I - II
Y A Z
22 Mayıs 2005
Pazar
Varnata, Avarya
Açık sarı ip çiçeklerin işlendiği tül sabah rüzgârının etkisiyle oynadı. Yatakta uzanan Yaz yastığına biraz daha sarıldı. Kızarmış mavi gözleri geceden beri fal taşı gibi açıktı.
Gün ışığının doğrudan vurduğu duvarında siyah beyaz fotoğraflar asılıydı. Yaz, örnek aldığı, Türk dünyasının liderlerinin fotoğraflarını evdeki yazıcıdan çıkarıp duvara asmıştı. En üstte üç lider vardı, birisi Atatürk'tü, hemen yanında Türk bayrağı ve onun yanında İstiklal Marşı yazılı A4 çıktısı bantlanmıştı. Diğerleri de Avarya'nın kurucuları Ferhat Altay Okay ve Yadigâr Alkan'dı. Avar bayrağı ve milli marşı iki kurucu liderin yüzlerinin tam ortasındaydı. Birçok Türk liderinin ve Türk cumhuriyetlerinin bayrakları da düzenli bir şekilde yerleştirilmişti.
Odanın sahibi garip bir eksiklik hissederek duvara uzun süre baktı ve en sonunda turkuaz renkli Uygur bayrağının hemen altında olması gereken parçanın halının üzerinde olduğunu fark etti. Kareli defterinden kestiği sayfaya kırmızı simli kalemle, Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı için yaptığı mücadeleyle tanınan "Altay Kartalı" lakaplı Osman Batur'un şu sözlerini yazmıştı:
"Ben can verebilirim. Milletim, dünya durdukça mücadeleye devam edecektir!"
Belini doğrulttu. Kıvırcık saçları kafasının arkasında toplanmıştı. Aniden kalktığı için başı dönmüş, gözleri kararmıştı. Tek hamleyle eğilip yerdeki kâğıdı aldı, arkasındaki bandın yapışkanını kontrol etti ve duvardaki yerine bastırdı. Yaylanarak ayağa kalktı. Yalın ayak yere basıyordu. Pembe şortu ve ayıcıklı tişörtü ile odasından çıkarken üzerinde çocukluğundan izler taşımaktaydı.
Yüzünü yıkarken yeni güne biraz daha alıştı. Mutfağı evin geri kalanından ayıran boncuklu perdeden geçtiğinde ailesini kahvaltı masasında buldu. Babası Alihan, polo yaka tişörtünü giymiş, gözlüğünü takmış, kızarmış ekmeğine tereyağı sürüyordu. Annesi Sevtap, dökülen saçlarının yiyeceklere girmesini engellemek için başına bir tülbent dolamış, çayını yudumluyordu. Kardeşi ise okulunun tatil olmasının sevinciyle sandalyede ileri geri sallanıyor, çikolatalı sütlü gevreğine kaşık sallıyor ve çizgi filme bakıyordu. O anki davranışlarına bakan onu yedi yaşında sanırdı, ne var ki Bahar, on beş yaşında bir liseliydi.
Yaz'ın içeri girdiğini anladığı vakit sandalyesini çevirdi ve kocaman güldü. Yüzü ablasına nispeten yuvarlaktı, saçları da koyu kumraldı, ailenin -Yaz hariç- diğer üyeleri gibi. "Başbakan geliyor!" dedi yumruğunu kaldırarak. "Ayağa kalkın."
"Günaydın!" dedi melodili bir sesle Alihan Larende, göz ucuyla baktığı gazeteyi bir kenara bırakarak.
"Günaydın." dedi büyük kız. Dünden beri ilk kez gülümseyebilmişti, hemen sonra suratını yeniden astı.
"Bugün büyük gün." dedi gülümseyen baba. "Kızımız meclise giriyor. Yapma böyle, gülümse biraz."
"Biraz daha uyusaydın ya." dedi anne. "Kıyamam, gözlerin kıpkırmızı."
"Annen haklı, yat biraz daha istersen." dedi endişeli adam. "Gece hiç uyumamışsın."
"Uyuyamam ki..." dedi Yaz. Masadaki demlikten bardağına çay doldurdu, kızarmış ekmekten aldı, ağzında geveledi ama yiyemedi.
Yarım saat sonra Larende ailesi şık bir şekilde giyinmiş, evinden çıkmış ve oy verecekleri okula gitmek için hazırlanmıştı.
Dış görünüşüne en çok özen gösterilen elbette ki Yaz olmuştu. Saçlarını annesi yapmıştı bugün, fırçalamış ve spreyle şekil vermişti. Koyu kırmızı bir etekli takım seçmişlerdi, açık pembe gömlek, siyaha yakın bordo çorap ve ayakkabı. Boynunda kravat yoktu ama beyaz renkli bir fular vardı. Doğal görünümlü makyajı gün batımı rengindeydi ve uykusuzluğunun izlerini pudrayla ve göz damlasıyla kapatmışlardı.
"Harika görünüyorsun." dedi Alihan, dönüp dönüp kızına bakıyordu. "Herhalde kameralara alıştın."
"Yani." dedi kızı. "Miting yaptık o kadar."
"Bu sefer de oy verirken fotoğrafını çekecekler, belki kısa bir röpörtaj yapacaklar." dedi adam. "Neşeli bir görünüm vermelisin. Bir de, söylememe gerek yok, kendi partine oy atacaksın."
"Vult'a atacakmış baba." diye sırıttı Bahar, bunun üzerine ablası sırtına sertçe vurdu.
"O herife günahımı vermem ben!" dedi gözlerini kardeşinin üzerinden çekmeden. "Türklere düşman o be!"
Babası muzipçe bir tavırla kızının üzerine biraz daha gitti. "Siyasette herif yok tatlım, Hakan Bey deyip elini sıkacaksın. Hem de başbakan büyük ihtimalle yine o olacak. Sayın başbakanım diye hitap edeceksin."
"Meclis çıkışı dövebilirim kendisini." dedi Yaz, gökyüzüne bakarak. "Gerçi Vult'un kilosunun benim yaklaşık üç katım olduğunu göz önüne alırsak... Yok, vazgeçtim."
Hep beraber gülüştüler, bu, adayın gerginliğini biraz daha azaltmıştı. Yolda birçok kişiyle karşılaştılar. Seçmenler, parti üyeleri, hatta birkaç milletvekili adayı "Başkanım!" deyip kendilerinden yaşça küçük bir insanın elini sıktıkça Yaz pek garipsiyor, fakat hiçbir şey belli etmeden gülümsüyordu. Ne zaman alışacaktı bu duruma? Hiç bilmiyordu.
Okul bahçesinin girişindeki demirlerde tanıdık bir yüz göründü. Uysal'dı. Çocukluk arkadaşı ve ona her an destek olan kişi. Onun siyasete girmesine ön ayak olan kişi. Danışmanı ve sevgilisi.
"Günaydın!" dedi yanına tempolu bir şekilde yürüyerek giderek. Etrafta kalabalığın olduğunu bilmese az kalsın koşacaktı.
"Benim günüm asıl şimdi aydın." dedi adam kaşlarını kaldırarak. "Ne güzel olmuşsunuz, başkanım."
Yaz utanarak başını çevirdi ve güldü. "Öyle deme bana." dedi. "Herkes 'başkanım' diyor zaten. Sen 'Yaz' de, bana yeter."
Kollarını dolamış olan Uysal, halini hiç bozmadan eğildi ve dün söyledikleri şarkıdan bir dizeyi değiştirerek fısıldadı.
"Neyim var ki Yaz'dan gayrı?"
֎
K A T Y A
Aynı gün
Varnata, Avarya
Bir ilkokulun arka bahçesindeki bankta Devrim Doğdu, Ekin Başak Partisi'nin başkanı Katya'nın kızı, lisedeki yakın arkadaşıyla dedikodu yapıyordu. Henüz içeri girmek ve sandıklara mühürlü pusula atmak için yaşları tutmuyordu.
"Bir dahaki seçimde reşit olacağız." dedi sırıtarak. Askılı body'sinin askılarından biri düşmüş, orak çekiç uçlu kolyesi kaymıştı. "Kime oy vereceksin?"
"Annene tabii ki." dedi arkadaşı.
"Ben anneme oy vermeyeceğim." dedi kaşlarını kaldırarak. "Bence sen de verme, yani içeriden birisi olarak konuşuyorum, bana öyle baskı yapıyor ki ülkeye ne yapar bilemiyorum."
Banktaki diğer kız aynı fikirde değildi. Doğma büyüme Avar olmasına rağmen sebepsizce Amerikan aksanı eklediği konuşmasıyla "Ergen olduğumuzdan öyle düşünüyoruz bence." dedi. "Bak bebeğim, sana şöyle diyeyim, annen başa gelmeli. Onu kadar ülkeyi iyi yönetebilecek insan yok."
"Ay ben ne diyorum, sen ne diyorsun?" dedi gözlerini deviren Devrim. "Gelsin de Eurovision'u bile yasaklasın. Ben kimi destekliyorum, biliyor musun?" dedi bacak bacak üstüne atarak. Rengarenk boyanmış uzun tırnağını dudaklarına götürdü. "Hakan Vult'u."
"Neden?" dedi şaşırma mimiğini gereğinden fazla sergileyen diğer kız.
"Çünkü çok yakışıklı." dedi başbakan adayının kızı. Kelimelerin ünlü harflerini uzatmıştı. Köprücük kemiğine elini götürmüştü. "Kızım, adam tam bir karizma. Yani nasıl desem, böyle kapı gibi, hükümet gibi."
"Yok." dedi elini sallayan arkadaş. "Beğenmiyorum onu ben ya, bildiğin şişko yani. Asıl bomba kim biliyor musun? Aslan. Kurtuluş Aslan. Hani adam karizmanın tanımı yani, anlıyor musun? Dal gibi, fit." Başını arkaya yatırdı ve orkestra yönetir gibi elini kaldırdı. "Gülüşünde böyle gizli bir hüzün var ya. Bitiyorum be. Şiir gibi."
"Of, kanka biz geç doğmuşuz." dedi elini yelpaze gibi kullanan Devrim. "Sorun bende mi bilmiyorum ama yaşıtlarım bebek gibi geliyor. Hep yaşlı erkeklerden hoşlanıyorum."
"Al benden de o kadar." dedi diğeri. Sohbetlerine devam edemediler, çünkü hemen yanlarındaki asırlık ağaçtan yere birkaç yaprak düşerken Katya ve kocası Yılmaz, karınca sürüsünü andıran kalabalığın arasında göründü.
"Ben kaçıyorum, annemgil çıkmış." dedi ayağa fırlayan Devrim. Arkadaşının yanaklarından öptü ve koşar adım ön bahçeye geçip sürünün bir parçası oldu.
֎
K U R T U L U Ş
Aynı gün
Varnata, Avarya
Mor pardösülü, çiçekli eşarplı bir kadının gölgesi okulun koridoruna düşüyordu. Yeni Gün Partisi'nin başkanının eşi Nadire Aslan, biraz evvel oy verdiği sınıfın hemen yanında, adının altına mühür bastığı kocasının çıkmasını bekliyordu.
İçeride flaşlar patladı. Hemen ardından ilk gölgenin yanına ikinci bir gölge eklendi. Kurtuluş, karısını görünce gülümsedi ve koluna girdi. Beraberce yürürken geniş holde kartpostallara basılacak kadar hoş bir manzara oluşuyordu.
"Hayırlı olsun." dedi kadın. "Sonuç ne olursa olsun, seninle gurur duyuyorum."
Kalabalığın içinden geçerken birbirlerine iyice yaklaştılar. Sanki iki ayrı insan değil, sonradan ikiye ayrılmış tek parçaydılar. Binadan bahçeye adım attıklarında doğruca yüzlerine vuran öğlen güneşi gözlerini kamaştırdı. Her şey beyazladı, derken görüntüler geri döndü. Yarısı yıkılmış okul duvarının önüne park eden arabaların içinden bir tanesinin kapısı açılmıştı. İçinden çıkan bir adam onlara doğru el sallıyordu. Kurtuluş'un damadıydı.
Aslan çifti merdivenlerden inip beraberce arabaya doğru yürüdüler. İlkin parlayan arka camı göründü arabanın, sonra şoför koltuğunda oturan bir kadın. Sevda, Kurtuluş'un büyük kızıydı.
"Baba, sizi duydum." dedi Sevda'nın eşi Selim, gülümserken dişleri göründü. Görmeyen gözlerini örten siyah bir gözlük takmıştı. Öne geçti ve yoklayarak arabanın kapısını açtı. "Geçin, oturun. Nereye gidelim?"
"Hiç fark etmez," dedi orta yaşlı adam.
"Şöyle güzel bir yemeğe gidelim. Sen ne dersin hayatım?"
"Harika olur! Hadi yemeğe gidelim babacığım." dedi arabanın şoför koltuğundaki Sevda, eli direksiyonda. "Çok yoruldun, bugün dinlenmelisin."
"Peki, öyle olsun." dedi derin bir nefes alan Kurtuluş. Ana caddede iki yanlarından vızır vızır arabalar geçiyordu.
Kenti dışında kalan bir restorana gitmek istiyorlardı, bunun için Varnata'yı ortadan bölen ve ismini ülkenin kurucusu Ferhat Altay Okay'ın soyadından alan bulvardan geçtiler. Bakilik Parkı'nın önünden. Üzerlerine düşen gölgenin müsebbibi mavinin en sakin tonunu taşıyan gökte renkli oyuncaklardı.
֎
H A K A N
Aynı gün
Varnata, Avarya
Çok renkli dönmedolap, iri yassı plastik lambalarla süslü gondol, tünelinin girişinde paçavralar giymiş bir iskeletin beklediği korku treni, müşterilerini metrelerce yükseğe kaldırıp döndüren çığlıklı oyuncakların yer aldığı; süs havuzlarının, mısırdan pamuk şekere kadar envai çeşit yiyeceğin satıldığı büfelerin, çeşitli heykellerin, bol yapraklı asırlık ağaçların, çay bahçelerinin olduğu bir yerdi, başkentin en köklü parkı olan Bakilik.
Atlıkarınca, kırmızı tokalı bir kız çocuğunun da içlerinde olduğu birkaç çocuğu oturaklarında taşıyordu. Dönerken çocukların saçları uçuşuyordu. Kırmızı tokanın bağladığı kahverengi bukleleri sallandıkça kahkaha atan iki yaşındaki çocuk, onu bekleyen büyüğüne yaklaştıkça neşeyle haykırıyordu.
"Dede!"
Dedesi ise karşılık olarak çocuğun adını söylüyor ve el sallıyordu.
"Erzibet! Buradayım!"
Pazar günü kalabalıkları lunaparka yığmıştı. Ne var ki kimse, atlıkarıncadaki çocuklardan biri olan Erzibet Vult'un dedesinin yanına yaklaşmıyordu, çünkü etrafında korumalar, gazeteciler ve patlayan flaşlar vardı.
Erzibet tek torunuydu, büyük oğlu Mohaç'ın çocuğuydu. Adı, Macarca bir ad olan "Erszébet" isminin farklı bir yazılışından ibaretti. Gazetecilere sırıtıp beyaz dişlerinin göründüğü fotoğraflar çektirdi. Çoğunluk zamanın aksine bugünkü gülüşleri içtendi. Kırmızı tokalı çocuğu anne babasına teslim ettikten sonra, hazırladığı zafer konuşmasını prova edebilmek için parti binasına doğru yola çıktı.
Zemine döşenmiş gri mermere ilk kez ayak bastığında öğleni epey geçmişti. Saatler sonra, aynı mermere yeniden ayak bastığında ise hava kararmıştı. Hakan birkaç saatliğine dinlenmek için evine gidiyordu ve ona çatılık yapan mavi karanlık, günün en sevdiği vaktinin geldiğini gösteriyordu. Akşamı, seçimin sonunu.
Önce yemek yiyecekti. Kuruyemiş ve içecekler eşliğinde ulusal kanallardan birini açacak, ülke haritasının boyandığı renkleri izleyecekti. Partisinin adının yanındaki yüzde giderek artacaktı. Sona yaklaşıldığında ise televizyonun başından kalkacak, bayram çocuğu gibi en güzel giysilerini giyerek parti binasına dönecekti. Aynaya bakacak, saçlarını düzeltecek ve nihayet bahçeye hazırlanacak kürsüye çıkıp onun için toplanmış destekçilerine zafer konuşması yapacaktı.
Yeğeni Aslı Kristina ve küçük oğlu Görgü'yle ki bu ismin "görgü" sözcüğüyle ilgisi olmayıp Osmanlı karşıtı bir politikaya yönelmiş Erdel Prensi II. Györgyi Rákóczi'den geliyordu, arabasına bindi ve şöförüne evlerine gitmesini emretti.
֎
E M R E
Akşam
Uşak, Türkiye
İğne atılsa yere düşmeyecek halde olan kıraathanenin sigara dumanından saydamlığını yitirmiş camı, kaldırıma yanaşan koyu yeşil renkli Fiat Palio'nun fren lambalarını yansıttı.
Komiser Emre içeri girdi, düne nazaran daha da dağılmış ve sinirli bir haldeydi. Dün gece "embesil" olarak nitelediği şarkı yarışmasını izledikten sonra kaputu henüz soğumakta olan arabasına atlamış, kâğıtta yazılı adrese doğru yola koyulmuştu. Kent civarında yüz haneli bir köyde iki katlı bir binaydı. Burada iki kişi kalıyordu, emekli bir hemşire ile akıl sağlığını yitirdiği düşünülen, diğer insanlarla iletişim kuramayan, güler yüzlü, çocuk gibi bir adam. Hasan. Elinde bir değnekle gün boyunca dağda, taşta, köyde gezerdi. Gece olunca eve döner ve bahçede bir taşa uzanırdı. Dişleri yaşlılıktan dökülmüş hemşire kaldırırdı onu yerinden, içeriye taşır, yemeğini yedirir, bakımını yapardı.
Ta Avarya'dan buralara, Hasan Yatan adını taşıyan bu adamı sorgulama göreviyle gelmişti Emre. Sebebini bilmiyordu. Resmiyete geçmemiş bir görevdi bu, gizli makamların kulağına fısıldadığı sır. Komiser işini bilirdi. Dünyanın en ketum adamı karşısına gelse ne yapar eder, onu konuştururdu. Peki, nedir çare aklın zincirlerinden kurtulmuş olana? Bütün gün kendi kendine anlaşılmaz harfler, kelimeler, sayılar mırıldanan ve sürekli gülen bir adamdan nasıl laf alınabilirdi?
Başta klasik yöntemleri denemişti. Yaşıyla orantısız olarak bebeksi bir yüzü olan bu siyah saçlı, kalın kaşlı, beyaz tenli adamı karşısına oturtmuş; arabasında tuttuğu kâğıt yığınından bulduğu bir vesikalık fotoğrafı çıkarmış ve sormuştu.
"Bak birader, bu kadını tanıyor musun? Yani burada ilkokul çocuğu ama aradan otuz küsur yıl geçmiş, şimdi koskoca kadın."
Önlüklü, beyaz yakalı, kara kuru bir kız çocuğu görünüyordu polisin elinde tuttuğu siyah beyaz fotoğrafta. Hasan bir insan ne kadar gülümseyebilirse o kadar gülümsemiş, açık kalan ağzıyla "ma-maça kız" demişti.
"Ulan sen batak oynarken mi yitirdin aklını, buraya bak!" diye azarlamıştı sabrı çabucak taşan polis. "Ne maça kızı? Hande... Hande Bulut, senin ilkokul arkadaşın. Bize Hande Bulut lazım. Nerede, biliyor musun?"
Evet dese de razıydı Emre, hayır dese de. Hatta hiçbir şey demese ve gülmese de razıydı. Ancak Hasan gülüşünü bozmamış, polisin gözlerinin içine bakarak sanki ders veriyormuşçasına bir ciddiyetle anlamsız kelimeler ve sayılar söylemeye devam etmişti.
Komiserin çaresiz kaldığını hissettiği saatlerdi. Soruyu birkaç kez tekrarladıktan sonra ayağa kalkmış, Hasan'a vurmuş, kulağını çekmiş, konuşmazsa işkence yapmakla tehdit etmiş, hiçbirinden de bir sonuç alamamıştı. Sadece "köyün delisi"nin yüzündeki gülüşü söndürmeyi başarabilmişti. Canı yanan Hasan odanın köşesine kaçıp diz çökmüş, kablosu kopuk kırmızı bir ahizeyi kulağına dayamış, yine rastgele harfler ve sayılar söylemişti. Şikayetlenir gibi, inler gibi, ağlayarak.
Eğer o gün 22 Mayıs 2005 olmasaydı, Emre, Hasan'ı bir şekilde konuşturana kadar köyden ayrılmazdı. Ne var ki sayım vardı ve bir vatandaş olarak olanı biteni takip etmek zorundaydı. Güç dengesinin kimin lehine değişeceğini ya da değişmeyeceğini öğrenmeliydi.
Dünün aksine İç Ege'de hava bugün güneşliydi. Bu da televizyonun görüntü kalitesinin yüksek olduğu anlamına geliyordu. Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek için toplanmış kalabalığı aşamayacağının farkında olan Emre kıraathanenin sahibine durumunu anlattı. Radyosunu ödünç aldı. Çay ocağının arkasıyla tuvaletin arasına çekti taburesini, dükkânın en tenha yeri burasıydı.
Analog radyonun düğmesini çevirdi ve Avarya Uluslararası Radyosu'nu ayarladı. Kulağını dayadı, haberleri dinlemeye başladı.
֎
Y A Z
Aynı akşam
Varnata, Avarya
Yaz, partinin merkez binasında seçimi takip etmeyi tercih ediyordu. Sahada olmak istiyordu, tribünlerde değil. Başkanı olduğu kitlelerin yanında durmak, sonuç ne olursa olsun önde duracağını göstermek istiyordu.
Hayatını değiştirecek gecenin arifesinde fazlasıyla heyecan taşıyor, çabuk kuruyan damağını ıslatmak için elinde sürekli su taşıyordu. Bir yandan ezberlediği seçim sonucu konuşmasını tekrar etmek için dilini kıpırdatıyor, diğer yandan da gazetecilerin sorularını kafasında kuruyordu.
Bir ara yüzünü yıkamaya gitti. Dönerken karşısına aniden kalem etekli, parlak takımlı bir kadın çıkınca ürperdi. Koyu renklerin ağırlıkta olduğu bir makyaj yapmış, koyu renk saçlarını sımsıkı at kuyruğu şeklinde bağlamıştı. Kırklı yaşlarında olmalıydı, ya da ellili.
Boğulmuş hissetti. Uzun zamandır böyle iç karartıcı bir tarzla karşılaşmamıştı. Kadını yakından olmasa da tanıyordu ama böyle giyindiğini hiç görmemişti.
Bayan Alkan'dı o, partinin eski başkanı Bahri Alkan'ın kardeşi. Varnata Ekonomi Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Bu seçimlerde milletvekili adayı olana dek siyasete girmemişti.
Kadın aynı şekilde karşılık verdikten sonra önden seğirtti. Partinin genç başkanı, milletvekili adayının çantasının fermuarının bir kısmının açık olduğunu, hatta bir iskambil destesi gözüktüğünü fark etti. Kadının adımlarıyla birlikte sallanıyordu, her an düşebilirdi. Uyaracaktı, vazgeçti.
Bir evin oturma odası gibi döşenmiş salona yürüdü. Koltuklarda boş bir yer bulup oturdu, içerideki yirmi kişiden biri oldu. Vakit ilerlemişti. Seçim yasakları kalkmış, devlet televizyonu Avar TV sandık verilerini yayınlamaya başlamıştı.
Haritanın hangi renklere boyanacağı belliydi. Tunapeşte ve Voyvodan, Avrupa'ya daha yakın oldukları için sağ ideolojiden etkilenir ve Altın Taç Partisi'ne oy verirlerdi. Başkent Varnata da bu partiye eğilim gösterirdi. Vilisri turizmin yoğun olduğu bir kıyı şehri olarak Yeni Gün Partisi'ni tercih eder, Boğdancık ve Lizagrat gibi şehirler de Ekin Başak Partisi'ne eğilim gösterirlerdi. Kızıl Elma Partisi'nin önde olduğu bir vilayet yoktu.
Parti isimlerinin diğer ülkelerden farklı olmasının bir sebebi vardı. 1979 yılından beri Avarya'da siyasi partilerin ideolojilerini belirtecek isimler almaları yasaktı. Çünkü bu tarz isimlerin halkı tembelliğe ve kutuplaşmaya ittiğini gözlemlemişlerdi. Kendisine herhangi bir görüş seçmiş olan kişi, diğer partilerin tüzüklerini -hatta seçtiği partinin tüzüğünü bile- hiç okuma gereği duymadan görüşünün adını taşıyan hareketin fanatiği haline geliyordu. Kimi niçin desteklediğini, kime niçin karşı çıktığını bilmiyordu.
Partilerin yalnızca sembolik isimler taşımasına izin verildi. Ne var ki fısıltı gazetesi işini yapıyordu. Avarya sınırları içerisinde bir hafta gezinmiş ve halkın sohbetlerini dinlemiş olan herkes, hangi siyasi partinin hangi anlayışı savunduğunu bilirdi. Hangi şehirde hangi parti daha revaçta, bilinirdi. Avarya'da seçimler sürprizli günler değildi, başbakanın söylediği gibi "gidişat belli, sonuç belliydi."
Haber kanallarının seçim sonuçlarını harita üzerinde göstermek için seçtiği renkler parti isimleriyle uyumluydu.
Altın Taç, altın rengi. Kızıl Elma, kırmızı. Ekin Başak, açık sarı. Yeni Gün, turkuaz.
Harita soldan altın sarısına, sağdan turkuaza, ortadan da açık sarıya boyanırdı. Öyle olması gerekiyordu. Ne var ki saatler ilerledikçe haritada birkaç kırmızı renk ortaya çıkmıştı. Salonda oturan yoktu, herkes ayağa kalkmıştı.
Saatler ilerledikçe gariplik belirginleşti. Sandıklardan gelen sonuçla, Ana Seçim Kurulu'ndan açıklanan resmî sonuçlar alakasızdı. Ajansların sandık başından yayınladığı veriler olağan gidişatla uygunken, resmiyette hiç olmayacak sonuçlar çıkıyordu. Son üç seçimdir Altın Taç'ın açık ara kazandığı bir belde, bir anda rakip parti Yeni Gün'e döner miydi? Şehirler nasıl tersine dönmüştü? Ayrıca her sandık yüzde yüz oranla tek bir partiye oy vermiş görünüyordu. Yarı yarıya yoktu. Çeyrek yoktu.
Çok geçmeden kanallar peş peşe son dakika haberi girmeye başladı. Emniyet güçleri Ana Seçim Kurulu binasının etrafında toplanmıştı. Kimliği belirsiz teröristlerin baskın düzenlediği söyleniyordu. ASK Başkanı ve içeride çalışanlar rehin alınmıştı. Panik kol geziyordu sokaklarda, kolluk kuvvetleri olabilecek bir provokasyonu engellemek için fazla mesai yapıyordu. Huzurlu bir akşamı cehenneme döndürmeye bir kıvılcım yeterdi.
"Son durum nedir?" dedi bir ulusal kanaldaki sunucu. Ekrana bir muhabir geldi, arkada polis araçları, panzerler ve ASK binası görünüyordu.
"Rehineler için saldırganlarla iletişim kurmaya çalışıyorlar." dedi kulaklığına elini bastırarak. Bağırıyordu ama sesi yüksek gelmiyordu. "Çok yaklaşmamıza izin vermiyorlar. Operasyon hazırlığı yapılıyor. Sabah olmadan her şeyin olağan haline dönmesi için yoğun bir çalışma var burada."
Sunucunun yüzünde ansızın şaşırma ifadesi belirdi. Rejiden gelen mesajı dinledikten sonra kameraya döndü. "Sayın seyirciler, şu an tarihi bir an yaşıyoruz. Kanalımıza saldırganlardan bir mesaj ulaştı. Sahte oranların tesadüf olarak belirlenmediğini söylüyorlar. Sahte oy oranlarını ayrıntılı bir şekilde yayınlarsak rehineleri serbest bırakacaklarını bildiriyorlar."
Harita sözde resmî sonuçlarla ve bu sefer sandıklara göre boyanmış halde ekrana geldi: Ülke dörde bölünmüş ve her bölgeye iskambil kartlarının dört simgesi işlenmişti.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top