I - VII
B A H A R
6 Haziran 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya
Henüz yükselmiş güneşin önüne geçen gri bulutlar günün soğuk olacağını müjdeliyor, okula varan kestirme yolda, kaldırım taşlarının üzerinde hoplayarak yürüyen Bahar Larende'nin ayak sesleri yankılanıyordu. Kümebulut kadar gri bir sokak kedisi korkup çöp tenekesinin içinden fırlarken gür örgüsü atların kuyrukları gibi sallanan ve omuzlarının arasına vuran kız, gün boyunca yapılacak iki yazılıyı düşünüyordu.
Tarih öğretmenlerinin neden bugünü seçtiğine akıl sır erdiremiyordu. Coğrafyacı dönemin başından beri son yazılının karnelerin dağıtılmasından önceki hafta olacağını söylemişti, o belliydi, ancak diğer ders sürpriz olmuştu.
Okulun zili uzaktan uzağa duyulurken Bahar okul bahçesinin kapısına yetişti. Genelde araçla geldiğinden dolayı mesafeyi tahmin edememiş, evden geç çıkmıştı. Artık iyiden iyiye koşuyordu, öğretmenleri gelmeden sınıfa girmek istiyordu; ders başladıktan sonra kapıyı açmak ve sırasına çoktan yerleşmiş olan sınıf arkadaşlarının aynı anda ona bakması kadar kötü hissettiren başka bir şey yoktu.
Bahçeyi sorunsuzca geçti, ne var ki binanın içindeki mermer merdivenlerde kaygan ayakkabılarla koşmaya devam etmek akıllıca bir tercih olmamıştı. Üst kata çıkarken ayağı basamaktan ayrıldı, elleri dengeyi sağlayamadı ve Bahar yere düşüp burun üstü basamağın köşesine çarptı. Sıcak, yoğun bir ıslaklık hissinin burun deliklerini doldurduğunu hissederken yuvarlanıp alt basamakta durdu ve doğruldu. Bir temizlik görevlisi onu gördüğünde hâlâ şok içerisindeydi ve merdivende oturuyordu.
Çarptığı köşe kan içerisindeydi. Ağzı da, gömleğinin yakası ve eteği de... Görevli kadın küçük bir çığlık atıp Bahar'a iyi olup olmadığını sorarken diğer yandan da mendil bastırarak kanı durdurmaya çalışıyordu. Öğrenci kolunu kaldırdı ama kadının hiçbir sorusuna cevap veremedi. Ağzını açıyor, konuşamıyordu.
Dakikalar içerisinde kalabalık merdiveni dolduruverdi. Meraklı öğrenciler arasından geçen takım elbiseli yaşlıca adam, coğrafya öğretmeni Selahaddin Bey, "Kızım, ne oldu?" dedikten sonra kırmızılığı fark etti. "Aaa! İyi misin? Babanı çağıralım mı?"
Bahar irisin çevrelediği göz bebeklerini güçlükle kaldırdı. Bilincinin sabah sisi kadar bulanık olduğunu hissediyordu. Dudaklarını araladı ve çölde, susuzluktan ölmek üzere olan bir bedevinin son yalvarışı gibi "Sınav..." diyebildi.
"Canım, sen ne halde olduğunu görüyor musun? Önce sağlığın! Sınava giremezsin bu şekilde, rapor al gel, kurtarma sınavı yaparız sonra. Oğlum, kantinden su al gel. Kızım sen de Ömer hocayı çağır." Bekleşen öğrencilerden birine bozuk para verdi, Ömer de müdür yardımcısının adıydı.
Merdivenin aşağısından tiz bir ses "Bahar!" diye seslendi. Gözleri kızarmış, yüzü şişmiş bir halde yukarı çıkan Devrim kendisine yol açarak yukarı çıktı. Diz çöküp "Bahar..." dedi bir kez daha, yumuşak bir şekilde.
"Şuuru yerinde değil, çok fena düştü." dedi öğrencilerden biri.
"Baksanıza, her yer kan!"
"Hocam, ölecek mi?" dedi tez canlı bir öğrenci.
Müdür yardımcısı bu sıradaçoktan birinci ve ikinci katları birbirine bağlayan merdivene ulaşmıştı. "Saçmasapan konuşma!" diye azarladıktan sonra cep telefonunu çıkarıp acil servisi veAlihan Larende'yi aradı. Bu sırada öğrencilerden bazıları bahçeye bakıpambulansın gelişini gözlemek için üst kata çıkmış, böylece kalabalık azalmıştı.Devrim Bahar'ın bir koluna, Selahaddin de diğer koluna girdi. Yaralı kızyürüyebiliyordu, ne var ki hiç konuşmuyor ve yüzündeki boş ifade silinmiyordu.Dakikalar içerisinde kız uzaklaştırılmış, ilgi sona ermiş, öğrenciler desınıflarına dağılmıştı.
֎
K U R T U L U Ş
Aynı gün
Varnata
Huzursuzluk haftanın ilk gününde Kurtuluş Aslan'ı her zamankinden daha fazla rahatsız ediyor, oturduğu her an karnını dürtüyor ve ofisin içinde volta atmaya zorluyordu. Henüz sabahleyin ajandasına yazdığı bir kitap alıntısı beyninin içinde dönüp duruyor ve virt gibi dilinde kıpırdıyordu.
"İstemeden varım ve istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum." Hemen altına daha eğik bir yazıyla, "Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa."
Yarınki meclis oturumundan önceki son boş gününü evde geçirmek istiyordu aslında, ne var ki Bayan Alkan'a randevu vermek durumunda kalmıştı. Akrebin saatin sol yanını göstermesini bekliyor, yelkovanın bu uğurdaki her hareketi Kurtuluş için işkenceye dönüşüyordu.
Öyle ki kapı çalındığında aradan yıllar geçmiş gibiydi ve orta yaşlı adam suyun altından başını çıkarır gibi nefeslendi.
"Girin."
Hafif bir rüzgâr esti, Bayan çeyrek açtığı kapının aralığından su damlası misali içeri süzüldü. Yüzünde güller açıyor, her zamanki gibi atkuyruğu yaptığı saçı arkasından sallanıyordu. "Selam!" dedi teklifsizce yürüyüp başkanın koltuğuna otururken. "Bugün çok temel konulardan bahsedeceğiz. Eee, nasılsınız? Hazır mısınız?"
"Hızlısınız!" dedi Kurtuluş ve şaşkınlığını üzerinden hemen attı. Bu duruma alışması gerekiyordu.
"Zamanı verimli kullanmak lazım. Hakan Vult'un soy ağacını şöyle bir ortaya koyalım." Göz temasını hiç bozmadan klasörü andıran çantasına uzandı ve orta boy resim defteri boyutundaki mantar panoyu ortaya çıkardı.
Başkan soluklandı, daha iyi görebilmek için başını kaldırdı ve fotoğrafların daha az parlayacağı açıyı bulmaya çalıştı. İplerle ya da çizimlerle oluşturulmuş düzenli fakat ufak bir soyağacıydı.
Panoda yedi kişinin aynı formatta bastırılmış polaroid fotoğrafları vardı. Adları ve doğum yılları altlarına yazılmıştı. Hakan Vult, eşi İda; Hakan'ın büyük oğlu Mohaç, Mohaç'ın eşi Mari, çocukları Erzibet; Hakan'ın küçük oğlu Görgü ve yeğeni Aslı Kristina.
"Siz soyağacı deyince ben de sandım ki..."
"Hakan Bey'in büyüklerinin önemi yok. Önemli olan altsoy."
"Siz..." dedi masaya hafifçe eğilerek. "Hakan Bey'in ailesini mi takip ediyorsunuz? Niçin?"
Bayan'ın dudaklarındaki tebessüm siliniverdi, göz kapakları yarıya indi, ona sorsalar dünyanın en olağan işini yapıyordu ve sorgulanmasını garipsemişti. "Bilgi güçtür sözünü hiç duymadınız mı?" dedi. "Francis Bacon, İngiliz filozof."
"Yahu bunlar gerekli bilgiler değil ki..." dedi kır saçlı adam. "Bu magazin. Ne yapacağız biz çocuklarını, torunlarını? Bu bize..." Kelime ararken dudaklarını ısırdı. "... yakışmaz!"
"Yakışmaz." Kadın, adamın sözcüğünü soru sorar gibi bir ses tonuyla tekrarlamıştı. "Siz en büyük rakibinizi tanımak istemiyor musunuz?"
"İstiyorum ama..."
"Bir insanı tanımak için onun ailesini de tanımalı, özel hayatını da bilmelisiniz. Yoksa medyaya gösterdiği yüzünden haberdar olmak, tanımak sayılmıyor. Ayrıca bu hassasiyete Hakan Bey'in de sahip olduğuna emin misiniz? O da gününüzün size ait kısmını, gizli yönlerinizi, zayıf noktalarınızı araştırmıyor mudur?"
Politikacı, tam itiraz etmek için ağzını açmak üzereydi ki durdu, odanın köşesinde belirsiz bir noktaya baktı ve düşünceye daldı. "Ben..." diye geveledi. "Onun yapması... Ben, Hakan Bey'e bakarak davranışlarımı belirlemem. Ben benim. Kendi şeylerim... Ahlaki, yani... Etik prensiplerim var."
Kadına doğru bakmıyordu ancak nefesini tuttuğunu fark edebiliyordu, derken gök gürültüsü gibi kahkaha atmaya başladığını işitti. "Sahiden inanılmaz birisiniz. Siyaset, bu tarz prensipleri karşı tarafa dayatmayı içerir, uygulamayı değil. Gençliğinizden beri siyasetin içinde olduğunuz halde bu tarz arka yolları öğrenemediniz mi? Ayrıca bu yaptığımın hiçbir etik prensibe aykırı olduğunu sanmıyorum. Ne yaptım, odasına gizli kamera mı koydurdum? Hepi topu çocuklarının, eşinin, torununun fotoğraflarını panoya astım!"
"Gizli kamera konusunda etik çekinceniz olduğunu sanmam! Daha ileri gidebileceğinizi ima ettiniz."
"Giderim. Giderim de... Gitmedim değil mi? Sadece bu pano üzerinden konuşmak istiyorum sizinle. Buyurun, oturun artık."
Kurtuluş kendi etrafında dönerek sandalye bakındı. Dolabın kenarındaki tozlu koltuğu çekti, silkeledikten sonra oturdu. "Hakan Bey'in evlatları üzerinden ne konuşabiliriz ki?" dediğinde, kadın bir daha güldü.
"Bugünlük çocuklar üzerinden değil, isimleri üzerinden konuşacağız." dedikten sonra çantasını karıştırdı, kırmızı fosforlu kalem ve eski, büyükçe bir ajanda çıkardı. Pırpırlar eşliğinde sayfaları çevirip boş bir tanesini açtı.
"İsimlerden kulağınıza en tuhaf geleni yazabilir misiniz?"
Yaşlıca adam başını salladı, kalemi aldı ve kâğıda dokundurdu. Beş saniye sonra beyazlığın üzerinde kıpkızıl M, O, H, A, Ç harfleri ışıldıyordu. Bayan hoşnutlukla gülümsedi. "Peki anlamı konusunda ne söyleyebilirsiniz?" dedi. "Biraz düşünelim. Bir baba neden çocuğuna doğru düzgün kullanılmayan bir isim verir?"
"Mohaç, Macaristan'ın güneyindeki bir kasaba ama..." dedi Kurtuluş Aslan. "Belki 'mohaç' kelimesinin farklı bir anlamı vardır ve Hakan Bey buna istinaden bu adı koymuştur. Ya da kasabayla özel bir gönül bağı olabilir."
Cümlenin ortasında kadın çoktan onaylamadığını belli edercesine kaşlarını kaldırmıştı. "Sizce Hakan Vult sırf bir yerleşim yerini sevdi diye, o yerin çocuğuna verecek bir insan mı? O kadar sığ mı? Görgü'yü de görgü kurallarına önem vermesi olarak açıklıyorsunuz kesin."
Ajandayı kendi önüne çekti, kalemlikten tükenmez kalem aldı ve yandaki boş sayfaya çeşitli kelimeler yazmaya başladı.
"Bütün ebeveynler böyle değil mi?" diye itiraz etti başkan. "Hepimiz sırf sevdiğimiz için çocuklarımıza isim vermiyor muyuz? Biz hanımla Sevda'nın, Vera'nın, Muhammed Ali'nin adını seçerken uzun uzun hesap yapmadık, sadece içimizden geldiği için..."
"Başkasını kendinizle kıyaslamayın." dedi diğeri. Kalem parmaklarının arasında taklalar atıyordu. "Siz Kurtuluş Aslan'sınız, hem naif hem de nahif, kendi deyiminizle 'hâlâ emekleyen bir bebek gibi, kafese kapatılmış bir deney faresi'. Vult ise bir kurt! Sonucu belli etmek için gidişatı dizayn edenlerden."
Bayan başını eğedursun, kır saçlı adam yüzünün kızardığını duyumsadı, zira bu ifadeler İskambil Çetesi'nin baltaladığı seçim gecesinde ajandasına yazdıklarından alıntıydı. "Siz... Benim özel defterimi mi okudunuz? Bu nasıl olur?"
"Dikkatsizliğiniz sırlarınızı ele veriyor." dedi kadın, başını kaldırmadan. Müttefikinin suçlayıcı bakışları altında elini havaya kaldırdı. "Bu sizin mi?"
"İnanmıyorum!" diye haykırdı Kurtuluş. Deri kaplı ajandasını yerinden atılarak kaptı. "Koltuğun üzerinde mi unutmuşum?"
"Aynen öyle!"
"Ben..." dedi kekeleyerek, "Üzgünüm, sizin bir şekilde çaldığınızı ya da gizli kamera aracılığıyla okuduğunuzu düşünmüştüm. Kısa süreye onlarca paranoya sığdı. Çıldırmaya başlıyorum galiba, üzgünüm, çok üzgünüm."
Orta yaşlı adam gözlerini kaçırırken koyu makyajlı kadın gülümsemeye devam ediyordu. Çantasını karıştırıp kırmızı ve yeşil fosforlu kalemler ve sökülmüş kabloları olan, camdan bir nesne çıkardı. "Bu odada ilk karşılaşmamızda ne yaptığımı hatırlıyor musunuz?"
"Müzik kutusuyla oynuyordunuz." diyen adamın gözleri yuvarlak nesneye takıldı. "Bu da ne?"
Bayan Alkan sessiz kaldı. Bu esnada başkanın beyni kilitleri birer birer çözüyordu. "Bu bir gizli kamera mı? Yoksa müzik kutusunun içinden mi çıktı?"
Bayan'ın süren sükûneti soruları olumluyordu.
"Kim?" diye sordu diğeri. "Kim yapar bunu?"
"Her neyse, biz ana konuya dönsek mi?" dedi kadın omzunu silkerek. "Vult ve çocuklarının ismi demiştik, özellikle Mohaç. Mohaç deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor?"
"Mohaç Meydan Muharebesi," dedi kır saçlı adam. "Fakat bu hiç mantıklı değil! Bu olamaz!"
"Neden?"
"Çünkü Mohaç Savaşı, Osmanlı'nın zaferiyle sonuçlandı. Hakan Bey'in temsil ettiği değerlerin hezimeti! Durun bir dakika. İntikam almak için mi bu ismi koymuş olabilir mi, hatırlamak için mi? Bir insan yengisiyle övünmek, yenilgisini unutmak istemez mi?"
"Akıllılar tam tersini yapar aslında, ama burada daha farklı bir durum var." dedi kadın. "Çift taraflı kesen bir bıçak. Lisedeki tarih derslerine geri dönelim mi? Fatih Ekin'in notları burada olacaktı."
"Kimin dediniz?" dedi başkan.
"Fatih Ekin. Bakilik Lisesi'nde tarih öğretmenliği yapıyor. Eğer ağabeyi elim bir suikastta öldürülmeseydi bugün izinli olmayacak ve tarih sınavı yapacaktı. Mohaç'taki savaşların üzerinde çok durmuştu."
Kurtuluş, "suikast"ten sonrasını duymamış ve "Ne?" diye bağırmıştı. "Cumhurbaşkanının kardeşi mi?"
"Neden, olamaz mı?"
"Olabilir de..." Kır saçlı adam başını iki yana salladı. "Bir saniye, toparlıyorum. Fethi Ekin, cumhurbaşkanı, geçen Cuma evinde öldürülüyor. Fatih Ekin, cumhurbaşkanının kardeşi, aynı zamanda politikacıların ailelerinin tercih ettiği bir lisede tarih öğretmeni ve tatilden önceki son hafta Mohaç Savaşı'nı soracağı bir sınav ayarlıyor. Ve Hakan Vult, başbakan... Oğlunun adı Mohaç."
"Tarih sınavının sürpriz bir şekilde çocuklara duyurulduğunu da ekleyelim." dedi Bayan, işaret parmağını kaldırarak.
"Bunlar arasında nasıl bir sebep sonuç ilişkisi kuracağımızı anlamıyorum Bayan Hanım!" dedi başkan, sırtı kabarıyor, başı omuzlarının arasında kayboluyordu. "Ülkenin cumhurbaşkanı, öğretmen kardeşi Mohaç Savaşı'nı sormasın diye mi öldürüldü yani? Bu çok..."
"Anlamsız." diye tamamladı kadın. "Anlamsız, değil mi? Yani sonradan telafi edilebilecek bir sınav için adam öldürülür mü, falan filan..." Havadan sudan bahsediyormuşçasına gözlerini devirdi. "Sorun tarihteki bir olayın sınava konulması elbette ki değil. Bu sınav sadece bir sembol. Şifreli bir şekilde mesajlaşıyorlar kısacası ya da daha isabetli bir benzetme yapacak olursak, kart oynuyorlar."
"Daha açık anlatır mısınız, çünkü ben hiçbir şey anlamadım." dedi telaşla dehşetin alnındaki kırışıklıklarda karıştığı adam. Kadın bunun üzerine kendi ajandasının biraz önce kelimeler yazdığı sayfasını kaldırdı, orada başka bir şema vardı.
En üstte "Ekin" ve "Vult" yazıyordu. Bu kelimeler tek bir çember içine alınmıştı ve çemberden çıkan oklar "Larende" ve "Doğdu" yazılarına gidiyordu. "Tarih sınavı Ekin'le Vult'un iş birliği ilanıydı. Güç gösterisiydi bir bakıma. Mohaç Savaşı'na ağırlık vermesi ve bunu duyurması Ekin'in kardeşinden bizzat ricasıydı. Ekin-Vult birliğine gelen cevap ise çok sert ve kanlı oldu, üstelik bizzat İskambil Çetesi tarafından verildi. Yalnızca Ekin'e değil, Vult'a karşı da saldırı yapıldı anlayacağınız. İkilinin hatası düşmanlarını küçümsemek ve yeterince önlem almamak oldu."
Kurtuluş Aslan'ın yüzündeki ifade değişmemişti. "Sınavla kime mesaj verilebilir?"
"İşte orada iki ayrı olasılık var." Bayan arkasına yaslandı. "Yazılı, onuncu sınıflara toplu olarak yapılacaktı. Bakilik Lisesi'nin onuncu sınıfında iki tanıdık soyadlı öğrenci var: Bahar Larende ve Devrim Doğdu. Kim olduklarını tahmin etmişsinizdir. KEP başkanının kardeşi, EBP başkanının kızı. Mesaj bu iki partiden birine verildi."
"Bu kızlar aynı sınıfta mı?" diye sordu başkan. "Hayır, farklı şubelerde okuyorlar." yanıtını alınca, "Sınavın tüm onuncu sınıflara yapılması da rica edilmiş miydi?" diyerek sorusunu ilerletti. Bayan'ın mimiklerinde takdir gördü, zaten o da "Güzel bir nokta." diye sözüne başlamıştı.
"Kesinlikle öyleydi. Mesajın hedefi olan partinin muğlak kalması istenmiş. Her iki partiye birden de gözdağı verilmiş olabilir."
"Ayrıca İskambil Çetesi'nin bu partilerle iş birliği yaptığı sonucuna da varabiliriz." diyen adam kaşlarını çatmıştı.
"Hayır." dedi Bayan kesin bir ses tonuyla. "İskambil Çetesi hiçbir partiyle iş birliği yapmıyor, kendini parti üstü görüyor. Bunu seçim gecesindeki manifesto eylemlerinden anlayabiliriz. Çete öz yararı için müdahale etmiş olabilir, dengeleyici rol oynamak istemiş olabilir."
"Çetenin amacını bilmek ve sularına gitmek önemli mi sizce? Bize bir zarar..."
"Amaçlarını bilmek, sularına gitmek." Kafasını iki yana salladı. "İkisi de imkânsız, boşa vakit kaybeder üstelik dikkatlerini üzerinize çekersiniz. Bunun yerine somut tehditleri düşünmeliyiz. Saldırıya uğrayan bir insan ne yapar?"
"Kendini savunur ya da karşı saldırı yapar."
"Vult muhaliflerine mesaj verirken kendi gücünü kaybediyorsa, bu karşı saldırıyı kime karşı yapacak? Belli belirsiz, ancak deneyimli istihbaratçıların iz sürebileceği bir gizli örgüte mi? Yoksa lobut gibi önünde duran muhaliflere mi? Vult size mesaj iletmemiş ama yine de temkinli olmanızda fayda var."
"Yani..." dedi Kurtuluş, bildiği yerden gelmişti bu sefer. "Bir müddet ana muhalefet gibi değil de koalisyon gibi davransak iyi olur. ATP'ye destek, KEP ve EBP'ye köstek olacağız."
"Aynen öyle, tabii ipleri koparmadan, çünkü iki muhalif parti de ileride güç kazanabilir ve onlarla ilişkileri düzeltmeniz gerekebilir. İçeriden birisi olarak söyleyeyim." dedi gülerek. "Kızıl Elma'yı parlak bir gelecek bekliyor."
Bayan Alkan'ın kalemleri çantasına koyduğunu fark edince toparlayarak "Her şey için teşekkürler." dedi. "Yararlı bir konuşma oldu benim için."
"Rica ederim." derken ayağa kalktı, el salladı ve iyi günler dileyerek dışarı çıktı. Başkan tek başına kalmıştı, sessizliğin tadını çıkarırken boşluğa baktı. Durduk yere zihninde şimşekler çaktı ve Für Elise çalan gemi şeklindeki müzik kutusunu kendisine kimin hediye ettiğini anımsadı.
Uysal Türker'di.
֎
Y A Z
Aynı gün
Varnata, Avarya
Yaz, İspanyol paça kotunu ve pembe eşofman üstünü çekmiş, saçlarını salmıştı. Uysal'la birlikte AVM'de hamburger yiyorlardı. Yanında da kola... Her nefes çektiğinde yarı saydam pipet siyaha boyanıyor ve diline şekerli soğuk tadını bıraktıktan sonra genzini yakıyordu.
Bugün nadir serbest Pazartesilerden biri olunca birlikte dışarı çıkmışlar, sinemada önceki Cuma vizyona girmiş Madagaskar adlı animasyon filmini izlemişler ve çıkışta da "Dans etmeyi severim, hareketi severim!" diye mırıldanarak alışveriş merkezindeki meşhur hamburgerciye gelmişlerdi.
Kıvırcık saçlı kız, hafta sonu boyunca evde kalıp toparlanmıştı. Kütüphanede bulduğu ölüm kartını yalnızca Bayan Alkan'a anlatmış, onun tavsiyesiyle Uysal da dâhil herkesten gizlemişti. Babasının numarası cep telefonunun ekranında belirene kadar her şey çok güzeldi. Canını sıkacak bir şeyler yaşandığını hissetti. Müsaade isteyerek masadan kalktı ve tuvaletlere doğru seğirtti. Eğer kabinler dolu olmasaydı içeri girip öyle konuşacaktı, ancak müşterilerin ihtiyaç gidermek için araladığı kapının dışında kalmıştı.
"Alo, baba!" dedikten sonra duyduklarıyla ifadesi değişmedi, çünkü suratı çoktan asılmıştı. "Şimdi siz hastanede misiniz? Nasıl? Telefonu verebilir misin? Bahar'a diyorum baba, telefonu... Ah, gülüm nasıl düştün sen? Nasılsın şimdi?"
Kardeşi ve babası hâlâ hastanedeydi. Müşahede için bir gece orada kalacaklardı. Bahar'ın yalnızca burnunun kanamadığı, dudaklarının da patladığı ortaya çıkmıştı; kanamayı çoğaltan ve tehlikeli hale getiren asıl ayrıntı ise kanının sulu olması ve normalden geç pıhtılaşmasıydı.
Alihan çocuğuna "Bir avuç aspirin mi içtin yoksa?" diye sorduğunda doktor "Böyle bir şey olsaydı mide kanaması ve zehirlenme şikayetiyle gelirdiniz." diye düzeltti. Ardından doktorun işaretiyle Bahar'ı odada bırakıp dışarı çıktılar.
"Daha ciddi bir durum var." dedi fısıldayarak. "Kesin sonuç kan tahlilinde çıkar ama büyük olasılıkla kızınızın yiyeceğine ya da içeceğine ilaç karıştırılmış.
"Ne?" diyen baba bağırmamak için kendini zor tutuyordu.
"Tespitlerimize göre kanın pıhtılaşmasını zorlaştırıcı bir ilaç. Kalbin, damarların tıkanmasını önlemek için kullanıyoruz ve en büyük yan etkisi de... Tahmin edersiniz. Hastaları doz konusunda uyarırız. Doz aşımı yüzünden kanı durmayan ve vefat eden hastamız oldu."
"Nasıl olur? Biri kızımı öldürmeye mi çalışmış?"
"Yarın tahlille birlikte savcılığa başvurmanızı tavsiye ederim. Çünkü tahmin ettiğim gibiyse, tam da dediğiniz gibi, biri kızınızı öldürmeye çalışmış."
Bu esnada Bahar her şeyden habersiz ablasıyla konuşuyor, iğne vurulduğundan bahsediyordu. Hava hattın diğer ucunda sanki güzelleşti ve genç kadın aynı karnı, aynı kanı paylaştığı bu kızın neşesini ne kadar özlediğini fark etti.
"Okulda ağız arar mısın? Aradığını belli etmeden ortalıkta başıboş gezen bir tarot kartı olup olmadığını öğrenir misin? Saçma gelebilir ama lüt..." Boynunun kenarında hissettiği nefes ile havaya sıçradı. Uysal görünmez kaza gibi gelmiş ve dibine sokulmuştu.
"Ay, ne yapıyorsun!" diye çığlık attıktan sonra sırıttı. "Korkuttun."
"Suratının halini görünce merak ettim, kızma hemen." Dudakları inceldi. "İstemeden kulak misafiri oldum. Şu tarot meselesi..."
"Ah, o mu?" dedi Yaz, elini sallayarak. "Araştırma yapıyorum, hani iskambilin aslı tarottur ya, önceleri kehanet sonra oyun için... Destedeki kartlardan birini bizimki defterinin arasına koymuş, sonra da kaybetmiş. Onu soruyordum."
"Hangi kart?" dedi Uysal. Kız arkadaşının bocaladığını görünce "Bende kullanmadığım bir deste var da ondan sormuştum." dedi. "Eksik olanlarını vereyim diye. Zaten inanmıyorum, bakmıyorum da."
"Sağ ol." dedi kıvırcık saçlı. "Bahar bulamazsa alırım. Teşekkür ederim."
"Ne demek! Geçmiş olsun bu arada."
"Sağ..." dedikten sonra kendi sözünü kesti. "Niçin böyle bir şey diledin?"
Bu sırada adam yarı boş tepsilerin olduğu plastik masaya geri dönüyordu. "Bahar, düşmüş ya." dedi kafasını çevirerek. "Selamımı ilet."
"Ah..." dedi Yaz, bu iç çekişte sorgulama gizliydi. Neden hapishaneden kaçmaya çalışan bir suçlu gibi hissediyordu? Neden tehlike çanları çalıyor ve sevgilisinin telefon görüşmesini gizlice dinlemesi ona rahatsız edici geliyordu? Neden?
"Peki," dedi, masaya ondanönce oturdu, hevesliymiş gibi gülümsedi ama diken üstündeydi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top