araladı.

Cezaevine vardığında yaklaşık elli sayfa okumuştu. Yugoslavya'nın dağılışını bir kadın gazetecinin aşk hayatıyla harmanlayarak anlatan roman onu sarmıştı. Gerçi başkarakterle duygudaşlık kuramamış, bu yüzden kitaba bir parça soğuk kalmıştı ama yine de günlerdir yoğun çalışmayla dolan kafası dağıldığı için memnundu.

Otobüsten indi. Açık yeşil ve kırmızı renklerdeki aracın uzaklaşırken çıkardığı motor sesini dinledi. Kaldırımda dururken üç şeritli geniş yola baktı. Bir tarafta park vardı. Enginliğe uzanan çimler, yemyeşil ağaçlar... Karşısındaysa siyah kalın parmaklıklarla korunan, kulelerde silahlı nöbetçilerin beklediği, grinin tüm renkleri sildiği kutu gibi bir bina. Hürriyet ve esaretin tezadı.

Kitabını çantasına koydu, yeşilliği ardında bırakıp karşıya geçti.

Görüşme isteğini duyan memurlar garipsedi. Henüz sabah 7 buçuktu. Tutuklu her gün müdafi ile açık görüş usulüne uygun olarak görüşebilirdi fakat görüşler saat 9'da başlardı. Cezaevi müdürü Aslı'yı odasında ağırlayıp çay ikram etti.

"Ne kadar heyecanlısınız böyle! Sizin gibi gençleri görünce mesleğe ilk başladığım günler aklıma geliyor. Kurallar olmasa sizi hemen görüştürürdüm." dedi müdür.

"Yok, aslında beklemem daha iyi." dedi Aslı, bu ayrıntıyı nasıl düşünemediğine şaşarak. "Henüz uyuyor olmalı."

"Merak etmeyin," dedi müdür. "Boran hiç uyumaz."

Sohbet ederek geçen bir buçuk saatin ardından görevli memur, tutuklunun görüşe hazır olduğunu haber verdi.

Görüşme odasına girdiğinde avukatın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. İşte, gazetedeki, kanlı canlı karşısındaydı. Polo yakalı bir tişört giymişti, beyaz ışık altında koyu sarı görünen saçları uzayıp dağılsa da yüzü tıraşlıydı. Üstü başı düzgündü. Demek ki özbakım becerileri yerindeydi; bu, iyiye işaretti.

Bacakları uzundu. Bedeni sporcu gibi yapılıydı. Beyaz tenliydi, üst dudağı alt dudağından inceydi, gözleri ise masmaviydi. Odaya giren Aslı'ya bakan bakışlarından herhangi bir duygu okunmuyordu.

Diğeri, heyecanını gizlemek için kocaman gülümseyerek "Merhaba!" dedi. Sesi festival sunucuları gibi çıkmıştı. "Ben Aslı Vult, yeni avukatınızım. Kendinizden bahsetmek ister misiniz Boran Bey?"

Boran soruyu duyduğunu mimikleriyle belli etti ama cevap vermedi. Aslı'ya eşlik eden görevli, odadan çıkmadan önce dayanamayarak söze girdi.

"Boşuna uğraşmayın avukat hanım, konuşmaz o. İki yıldır buradayım, sesini ancak birkaç kez duymuşumdur."

Gülmez, konuşmaz, uyumaz. Nasıl bir insansın sen?

Kafasının üstünde beliren düşünce balonunu patlattı ve olgun bir tebessümle "İletişimin başka yolları da vardır." dedi. "Elinizi uzatın lütfen."

Tutuklu onu işitmesine rağmen yanıt vermeyince, avukat, onun masanın üstünde duran ellerini tutup biraz kaldırdı. Parmaklarını açtı. Kendi baş ve işaret parmaklarının ucunu bir şey tutuyormuş gibi birleştirip adamın açık parmakları arasında dolaştırmaya başladı. "Gergin tutun lütfen," diye mırıldandı. "Kedi beşiği oynamayı biliyorsunuz, değil mi?"

Boran, bakışlarını havada tuttuğu ellerine, ardından avukatın yüzüne çevirdi.

Aslı, Boran'ın parmaklarına doladığı hayali iple oynamaya başladı. Hatta ipin aldığı şekilleri görüp sertliğini hisseder oldu. Mevkuf da parmaklarını bozmuyor ve ciddiyetle oyunu seyrediyordu. Avukat bir süre sonra "ip"i kendi parmaklarına geçirince, adam, daha iyi seçmek istiyormuşçasına gözlerini kıstı, işaret ve baş parmaklarının uçlarını birleştirdi. Oyuna katılmıştı.

Kurallara göre tutuklu ve müdafisinin görüşü dinlenemez fakat izlenebilirdi. Siyah camın ardındaki görevliler aralarında konuştu.

"Ne yapıyorlar ya?"

"İp var galiba, ip yasak değil mi?"

"Maddi ip yasak ama hayali ipler hakkında yönetmelik maddesi yok."

Gülüştüler. "İp falan göremiyorsun, değil mi?" dedi soldaki, arkadaşını dürterek.

"Evet de neden?"

"Sadece zekilerin görebildiği iplikmiş. Senin görememen normal yani."

"Bırak lan oradan!" dedi soldakinin omzuna vuran memur.

Görüşme sonuna dek ip parmakları arasında dolaştı. Nihayet dakikalar tükenince Aslı ayağa kalktı ve teşekkür etti. Avucuna bastırıp "Sizde kalsın, lütfen sonraki ziyaretime kadar saklayın." dedi.

Bu süre zarfında ne adamın ağzından tek sözcük çıkmış ne de dudaklarında bir tebessüm belirmişti.

Cezaevinden çıkıp yolun karşısındaki yeşilliğe geçince telefonunu kontrol etti. Görgü'nün cevapsız çağrısı ekrana düşmüştü. Geri arayıp "Alo!" dedi.

"Canım neredesin sen?" dedi telefondaki endişeli ses. Aslı çıkarken haber vermemişti.

"İşim vardı, erkenden halletmek istedim." O sırada durağa gelen otobüse bindi. "Geliyorum."

"Tina..." İç çekti. "Aynı hayatı paylaşıyorsak, birbirimize haber vermemiz gerekmez mi? Bak, sabahtan beri merak ediyorum."

Aslı, Görgü'nün sözü bitmeden konuşmaya başlamıştı.

"Benim adım Aslı. Diğer adımı sevmiyorum. Amcamlar Tina'ya alışmış olabilir ama sen bana sevdiğim isimle hitap et ya!"

"Tamam Aslı'cığım." dedi hattın ucundaki. "Bugün sinirlisin belli ki... Ne diyeceğim, bugün kahvaltıya gidelim mi?"

"Nereye?" dedi nişanlısının yumuşak sesiyle birlikte sakinleşen kadın.

"Şarkıova'daki restoranlardan birine gideriz. Orman manzarasında şöyle güzel bir kahvaltı... Ne dersin?"

Aslı midesinde büyüyen suçluluk duygusunu bastırarak "Tabii bir tanem." dedi. "Şey, biraz önce çıkıştığım için kusura bakma. Günlerdir çalışıyorum ya, gerginim. Sabah da Boran'ı ziyarete gittim. Şu an Nehiryazı otobüsündeyim, merkeze dönüyorum."

"Hiç önemli değil. Sadece bana gideceğin yeri söyle lütfen, merak ediyorum yahu. Seninle konuştu mu?"

"Hayır."

"Çabanı takdir ediyorum ama lütfen kafana takma." dedi Görgü. "Adalet yerini bulacak."

"Çok geç," diye düşündü Aslı. "Kafama öyle takıldı ki beynimin etlerini sıyırıyor."

Ancak düşüncelerini dilegetirmedi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top