I - III

23 Mayıs 2005
Pazartesi
(...ve sonraki günler...)
Varnata, Avarya

Fırınlardan mis kokuların yayıldığı, sokakların belediye görevlileri ve yürüyüşe çıkan tonton yaşlılar hariç boş olduğu, gri kaldırımların loş gün ışığı tarafından yavruağzına boyandığı o sabah, diğerlerinden bir parça ayrılıyordu. Evler normal şartlarda sabah şekerlemesi yapan uykucularla dolu olurdu, bu kez ise yatakların çoğunluğu boştu.

Uykusuz bir gece geçirmişti Avarya. Canlı yayın gece boyunca hiç kesilmemişti. Saldırganlarla TV kanalına gönderdikleri mesajın ardından iletişim kurulamayınca, kurul binasının çevresine mevzilenmiş özel eğitimli polisler içeri girmişti. Yoğun bir çatışma olacağı tahmin edilmesine rağmen tek bir kurşun atmaya bile gerek kalmadı.

ASK başkanı ve çalışanları herhangi bir yara almadan serbest kaldı. Dört saldırgan ölü bulundu. Ölüm sebepleri rehineler ya da polisler değildi. Ellerindeki pompalı tüfekleri kendilerine çevirmiş, yüzlerini parçalayacak şekilde intihar etmişlerdi.

Haber kanallarında kıyamet koptu. Her kanal canlı yayın yapıyor, her program bu olayı tartışıyordu. Sokaklar da bu ilgiyi paylaşıyordu. Eğer üç kişi bir araya toplandıysa içlerinden biri muhakkak "iskambil olayı"ndan bahsediyordu. Dün gece olanların adı, haritadaki işaretlerden yola çıkarak konulmuştu.

Mevcut oyların yeniden sayımı mı yoksa yeniden seçim mi yapılması gerektiği tartışıldı. Yeniden seçim tarihi altı ay sonrası için ayarlandı, kimse itiraz etmedi, zaten önceki seçime nazaran hatırı sayılır bir değişiklik bekleyen yoktu. Geçersiz sayılan seçimin gerçek sonuçlarında Vult'un partisi birinciydi, Aslan'ın partisi ikinci. Larende'nin partisi, genç başkanın çektiği ilgiyle birlikte yüzde değiştirerek üçüncü oldu. Doğdu'nun partisi ise dördüncü. Bu isimler kupa, karo, maça ve sinek dörtlüsünün gerisinde kaldı.

Kütüphanelerde iskambil oyunlarının tarihini anlatan kitaplar revaç buldu. Sanal ortamda "iskambil kartları", "iskambil kartlarının anlamı" gibi aramalar yükseldi. Kafeler, bistrolar, diskolar ve radyolar iki yıl önce aynı dili konuşan bir ülkede meşhur olmuş bir şarkıyı tekrar tekrar çalmaya başladı. Mayıs yağmurlarının altında kapüşonlarını çekip kulaklığını takarak okula gidenler, işe dönenler, otomobilin arkasına oturanlar, otobüse binenler, cama yapışan damlacıkların ve pencere camının buğusunun ardında ufalarak uzaklaşan duraklara, direklere ve ağaçlara bakarak Teoman'ın yumuşak sesi eşliğinde aşk dolu bir öykünün dizelerini mırıldanmaya başladılar.

"Bir iskambil falında çıkmıştık birbirimize / O güzel kupa kızıydı, sinek valesiydim bense..."

Liseliler defterlerin kenarına platonik âşık oldukları sınıf arkadaşlarının ismi ya da tuttukları futbol takımlarıyla birlikte iskambil simgelerini kazıyordu. Teneffüslerde, kantinlerde, bahçelerde dört kartın anlamı ders gibi ezberlenmişti. Kupa, kalkan, asilleri ve kiliseyi temsil eder... Karo, ticari deniz işletmelerinin kiramitleri, orta sınıfı ve tüccarları temsil eder... Maça, mızrak ucu, orduyu temsil eder... Sinek, yonca yaprağı, köylüleri temsil eder...

Fısıltılar arasında her iskambil kartının bir partiyi temsil ettiğine ilişkin bir komplo teorisi dolaşmaya başlamıştı. Hristiyan demokrat bir parti olan Altın Taç, kiliseye yakınlığına ve ismindeki kraliyet göndermesine bakılırsa kupa olmalıydı. Sosyalist Ekin Başak Partisi de sinek... Sosyal demokrat Yeni Gün Partisi, karo muydu yoksa? Belki, milliyetçi Kızıl Elma Partisi de maçaydı. Partiler ve iskambil sembolleri arasında farklı eşleştirmeler de yapılıyordu. İskambil Olayı'nın meclis tarafından gizlice planlandığı ya da düşman ajanlar tarafından verilen bir mesaj olduğuna dair söylentiler dolaşıyordu.

Bilgi kirliliği had safhadaydı, uydurmaların çorbasından elle tutulur bir hakikat bulmak ise imkânsıza yakındı. Avarya Millet Meclisi'nin ilk gündemi seçim günü yaşanan talihsiz hadiseler oldu.

֎

Y A Z

23 Mayıs 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya

Yaz'ın içi içine sığmıyordu. Hayatı kum saatinin akışı gibi hızlı bir şekilde değişiyordu. Dış görünüşü yeni rolüne uygun olarak şekillenmişti. Öğrenciyken kıvırcık saçlarını genelde salmasına rağmen, meclise giderken düzleştirip topuz yapıyordu. Gömleği, kalem eteği, ceketi, topuklu ayakkabıları, olgunlaşan makyajı... Baştan aşağı klasik bir tarza bürünmüştü. Önceden bütün duygularını olduğu gibi dışa yansıtırken şimdi çocuksu heyecanını gizliyor ve ciddi bir şekilde koltuğunda oturup konuşmaları dinliyordu. Mimikleri farklılaşmıştı, sadece, yüzü yaşlı milletvekillerindeki bezginliğin aksine ışıl ışıldı. Meclis tutanaklarını çok defa okumuş, oturumların videosunu seyretmişti ama parlamentonun havasını solumak başkaydı.

Birleşim öğleden sonra 3'te başladı. Meclis başkanı yoklama aldıktan sonra kısa bir konuşmayla oturumu başlatmış oldu. Meclisler çoğu zaman gergin ortamlar olurdu, fakat İskambil Olayı'nın araştırılmasına yönelik kanunun kabulü konusunda fikir birliği olduğu için nispeten sakindi. Ara verildikten sonra yapılan ikinci oturumda da ekonomiye dair birkaç mesele söz konusu oldu. Vekiller evlerine gitmek için meclis binasından çıktığında ve Yaz da ceketinin üzerine şişme montunu alıp bahçedeki su birikintilerine basa basa -bastığında çıkan şıpırtılardan zevk alırdı- babasının kapıda bekleyen arabasına doğru yürümeye başladığında, gökte henüz batan güneşin kızıllığı vardı.

Genç başkan otomobile bindiğinde önce okuldan yeni çıkmış kardeşine sarıldı, sonra da başını kurumuş su damlalarının iz bıraktığı cama doğru çevirdi. Kameraman ordusunun meclis binasının ön kapısına doğru hareketlendiğini gördü. "Vult basın toplantısı yapacak." diye açıkladı. Mecliste olup bitenleri ailesine aktarmak nedense pek havalı hissettiriyordu.

"İyi bakalım, yapsın." dedi Alihan günün yorgunluğuyla. Radyoyu karıştırdı ve pop şarkılar çalan bir kanal buldu. "... gururluydum, biliyordum diyordum / İnanmak lazımmış meğer iskambil fallarına." dizelerini duyan Bahar, "Baba, değiştirsene!" diye itiraz etti. "Günlerdir aynı şarkı, sıkıldım."

"Şarkıdan sıkılmadım ama iskambil lafı duymak istemiyorum." dedi Yaz, gülerek.

"Peki..." dedi baba, teybin kenarındaki yuvarlak göstergeyi çevirdi. Karıncalı, karışık, tekinsiz sesler duyulduktan sonra hareketli bir yabancı parça çalmaya başladı.

"İyi mi?"

"Süper!" diye bağırdı iki kız aynı anda.

֎

K A T Y A

30 Mayıs 2005
Pazartesi
Varnata, Avarya

Apartman dairelerinin girişleri basık olurdu. Doğdu ailesinin yaşadığı daire de bu genellemeden azade değildi. Kare şeklindeki alçak tavanlı antre, hapishane hücrelerini anımsatıyordu. Askı ve ayakkabılık ise nöbet bekleyen gardiyanlara benziyordu. Kirli beyaza boyanmış duvarlar manzarayı beter hale getiriyordu, beyaz renk iç ferahlatıcılıkla özdeşleştirilse de burada tam tersi bir etki yaratmıştı. Toprağı değiştirileceği için kapının kenarına konmuş salon çiçeği ise o köşedeki tek yeşillikti ve boğucu atmosferi biraz dağıtıyordu.

Duvarların akustiği buradaki tek çıtın dahi yankılanmasına neden oluyordu. Bu yüzden dış kapının anahtar deliği dönmeye başladığında, sanki birileri kapıyı zorluyormuş gibi sesler çıktı. Kapı aralandığında takırtılar kesildi. Üzeri rozetlerle kaplı pembe sırt çantası antreye uçtu. Beyaz külotlu çoraplı bir bacak girdi içeriye, ardından bir el, diğer bacak gondol gibi sallanarak öbür ayakkabı da çıkarıldıktan sonra ise bedenin geri kalanı.

Uzun bir okul gününün yorgunluğunu içini çekerek atmaya çalışan Devrim dış kapıyı kapattı. Saçlarına asıldı, tepeden at kuyruğu yaptığı tokayı çekip çıkardığında başının bu saç modeli yüzünden ne kadar ağrıdığını fark etti. Odasına yürürken çoktan gömleğinin düğmelerini çözmeye başlamıştı. Soyundu, bol tişört giydi, çıkardığı formayı katlayıp çalışma masasının üzerindeki sandalyenin üzerine koydu, yatağına uzandı ve dakikalarca tavana boş boş baktı.

Kalktığında akşam olmak üzereydi. Uykuya dalmamış olmasına rağmen başındaki ağrıya yarım kalmış şekerlemelere özgü sinsi bir mahmurluk da eklenmişti. Mutfağa gidip büyükçe bir tencereye yağ ve mısır koydu. On dakika sonra bir tabak dolusu patlamış mısırla televizyon başına oturdu. Açtığı bir kanalda Şirinler dek gelince de hiç istifini bozmadan izlemeye başladı.

İzliyordu izlemesine ama aklı ne Gargamel'deydi ne de Şirine'de. Sebebini unuttuğu bir korku kronikleşmiş, iç sıkıntısı biçimini almıştı. Güvensizlik hissi onu saklanacak bir yer aramaya zorluyordu. Çok yer vardı aslında: Yatağın altı, koltuğun arkası, battaniyenin içi ya da müziğin unutturucu tınıları; ama hiçbiri ruhunu yeterince koruyamıyordu.

Devrim bu duyguları bilinçli bir sebep sonuç örgüsüyle değil, tekrarlanarak bilinçaltına kazınmış hatıralar sayesinde edinmişti. Huzursuzluk... Annesiyle babasının bitmeyen kavgaları... Anahtar sesi yeniden yankılandığında ve tanıdık bağırışların çatlakları odadan işitilmeye başladığında, işte bu korkulu hatıraların üzerine bir tanesi daha ekleniyordu.

"Açıklama yapma bana!" diye bağırdı omuzlarındaki şalı askıya asan Katya. "Sakın bana açıklama yapma!"

"Küçücük beyninden bir şeyler uydurup delirtme beni." dedi ondan geri kalmayan Yılmaz. "İş toplantısıydı diyorum, anlamıyor musun?"

"Kaltak sekreterinle baş başa, ha?"

"Ya sen..." dedi yüzünü buruşturarak. "Ne terbiyesiz kadınsın! Kadın düşmanısın sen. Emeğiyle çalışıp para kazanıyor kızcağız. Sizin o mecliste yata yata aldığınız paralardan daha çok hak edilerek kazanılan bir para."

"Ne?" demişti kadın, henüz eşinin sözü bitmeden. "İnsaf be! Hakikaten insaf be! Ya ben gece 12'lere kadar çalışıyorum, il il ilçe ilçe geziyorum, teşkilatlarla görüşüyorum, durmadan çalışıyorum bu ülke için ben. Karşılığında aldığım ithama bak. 'Yata yata'ymış. Sen kaltak sevgiline sor, o iyi bilir yata yata kazanmayı."

Ebeveynlerinin bağırışları sırasında mısırını yarım ve televizyonu da açık bırakan Devrim odasına koşarak yatağa sığınmış ve yastığı kafasına bastırmıştı. Bu şekilde sesleri biraz olsun dindirebiliyordu. Yıllardır yaşadığı bir olaydı bu. Üç akşamın birinde Doğdu ailesinin evinde sudan bir sebepten kavga çıkardı. Katya, Yılmaz'ı bir şeylerle suçlardı, Yılmaz da Katya'yı. Aldatmadan, sekreterle baş başa yapılan bir toplantıdan, uzayan mesailerden, alışveriş listesinde unutulan bir maddeden, yemeğe yeterince tuz konulmamasından ve daha birçok bahaneden saatlerce sürecek bir tartışma başlayabilirdi.

Ekin Başak Partisi'nin genel başkanı olan Katya Doğdu meclisteki en sakin milletvekili olmasıyla bilinirdi. Gerilimin had safhaya çıktığı dönemlerde bile tane tane konuşur ve dinleyenleri haklılığına ikna ederdi. Ne var ki eve geldiğinde tavırları çöl gecesi gibi değişir, o munis kadın kaybolur ve yerine bir sinir hastası gelirdi. Her rolünde farklı bir sıfatı vardı. Güler yüzlü bir başkandı, tahammülsüz bir eşti, hırçın bir anneydi. Özel hayatının ve siyasetçi kimliğinin bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayrılması ne garipti!

Dağınık kalan oturma odası yüzünden kızını çağırıp azarladıktan sonra tek başına balkona çıktı. Yorgunluktan elleri titrediği için sigarasını çakmak alevine bir türlü temas ettiremedi. Öfkesi yine parlayınca çakmağı yere çarptı. Kaplaması sıyrılmış plastik tabureye çöktü ve dudaklarının arasında sigarayla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Katya pek gözyaşı döken biri değildi aslında; ama biriktirdikleri artık içinden taşmıştı. Gözleri acıyana dek ağladı. Yağmur çiseledi bir ara, balkonun yan tarafından görünen caddede arabalar trafikte sıkıştı. Uzaklardan müzikle karışık boğuk kelimeler duyuldu.

"Saçların mı ıslak yoksa, ıslak mı yaşamak dedim / Senin için rüzgarda hep yağmur mu var? / Gözlerin mi daldı yoksa, sıkıldın mı sorulardan? / Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?"

İri gözlerinin ağlarken daha da şiştiğini, göz altı torbalarının büyüdüğünü hissediyordu. Uzaylıya benzediğini düşünerek güldü. Buruk, tuhaf bir gülüştü bu. Ağlamak ona hiç iyi gelmiyordu. Yılmaz'ın ilk tanıştıkları zamanlarda "Daima yeni ağlamış gibisin." dediğini hatırlıyordu. "Bu sana öyle güzellik katıyor ki..."

"Yalancı pislik." dedi içinden. "Hep öyleydin."

İçeri girmeden önce şehrin yarı kirli havasını derince ciğerlerine çekti. Biraz sonra söylemek istediklerini kafasında tasarladı. Aslında yıllarca bekleyen o cümle, ikisinin de dilinin varmadığı tek çözüm tek kelimeden oluşuyordu. Balkon kapısını kapattı, oturma odasına girmiş oldu böylece; koltuğa uzanmış Şirinler'e bakan eşini ve kulaklık takıp kendi dünyasına gömülmüş olan kızını gördü.

"Yılmaz, bir şey diyeceğim." dedi. "Mutfağa gelsene."

İş adamı söylenerek kalktı ve karısının arkasından yanmış yağ kokan mutfağa girdi. Kafasını kaldırıp tek elini tezgaha dayadı. "Eee..." dedi. "Ne söyleyeceksin?"

Kadın bir soluk daha aldı ve ağzını açmadan önceki anda bu kelimeyi bu kadar ertelediği için derin bir pişmanlık hissetti. Neden? Neden daha önce cesaret edememişti? Kelime ağzından çıktığında ise bu his yerini rahatlığa bıraktı. Sanki fırtına geçip gitmiş, bulutlar dağılmış, güneş açmış ve bahar gelmişti.

"Boşanalım."

֎

H A K A N

Aynı akşam
Varnata, Avarya

Parti binasının pencerelerinde yanıp sönen flaşlar, kayan yıldızlar gibi akşamı aydınlatıyordu. Rengârenk mikrofonlar hazır bekliyordu. Nihayet kalabalıktan sıyrılıp kameraların önüne çıkan Başbakan Hakan Vult, hareketlenen medya çalışanlarını sakinleştirmek için "Arkadaşlar, arkadaşlar!" diyerek dikkati topladı. "İskambil Olayı'yla ilgili son gelişmeleri sizinle ve halkımızla paylaşacağım."

Meclis binasının önünde yaptığı ilk basın toplantısından sonra birkaç gün geçmişti. Bu zaman zarfında ASK binasından çıkan deliller incelenmiş, saldırganların otopsisi tamamlanmış, DNA'larından kimlik tespiti yapılamamış ve elle tutulur bir veriye ulaşılamamış olsa da bazı çıkarımlar yapılmıştı. Hakan Vult işte bu akşam bu detayları açıklamak için oradaydı.

"Öncelikle kesin olarak saptadığımız bir şey var. Dışarıdan giriş yok, kapılarda zorlama yok. Kasalara giriş yok, tutanaklar zarar görmemiş. Sadece şifreli bilgisayarlara girilmiş ve medyaya iletilen verilerle oynanmış. Bu da şunu gösteriyor: Ya bir silahlı hacker çetesiyle karşı karşıyayız ya da bu olayı yapanlar maalesef içimizden birileri. Ya da ikisi birden."

Gazeteciler uğuldadı, hepsi aynı anda farklı şeyler soruyor ve seslerini duyurabilmek için bağırıyorlardı. Başbakan ellerini kaldırıp hepsini sakinleştirdi. "Açıklamam bitsin, soruları sırayla alacağım. Bina içerisinde bir odada mikro boyutlarda siyah oje kalıntılarına rastlandı. Otopsisi tamamlanan suçluların ise hiçbirinin vücudunda oje izi bulunamadı. Bu, İskambil Olayı'na karışanlardan birinin sağ olarak içeriden çıktığını gösteriyor. Ve bu da, o kişinin yakalanarak olayın açıklığa kavuşturulabileceğini gösteriyor. Yeni gelişmeleri paylaşmaya devam edeceğim. Şimdi soruları alabilirim."

Caddenin başında şişme montlu, makyajsız, kıvırcık saçları havada uçuşan genç bir kadın parti binasına doğru koşuyordu. Tek başınaydı. Konuşmayı başından beri canlı olarak dinlemiş, bazı tasvirler aklında ışıklar yakmış, bunun üzerine kimseye bir şey söylemeden evinden fırlamış ve basın toplantısı bitmeden Vult'a yetişmek istemişti. Muhabir kalabalığının dağılır gibi olduğunu gördüğünde dikkat çekebilmek için "Biliyorum! Onun kim olduğunu biliyorum!" diye bağıran ve telaşı ayaklarını yerden kesen kişi Yaz'ın ta kendisiydi.

"Durun!" dedi nefes nefese. "Beni dinleyin. Hakan Bey. Ben... Onun kim olduğunu biliyorum."

"Yaz Hanım siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" dedi şaşkınlığından kızaran ve kaşları çatılan başbakan. "Bu benim toplantım!"

"Bayan Alkan." dedi mikrofonların birine başını yaklaştıran Yaz. "Kızıl Elma Partisi Lizagrat milletvekillerinden Doçent Doktor Bayan Alkan, bu olayı yaptıran kişidir."

Muhabirler yine aynı anda konuşarak kakafoni oluşturmuşlardı, Hakan Vult ise verip veriştiriyordu. "Madem bildiğiniz bir şey var neden polise anlatmadınız? Bu ne rezilliktir ya! Şikayet edeceğim, soruşturma başlatsınlar gelip benim toplantımı sabote ettiğiniz için. Siz kendi partinizden birini terör saldırısıyla suçladığınızın farkında mısınız acaba?"

Yaz ise gürültüyü bastıracak şekilde yüksek sesle "Siyah ojesi vardı gördüm, çantasında iskambil destesi vardı. Polisi bekleyemezdim çünkü herkes duymalıydı, anlıyor musunuz?"

" Hem... Hem Bayan Alkan koskoca Yadigâr Alkan'ın kızı değil mi?"

"Kimin kızı olursa olsun!"

Hakan, yardımcılarına dönüp polisi çağırmalarını söyledi. Siyasete gireli yirmi yılı geçmişti ama böyle bir şey ne görmüş ne de duymuştu. Muhalif partilerden birinin başkanı yanında hiç kimse olmadan başka bir partinin binasına gelecek ve başbakanın önüne geçip partisine zarar verecek iddialar öne sürecek! Hayret!

Polis o gece hem Yaz'ın hem de Bayan Alkan'ın ifadelerini aldı. Bayan, suçlamayı sükunetle karşıladı. İskambil kartlarını genel olarak sevdiğini, hatta hobi olarak fal da baktığını, çantasında hep bir deste bulundurduğunu açıkladı. Siyah oje ise birçok kadında bulunabilecek bir kozmetik malzemesiydi. Ayrıca seçim gecesini tamamen parti binasında geçirmişti. O gece ASK'ye hiç gitmediğine dair elinde kanıtlar vardı.

Böylece genç başkan milletvekilliğinin henüz ilk haftasında hakkında iki soruşturma açılmasına neden olacaktı, birisi başbakanın basın toplantısına müdahale ettiği için, diğeri de bir parti üyesine iftira attığı için. KEP ertesi sabah Yaz'ı partiden ihraç edip yeni genel başkanı seçmek için Disiplin Kurulu'nu ve Olağanüstü Kurultay'ı toplama kararı aldı.

30 Mayıs'ı 31'ine bağlayan gece, herhalde Larende ailesinin de bu yıl içindeki en kötü gecelerinden biri oluyordu. Alihan sabırlı karakterine aykırı düşüp öfkeden çıldırmıştı. Ömrü boyunca Yaz'a kızıp bağırmak şöyle dursun, ters konuştuğu bile nadirdi; ama o gece salona götürüp saatlerce konuştu. Siyasi kariyerinin kesin olarak bittiğini söyledi. Olgun olmadığını, aptal bir çocuk gibi davrandığını, böyle giderse herhangi bir işte dikiş tutturamayacağını ve birçok şey.

Sonunda salonun kapısı açıldı. Baştan aşağı kıpkırmızı kesilmiş, ellerini yüzüne kapatmış olan kız odasına yürüdü ve yatağına yüz üstü yatarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

֎

E M R E

31 Mayıs 2005
Salı
Uşak, Türkiye

Sağdan sola dönüyor ama uyuyamıyordu. Kaldığı ikinci sınıf hostelin gıcırtılı yatakları da duruma hiç yardımcı olmuyordu. Komiser doğruldu ve iki elini başına koyarak boynunu ileri geri hareket ettirmeye başladı. Kafatasının düşünmekten çatırdayacağını sanıyordu. Aklında hep aynı soru... Aynı sorun.

Hasan Yatan diye biri vardı. Türkiye'de yaşıyordu. Zihinsel engelliydi, köyünden hiç çıkmamıştı. Ne var ki AVİS, yani Avarya İstihbarat Servisi, bu adamın sorgulanmasını ve ilkokul arkadaşı ile ilgili bilgi alınmasını istemişti. Komiser, artık servisin onunla "taşak geçtiğini" düşünmeye başlamıştı. Sorgu sırasında herifin ağzından çıkan tek anlamlı şey, "maça kızı" olmuştu. Bu, gayet köyün kahvehanesinde fazla batak oynatılmaktan kaynaklanan bir sayıklama da olabilirdi.

Aynı akşam patlayan İskambil Olayı, Emre'nin zihninde Hasan'ın zihninin içinde işe yarar bilgiler saklandığı şüphesini var etmişti. Ne biliyordu bu adam? Maça kızı kimdi? Hande Bulut mu? Vult'un birkaç saat önceki konuşmasındaki oje kalıntıları, ilkokulda çekilmiş vesikalık fotoğrafından başka bu dünya üzerinde var olduğuna dair kanıt olmayan Hande Bulut adındaki kadına mı aitti? Peki ya Larende'nin söyledikleri?

Düşünmekten yorulan ve başkaca çıkar yol bulamayan Emre, seçim akşamının ertesi günü AVİS'e alabildiği tek bilgiyi bildirmişti. AVİS ise bir hafta boyunca her gün Hasan Yatan'la konuşmaya çalışmasını, söylediklerini anlamsız bile olsa teybe kaydetmesini istemişti. Sonra ise ülkesine dönüş izni verilecekti. Yani bugün, Mayıs bitmeden ve Haziran gelmeden.

Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı, yoksa yeni günü kurtarması zordu. Kiraladığı arabayı iade edecek, Uşak'tan otobüsle sekiz saatte İstanbul'a gidecekti. Oradan Sabiha Gökçen... Oradan Uçarkağan, yani başkent Varnata'daki havaalanı... Uyuyabilmek için kırdaki koyunlar yerine havaalanı hayal etti ve oradan kalkan uçakları saydı. Pekiştirdi. Bembeyazdılar, upuzun siyah pisti aşıp sırayla kalkıyorlardı. Bir... İki... Üç...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top