I - V
K U R T U L U Ş
1 Haziran 2005
Çarşamba
Varnata, Avarya
Meclis ile YGP il binası birbirine pek uzak sayılmazdı. Arabayla ana caddeden beş dakika süren mesafeyi, insanlara ve sokak köpeklerine özgü kestirme yollar sayesinde on dakikada adımlamak mümkündü. Birçok parti üyesi arabalı yolu tercih ederken Kurtuluş hep yürürdü, yürümeyi severdi; başının tepesinde cıvıldayan kuşları, mavilik ve betonun griliği arasında hareket etmeyi. Bölgedeki insanlar için dışarıda ona rastlamak sıradan bir olaydı.
Ayın normalden daha serin geçen ilk gününde Kurtuluş her zamankinden daha düşünceli bir şekilde bu yolu aldı, il binasının cam kapısından girdi ve verilen selamları alırken merdivene yöneldi. Arabalara soğukluğu asansör için de geçerliydi, mümkün mertebe kullanmazdı bu demir kutuyu, onun için hâlâ dizleri tutarken ve sağlığı yerindeyken yürüyebilmek geçip gidecek bir fırsatı değerlendirmek ile eşdeğerdi.
Böylelikle üçüncü ve son kata nefes nefese çıktı, ofisinin kapısının önünde anahtarlarını aradı. Kulakları ıraklardan gelen boğuk sese, tanıdık ezgiye kulak kesildi. Für Elise çalıyordu. Beethoven'ın kapı zillerinde bile bulunabilen meşhur bestesi. Pek üzerinde durmadı. Açarın tıkırtısının melodiyi bastırmasına izin verdi. Ne var ki kapı açıldığında ezgi güçlü ve berrak bir şekilde duyulmaya başladı. Boş olması gereken ofiste arkası dönük bir yabancı vardı; masanın üzerindeki gemi şeklindeki müzik kutusuyla oynuyor, dümenini çeviriyor, besteyi durmaksızın çaldırıyor ve keyif alırmış gibi sessizce gülüyordu.
"Bayan Hanım, burada ne işiniz var?" diye bağırdı. Kadın ise hiç irkilmeden sakince arkasını dönmüş, Kurtuluş Aslan'ın dehşet içindeki suratını görünce gülümsemiş ve masanın diğer tarafına geçip ofisin sahibine ait olması gereken koltuğa oturmuştu. "Biliyor musunuz?" dedi. "Türkiye'de ismimle çok dalga geçiyorlar, Bayan Bayan diyerek. Tabii 'bayan' bir hitap şekli, ad hali kulaklarına tuhaf geliyor. Bayan Kağan oralarda pek bilinmiyor."
Bayan Kağan, 6. ve 7. yüzyıllarda tarih sahnesinde yer almış Avar Kağanlığı'nın kurucusu ve ilk kağanıydı. Bu yüzden modern Avarlar da ister erkek olsun ister kız olsun çocuklarına Bayan adını koyarlardı. Kurtuluş bu alakasız açıklamayla birlikte daha da öfkelenerek masaya yaklaştı ve ellerini koydu. Şimdi, iki surat arasında bir adımdan daha az mesafe vardı.
Müzik kutusu bitince kadın dümeni bir daha çevirmeye çalıştı, ancak adam tahta gemi maketini tutup yere çarptı. Elli dört yıllık ömründe hiddeti, yalnız birkaç kez bu şekilde izhar olmuştu.
"Tamam, konuya geliyorum." diye kaldırdı diğeri ellerini. "Auramın karanlık olduğunu söylemenize kırıldım, Yaz ile benim dedikodumu yapmanıza da..."
"Nereden öğrendiniz bunu siz? Yaz Hanım mı söyledi?"
"Oradan geçiyordum." dedi omuz silken kadın. "Yaz bana bir şey söylemedi, zan altında bırakmayın kızcağızı."
"Bakın hanımefendi..." dedi yaşlı siyasetçi, misafir koltuklarından birine ilişerek. "Odama izinsiz giriyorsunuz. Üniversitede hocayken bu seçimlerde aniden siyasete atılıyorsunuz. Sürekli sakin, duygularını belli etmeyen, falcılar gibi iskambil kâğıtlarıyla dolaşan... Pardon, bu aslında beni ilgilendirmez. Ama emin olun, her şey bir izlenim yaratır. Bendeki izleniminiz de bu: karanlık aura."
Bu esnada kadının yanından hiç ayırmadığı oyun kartları masanın üzerine birer birer sıralanmaktaydı. Başını geçiştirmek ister gibi hızlı hızlı salladıktan sonra "Papaz kaçtı oyununu biliyor musunuz?" diye sordu.
Başkan içini çekmekle yetinirken siyah ojeli kadın iskambil destesindeki papazları özenle kenara ayırıyordu. Üç tanesini bırakıp kalan bir papazla bütün kartları yeniden kardı. "Kartlar teker teker oyunculara dağıtılır. Oyuncular ellerindeki çift kartları ortaya açarlar. Her oyuncu, bir önceki oyuncunun elindeki kartlardan birini çeker ve çift olursa onu da açar. Böylece ellerindeki kartları bitirmeye çalışırlar. Papaz kimde kalırsa o kaybeder. İşin özü bu."
Kurtuluş bir parça sakinleşmiş ve düşünerek dalmıştı. "Bunları bana neden anlatıyorsunuz?"
"Papaz kim sizce?"
Kadının sorusu üzerine afalladı ve yakalaması gereken bir ayrıntı olduğunu anladı. "İskambil Çetesi mi?" dedi başını kaldırarak. Aslında uydurmuştu, aklına gelen ilk kavramı deyivermişti, neden bu çeteyi papaz yerine koyduğu sorulsa cevabını temellendiremezdi.
"Bu karta Batı Avrupa ülkelerinde 'kral' denir, aslında basit bir din adamı değil hükümdardır papaz." Desteyi bir kenara bıraktı ve kenara ayırdığı üç papazdan birisini kaldırdı. "Şövalyeyi yönetir, kraliçeyi ve bütün aristokratları. Şövalye, vale. Kraliçe, kız. Diğer aristokratlar, sayılı kartlar. Halk ise as."
"Ayrıca papaz kimsenin elinde barındırmak istemediği bir kart." dedi kafasını sallayan adam. "İskambil Çetesi'nin sorumluluğunu kimsenin üstlenmeyeceği gibi. Aynı zamanda yönetiyorlar da bizi. Seçim kurulumuza girebilecek kadar bilgililer, derinler ve bizi yönetiyorlar."
"Zekânızı hep takdir ederim."
"Peki, siz bunları nereden biliyorsunuz?" dedi kaşlarını bir kez daha çatan adam.
"Aynı oyunu oynuyoruz." dedi arkasına yaslanan kadın. "Aynı dili konuşuyoruz bir bakıma. Aslında gizli değiller, ne yapmaya çalıştıkları da çok açık ancak dillerini anlamanız gerekiyor. Adlarına yakışır bir şekilde iskambil kartlarıyla söylüyorlar hamlelerini."
"Ne istiyorlar?"
"Her oyuncunun istediğini." Desteyi bir hamlede toparlayıp kaldırdı. "Kazanmak."
"Biraz önce sorduğum soruyu tekrar sormalıyım." dedi kaşlarını kaldırıp bakışlarını kaçıran Kurtuluş, kafası karıştığı zaman hep böyle yapardı. "Bunları neden bana anlatıyorsunuz?"
Kadın dirseklerini masanın üzerine koydu. "Aynı soruyu sormadınız."
"Yok, sormuştum."
"Aynısı değil. İlkinde 'Bunları bana neden anlatıyorsunuz?' demiştiniz. Gereksiz buluyordunuz söylediklerimi. Şu an ise farkındalığınız uyandı ve cümleniz de 'Bunları neden bana anlatıyorsunuz?' şeklinde değişti. Vurgu, bu sefer 'ben'. 'Neden ben?' Neden sizi seçtiğimi sorguluyorsunuz."
Siyasetçi başını salladı ve ona hak verdiğini bu şekilde belirtti. Kara saçlı, karanlık auralı kadının detaycılığına hem hayran kalıyor hem de ondan ürküyordu.
"Kozlarım açık. Avarya'nın kazanması için müttefik olmayı teklif ediyorum."
Kurtuluş Aslan'ın kırışıklıklar yüzüne kazındığı için her daim çatıkmış gibi duran kaşlarındaki tereddüdü okuyan kadın zevkli bir kahkaha attı. "Korkmayın." dedi. "Ara sıra basından ve diğerlerinden gizli olarak buluşup dedikodu yapacağız, hepsi bu. Savaşa mı gireceğimizi sandınız yoksa?"
"Kabul etmezsem ne olur?"
"Hiçbir şey." dedi dudaklarını büzen kadın. "Teklif var, ısrar yok."
Ayağa kalktı ve bileğinde asılı el çantasıyla birlikte kapıya yöneldi. "Bayan Hanım!" diye çağırmasa onu pes bir ses, durmayacaktı.
Kurtuluş da ayağa kalkmıştı. "Tamam." dedi yutkunarak. Akılsızca bir şey yaptığını düşündü, fakat sezgileri mutlaka bu işin ucundan tutması gerektiğini söylüyordu. "Kabul ediyorum. Müttefiğiz."
Parfüm kokusu dalga dalga odaya yayılan kadın hafifçe gülümsedi. İç cebinden bir metal parçası çıkararak "O halde ilk bilgi paylaşımı..." dedi. "Yedek anahtarınızı paspasın altına koymayın."
Şaşkınlıkla ağzı aralanan başkan "Ah!" dedi anahtarı alırken. "Çok sağ olun."
Kapı gürültüyle kapandı ve Yeni Gün lideri ofisinde içsel gürültüleriyle baş başa kaldı.
֎
B A H A R & D E V R İ M
3 Haziran 2005
Cuma
Varnata, Avarya
Bakilik Lisesi'nin koridorları bomboştu. Boğuk sesler ıssız koridordaki sükûnetin nöbetçisi gibi yankılanıp kaybolurken mat beyaz floresanlar tavanda cızırdıyor, aydınlatma görevini tam olarak yerine getiremediği gibi ortamın kasvetini de güçlendiriyordu. Karşılıklı duvarlara yapıştırılmış tüylü mor panolarda unutulmuş kâğıtlar sallanıyor, gökkuşağı renklerine sahip tozlu raptiyeler paslı bir inatla kâğıdı panoya tutturuyordu.
Sıralı kapılar vardı her iki tarafta; kapalı, boyası sıyrık, penceresiz, çoğunun kilidi bozuk, kenarlarında altın sarısı üzerine lacivert renkte harf ve rakamlar yazılı tabelalar... Loş holdeki tek kayda değer aydınlık, sonundaki geniş merdivenin aşınmış basamaklarından yansıyan güneş ışığıydı.
Gerilim filmlerini andıran bu manzara, tavana yakın bir yere asılmış kırmızı hoparlörün titreşerek yüksek sesli bir polifonik müzik çalmasıyla bozuldu. Hababam Sınıfı'nın neşeli melodisi eşliğinde kapılar bir bir ardına dek açıldı. Her biri teneffüse dağılan onlarca öğrencinin gürültülü cıvıltısıydı ve sınıfların camlarından giren gün ışığının koridoru aydınlatmasıydı.
Tez canlı öğrencilerin koşarak merdivenleri işgal etmesinden sonra, geride kalanlar da yavaş yavaş dersliklerinden çıktı. 10/B sınıfından iki kız kol kola kantine doğru yürürken yüzlerinde stres okunuyordu, konuştukları ise her lise öğrencisinin kaçınılmaz kaderiydi.
"Kızım!" dedi topuzundan sarkan bir tutam saçı parmağına dolayarak çeviren kız. "Son haftaya iki tane yazılı mı konur ya? Bir de tarih ve coğrafya. Baba dersler. Anlamıyorum ben bu hocaları, vallahi anlamıyorum."
"Her zamanki okul işte kanka ya." dedi içini çeken Devrim. "Kopya çekmek suç diyorlar sonra. O zaman koymayın güzelim havalara yazılı. Yaz aylarında ders mi çalışılır? Notlar karneye nasıl yetişecek acaba?"
"Bugünden hazırlayalım kopyaları." dedi arkadaşı, kolunun içini göstererek.
Sarı saçlarını iki yana sallayan diğer kız, "Bütün hafta sonu uğraşsak yine bitmez." dedi. "Duymadın mı, tarihçi komple bu yılın konularını soracakmış. Üniversite sınavına mı hazırlanıyoruz yazılıya mı giriyoruz belli değil. Coğrafyacı yine insaflı."
"İşte bugünden başlayalım diyorum." diyen genç kız, kütüphanenin kapısını araladı.
Tozlu, kilitli dolaplarla ve üzeri çiziklerle kaplı çalışma masalarıyla dolu eski oda çoğunlukla olduğu gibi bugün de tenhaydı. Yalnızca bir öğrenci vardı köşede, kambur bir şekilde çalışma notlarına eğilmiş, sıcak sayılabilecek havaya rağmen bordo okul ceketini çıkarmamış; kumral saçları toparlanamayıp dağılmış ve renkli gözleri aşağı eğilmiş.
"Selam." dedi Devrim.
"Selam." dedi masadaki kız. "Bir şey soracağım, siz onuncu sınıf mısınız?"
"Evet. Sen de mi?"
Onuncu sınıfların tarih öğretmeni tek kişiydi ve bütün şubelerde aynı anda sınav yapacaktı. Kafasını salladı defterin arasına elini koyan kız. "Fatih Hoca iyi uğraşıyor bizimle."
"Beraber çalışalım mı?" dedi bir sandalye çeken sarı saçlı kız. "Bu arada adım Devrim."
"İdil." dedi arkadaşı.
"Ben de Bahar." dedi hevesle, masada oturan kız. "Tanıştığıma memnun oldum. Çalışalım tabii ki... Neyse ki konular zor değil."
İdil inanamaz bir ifadeyle kafasını sallayıp "Nasıl zor değil canım ya?" dedi. "Bütün yılı soracak."
"Bu yıl bir şey yok ki..." dedi elini kaldırarak. "Osmanlı tamamen. Osmanlı'nın Balkanları fethi, Osmanlı'nın Balkanlardan çekilişi. Bu kadar."
"Sadece Osmanlı dediğin beş yüz yıldan daha fazla!" diye itiraz etti Devrim. "Cihan imparatorluğu! Sebepleri, sonuçları derken bütün dünyayı etkileyen şeyler oldu."
"Kızlar siz geçen yıl tarih dersi almadınız mı yoksa? Tarih öncesi, Grekler, Roma, Bizans, ilk Avar devleti, hepsi çorba olmuştu."
"Detay azdı." dedi diğer öğrenci.
"Evet." diye onayladı parti liderinin kızı. "Devletler çoktu ama detaylar azdı. Hızlıca işleyip geçiyorduk. Şu an tek bir devlet var ve her şeyin ayrıntısına giriyor."
Kumral saçlı kız "Bir buçuk saatlik sınavda ne kadar ayrıntı sorabilir ki?" diyecek olmuştu ki Devrim, tarih kitabının ilk sayfasına yazılmış adı, soyadı, sınıfı ve okul numarasını gördü. "Senin soyadın Larende mi?" dedi şaşkınlıkla. "Yaz Larende ile akrabalığın var mı?"
"Ablam." dedi kumral saçlı kız, belli belirsiz bir mahcubiyetle.
İdil kıkırdadı. "Devrim'in soyadı da Doğdu. Katya Doğdu'nun kızı."
"Bu okulda bayağı bakan, milletvekili çocuğu var ya..." dedi gülerken dişleri görünen sarı saçlı kız. "Veli toplantılarında ortalık meclise dönüyor olmalı."
"Aynen." dedi başını eğen ve çizgili defterini karıştıran Bahar. Doğrusu, aklını sınav hariç hiçbir şeyle karıştırmak istemiyordu. "Hadi vakit kaybetmeyelim, 1352, Çimpe Kalesi'nin fethi..."
"Böyle yapmayalım." dedi İdil masaya hafifçe vurarak. "Kronolojik sırayla gitmeyelim. Sınavda neler çıkabilir, tahmin etmeye çalışalım bence."
Sarı saçlı kız kafasını salladı. "Şeyi kesin soracak..." dedi hafızasını zorlayarak. "Mohaç... Mohaç Savaşı'nı."
"Mohaç Meydan Muharebesi..." dedi ince telli saçlarını gözünün önünden çeken diğer kız. "Macaristan'ın Osmanlı hâkimiyetine girdiği savaş. Hoca sorar mı ki?"
İdil, çizgili defterin dik mavi çizgisine yakın duran kırmızı kalemle çizilmiş üçgeni gösterdi, yanında da "Sınav!" yazıyordu büyük, düzgün harflerle.
"Yazmışsın ya!"
"Ooo, görmedim!"
"Evet, Mohaç'tan başlamak en doğrusu." dedi Devrim. "Bahar, rica etsem bir yaprak koparabilir misin?"
"Tabii..." Boş sayfası aranan defterin pırpırı kanat çırpan kuşları andırırken kız bir anda durdu ve "Niçin?" diye sordu.
"Kopya hazırlayacağız."
Diyaframının aniden kasıldığını hisseden Bahar tıkanmış bir sesle "Olmaz!" dedi. "Hırsızlık bu."
"Hiç de bile, herkes çekiyor." dedi kafasını iki yana sallayan diğer kız. İdil ise "Yapma!" diye destek oldu. "Bir şey olmaz. İyi not almak istemiyor musun yoksa?"
"Sadece hak ettiğim notu almak istiyorum." dedi omuzlarını silken Bahar. Defterini kapatmış, üstüne elini bastırmıştı. "Dürüst olmak zorundayız."
Devrim nefes alıp göğsünü şişirmiş, kaşlarını çatmıştı. "Yaz tatiline bir hafta kala aynı güne iki sınav koyan hocalar çok mu dürüst, ha?" diye sordu tedbiren alçak tutulmuş sert sesiyle. "Bilgimizi mi ölçmek istiyorlar, canımızı mı sıkmak istiyorlar?"
"Ben hocaları bilmem, kendimi bilirim." dedi arkasına yaslanıp dudaklarını birbirine bastıran kumral saçlı kız.
"Öf!" dedi diğeri, elini sinek kovar gibi sallayarak. "Tamam sen dürüstçülük oyna Doğrucu Davut, biz sınava olması gerektiği gibi hazırlanırız. Gel canım."
Oturduğu masadan yere atladı, İdil'i de koluna girdiği gibi kaldırdı. Yakın arkadaş olan iki kız geldikleri gibi giderken Bahar arkalarından kızgın bir şekilde bakıyor ve doğru olanı yaptığını düşünüyordu.
֎
Y A Z
Aynı gün
Varnata, Avarya
Yağmurlu havalardan sonra nihayet güneş, yaklaşan hafta sonunu kutlar gibi güler yüzünü gösterirken üniversitedeki öğrenciler çimlere yayılmıştı.
Kimisinin elinde gitar vardı, kimisinin elinde kitap. Belirsiz havalara karşı tedbir olarak taşıdıkları ceketlerin bazıları kenara fırlatılmış, bir kısmı ise halı vazifesi görmesi için yere serilmişti. Çoğu arkadaş grubunun önü geç gelen yazı kutlamak için alınmış abur cuburlarla süslenmişti. Açık havanın sakinliği kahkahaların, sohbetlerin ve şarkıların sızan sesleriyle karışıyordu. Kampüsün küpeli köpekleri utangaç bir şekilde aralarda geziyor, zaman zaman öğrencilere yaklaşıp kendilerini sevdiriyorlardı.
Bütün bu neşe panoramasını özlemle seyretti Yaz. On iki ay öncesine kadar o da o çimlerdeki öğrencilerden biriydi. Kışın kalıntılarını taşıyan tutarsız bahar günlerinde o da ceket taşır, havanın sıcak olduğu saatlerde kitaplarını çanta gibi içine sarardı. Ah kitaplar, nasıl da tuğla gibi ağırlardı! Ana binanın yan tarafındaki ufak ve keşfedilmemiş alana gider, Uysal'ın dizine yatar ve gökyüzüne bakardı. Tam sağ kolunun hizasında, yarım asırlık çınar ağacının altında gölgeyi pek seven İrina olurdu mutlaka. Yanında ise beyaz gömleği, kumaş pantolonu ve elinden hiç düşürmediği tesbihiyle Hamza. Soyadı kadar yakışıklı ve çalışkan Soner ki başka bir okulda okumasına rağmen buraya arkadaşları için gelirdi. Yanında daima kitap taşıyan Dilek.
Yaz'ın oldukça sıcak bir arkadaş grubu vardı ve temelleri ta liseye kadar uzanıyordu.
Sekiz yıl evveldi. Dönem ortasıydı. Soğuk havaların sıcaklara dönmemek için direttiği, sert rüzgârlar ve beklenmedik ayazların bünyeyi sarstığı haftalardı. Bakilik Lisesi'nin 9/C sınıfının önünde başı eğik, saçları balıksırtı örgülü utangaç bir kız duruyordu. "Hadi Yaz!" demişti öğretmen. "Arkadaşlarına merhaba de!"
Önceki okulunda kızılımsı kıvırcık saçları bahanesiyle maruz kaldığı zorbalık okul dışı hayatını etkileyecek hadde gelince; alıştığı sıralardan, sınıflardan, gidiş yollarından kopmak durumunda kalmış ve başka bir liseye nakledilmişti. Kötü muamelenin izleri soğuk tavırlarında varlığını belli ediyordu. Öğretmenin direktifiyle adeta mırıldanıp en öndeki boş sıraya kendini attığında, arkadaki iki öğrencinin kıkırdadığını işitti. Ürperdi, bu okulda da hiçbir şeyin değişmeyeceğinden korktu. O ürperişi, o korkuyu bugün dahi hatırlıyordu.
Çıtı pıtı öğretmen "İkinci yeni arkadaşımız ise Hamza!" der demez kapının eşiğinden iri bir gölge göründü. Ardından gölgenin sahibi kalınca bir sesle "Selamün aleyküm!" diyerek içeri girdi. Sınıfın müdavimleri kahkahalarını gizleme gereği duymazken Yaz donakalmış, kapıya sığmayacak kadar uzun, uzun olduğu kadar da göbekli, dolgun yanaklı yeni öğrenciye bakıyordu.
Çocuk sınıfa dönüp "Çok mu komik?" dediğinde herkes yerlerde yuvarlanırcasına güldü. Yaz bile, öğretmen bile, hatta yeni öğrenci bile kahkaha tufanında kendini tutamadı. Bu neşeli ortam içerisinde "Ben Hamza." diye tanıttı kendini. "Konya'dan geliyorum."
Sınıftaki fısıltılar yoğun İç Anadolu şivesiyle ilk harfi değişmiş olan "Gonya"nın neresi olduğunu tartışırken, "Konya Türkiye'deki bir şehir. Hamza Türkiye'den geldi arkadaşlar." diye açıkladı öğretmen. Uzun boylu genci "Hadi diğer arkadaşının yanına geç." diye ön sıradaki tek boş yere yönlendirdikten sonra derse başladı.
Hiç öyle olacak gibi görünmüyordu ama kızlara sürekli "bacım" diyen Hamza, Yaz ve arka sırada oturan Soner'le Dilek daha ilk teneffüste kaynaştı. Okuldan birlikte kaçtılar, Bakilik Parkı'nda gondola bindiler, ilk çıkan cep telefonlarını gizlice okula soktular, beraber ders çalıştılar...
Uysal Türker ise hayatına üç sene sonra, lise son sınıfta girmişti. Sansasyonel bir şekilde... Dersin ortasında nöbetçi öğrencinin içeri girip "RoMaNTiK SeRseRi" yazılı gülü getirip sırasına bıraktığı gün, kıvırcık saçlı kızın en utanç verici hatıraları içerisindeydi. Ertesi gün müdürün ve bütün öğrencilerin önünde kavga etmişler, sonraki gün ise çıkmaya karar vermişlerdi. Hâlâ birliktelerdi, ilişkileri beş yılı devirmişti.
Lise yılları kavak yelleri gibi esip geçtiğinde, beş arkadaş yan yana oturarak tercih yaptıkları gün hâlâ anılarındaydı. Bir kişi hariç aynı üniversiteyi yazmışlardı: VEKÜ, Varnata Ekonomi Üniversitesi. Yaz, siyaset bilimleri... Hamza, işletme... Uysal, kamu yönetimi... Dilek, endüstri mühendisliği... Soner ise Halka Üniversitesi'nde tıp okumayı seçmişti.
Yaz, başına pembe bandana taktığı, parlak yeşil tişört ve açık mavi kot giydiği kayıt gününde de yine arkadaşlarıyla dolaşmıştı. Başka öğrenciler ebeveynleriyle gelirken, onlar özgüven içerisinde yeni üniversitelilerin telaşını seyretmişlerdi. Bir ara kot bahçıvan tulumlu, kumral saçlarını yarım toplamış, kısa boylu, incecik bir kız yanlarına yaklaşmıştı. Ufak kahverengi gözleri, Eyfel Kulesi'ni andıran burnu ve biraz kalınca dudakları vardı.
"Öğrenci işlerine nereden gidebilirim acaba?" diye sormuştu.
Hamza ise korumacı kişiliğiyle öne çıkıp "Yardımcı olayım bacım." demişti. "Sen yeni öğrenci misin?"
"Evet."
"Kayıt yaptırdın mı?"
"Yok..."
"Bacım önce kayıt yaptıracaksın. Öğrenci işlerinde ne işin var? Bilgi işleme götüreyim seni, gel." deyince kız suratını buruşturmuş, "Öf, sana ne be!" diyerek uzaklaşmıştı.
Diğerleri gülerken Hamza kaşlarını çatmış, "Sana neymiş, öyle Jennifer Lopez'e benzemekle olmuyor." diye söylenmişti arkasından.
Uzun lafın kısası, İrina da böyle girmişti aralarına. Sonradan kızın adını ve Moldova pasaportu taşıdığını öğrenmişlerdi. İrina'nın bir Gagavuz Türk'ü olduğunu, dolayısıyla akıcı Türkçe konuştuğunu; Tarkan ve Nazan Öncel dinlediğini, şekerli sütlü kahveye bayıldığını, elini ağzına kapatıp minik kıkırtılarla güldüğünü, konser ve festivallere bayıldığını, arkadaşları olmadan yapamadığını öğrenmek için ise işletme bölümünün ilk dersinde Hamza ile yeniden karşılaşmaları ve bu minyon kızın arkadaş gruplarının vazgeçilmez bir parçası olması gerekmişti.
Üniversite yıllarında biriktirdikleri anılar, lisedekileri ona katlardı. Yaz, her birini film şeridi gibi hayalinden geçiriyor ve buğulu gözlerle diğer öğrencileri seyrediyordu.
Aslında bugün buraya geçmişi anmaya değil, üniversitenin kütüphanesinden siyaset teorisi ile ilgili kitap ödünç almak için gelmişti. Aradan geçen günlere rağmen kafasının içinde hâlâ Kurtuluş Aslan ile kavga ediyordu. Başarılı bir politikacı olabilmek için alaylı olmasına, ilçe teşkilatından başlamasına gerek yoktu. Başkanlığa ehil olduğunu, toplumun birkaç yüzdelik dilimini temsil edebileceğini, sorunları çözebileceğini ispatlayacaktı.
Akciğerlerindeki havayı özgür bıraktıktan sonra otomatik kapıdan içeri girdi ve değişen ışığa alışabilmek için gözlerini kırpıştırdı. Amfilere doğru yürüyen öğrencilere çarpmamak için zikzak çizerek merdivenlerden çıktı, koridoru geçti ve kütüphanenin cam kapısını araladı.
Çöken sessizlik kulaklarında rahatlatıcı bir uğultu doğurmuştu. İstemsizce etrafına bakındı. İçerisi sakindi, final haftası geçmiş olmalıydı. Kütüphane görevlileriyle selamlaştıktan sonra kategorilere göre ayrılmış raflara seğirtti, ta ki gözüne adımlarını zınk diye durduran bir karaltı çarpıncaya kadar.
Bölmelere ayrılmış geniş çalışma masasında gelişigüzel bırakılmış bir kitap vardı. Köşede... Düştü düşecek... Yaz yön değiştirip Platon'un Devlet'ini tutarken iki fikir arasında sarkaç gibi gidip geliyordu. Tesadüfün önüne taşıdığı ütopyayı okumalı mıydı, yoksa ilk amacını hiç değiştirmeden akademik kitaplara mı koşmalı?
Telefonunun titremesi sarsıntılı düşüncelerini siliverdi. Avucunun içine sığan ufak tuşlu cihazı kulağına dayayıp "Buyurun." derken kimin aradığına bakmak akına bile gelmemişti.
"Yaz..." dedi Uysal'ın, mekanik süreçlerin dahi dehşetin etkisini kaldıramadığı sesi.
"Ne oldu?" dedi kadın, bu sırada diğer eliyle kitabı tutuyordu.
Cevabı dinlerken kitabı kaldırdı. Kaslarının ölüm katılığına benzer bir şekilde kasıldığını, kanın damarında buz kestiğini duyumsadı, gözleri irileşti.
"Ekin biraz önce evinde..." derken telefondaki ses, kıvırcık saçlı kız masaya bakıyordu. Beyaz atın üstünde, beyaz gül figürü işlenmiş siyah bir bayrak tutan zırhlı iskelete.
Uysal'ın kastettiği Fethi Ekin'di, cumhurbaşkanı. Kitabın altından ise "ölüm" adını taşıyan tarot kartı çıkmıştı.
"... ölü bulunmuş. Alo? Yaz, beni duyuyor musun? Alo!"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top