4. Bölüm


  Konuşma sona erince Fix, kamarasına dönüp düşünmeye başladı. Kim olduğu anlaşılmıştı muhakkak. Paspartu kendisinin dedektif olduğunu anlamış olmalıydı. Efendisine de söylemiş miydi acaba? Zihni biraz yatışınca Paspartu'yla açıkça konuşmaya karar verdi. Ortada iki şık vardı: Ya uşak, efendisinin suç ortağıydı her şeyi biliyordu; o zaman iş çıkmaza girmiş demekti. Ya da uşağın hırsızlıkta parmağı yoktu; o zaman hırsızdan ayrılmak kendi yararına olacaktı.

Beri yandaysa Phileas Fogg, hiçbir şeye aldırmadan kendi âleminde gidiyordu. Onun bir tek amacı vardı: Yolculuğu düşündüğü gibi bitirmek. Bunun için de yoluna devam etmekten başka düşüncesi yoktu.

Yolculuğun son günleri epeyce fırtınalı geçti. Bu yüzden geminin hızı pek azaldı. Fırtına dinmezse Hong Kong'a yirmi dört saat, hatta daha fazla gecikerek varabileceği anlaşıldı.

Phileas Fogg, suların bu kudurmuş hâline her zamanki gibi kılı kıpırdamadan bakıyordu.

Dedektif Fix ise bu olumsuz duruma çok seviniyordu. Hatta fırtına karşısında Rangon, bir limana sığınmak zorunda kalsa, sonsuz bir sevinç duyacaktı.

Nihayet fırtına dindi. 4 Kasım günü denizin durumu değişti. Gemi tekrar hızlanmaya başladı. Phileas Fogg'un programına göre Rangon'un ayın beşinde Hong Kong'a varması gerekiyordu. Hâlbuki o, bu limana ayın altısında varacaktı. Ortada yirmi dört saatlik bir gecikme vardı. Yokohama'ya giden vapuru bu yüzden kaçıracaklardı.

Bay Fogg elindeki yol kılavuzuna göz gezdirdikten sonra, her zamanki gibi sakin hâliyle kılavuz kaptanına sordu:

"Hong Kong'tan Yokohama'ya hangi gün vapur var, biliyor musun acaba?"

Kılavuz kaptan:

"Yarın sabah sular yükselince..." diye cevap verdi.

Bay Fogg hiçbir şaşkınlık göstermeksizin, "Ya!" diye cevap verdi.

O sırada Paspartu da oradaydı. Utanmasa, kılavuz kaptanı kucaklayacaktı. Oysa Fix, kafasını koparmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.

Bay Fogg:

"Yokohama'ya giden geminin adı ne?" diye sordu.

"Cartanic..." dedi kılavuz.

"Fakat bu dün kalkacak gemi değil miydi?"

"Evet ama kazanlarından biri bozuldu ve onarılması için yarına kaldı."

"Teşekkür ederim..." dedi Bay Fogg.

Saat birde, Rangon rıhtıma yanaşmış, yolcular birer ikişer karaya çıkmaya başlamışlardır.

Cartanic, ancak ertesi sabah beşte yola çıkacak olduğuna göre, daha vakitleri vardı. Gemiden indikleri zaman Bayan Auda'yı tahtırevana bindirip bir otele gittiler.

Phileas Fogg, genç kadın için bir daire tuttu. Sonra Bayan Auda'nın akrabası olan kişiyi aramaya gitti. Paspartu'yu da genç kadının yanına bıraktı.

Bay Fogg borsaya gidip "Jejeeh" adlı bir kişiyi sordu. Bir tacir, bu adamı tanıyordu. İki yıldan beri Çin'de oturmadığını, Avrupa'ya gittiğini söylemişti.

Phileas Fogg otele dönüp Bayan Auda'ya olanları anlattı. Bayan Auda:

"Ben şimdi ne yapacağım, Bay Fogg?" diye sordu.

"Yapacağınız gayet basit. Bizimle birlikte gelirsiniz olur biter."

Karar verilmişti. Bay Fogg, Paspartu'ya seslendi:

"Koş Carnatic vapuruna üç tane kamara bileti al."

Paspartu hemen otelden ayrıldı.

Paspartu hemen Carnatic gemisinin yanaşmış olduğu limana gitti. Orada dedektif Fix'i gördü; ama hiç hayret etmedi. Fakat Fix onu görünce fena hâlde bozuldu.

Fix çok sinirliydi. Çünkü tutuklama emri yine gelmemişti. Paspartu:

"Eee, Bay Fix, bizimle Amerika'ya kadar gelmeye karar verdiniz mi?" diye sordu.

Fix dişlerini gıcırdatarak cevap verdi:

"Evet."

"Haydi gelin, siz de bir kamara bileti alın!"

Sonra ikisi de gişenin bulunduğu yere yürüdüler. Dört kişi için kamaralar ayırttılar. Fakat memur onlara şöyle dedi:

"Cartanic'in onarımı tamamlandı. Bu yüzden vapur önceden haber verildiği gibi yarın sabah değil, bu gece saat sekizde hareket edecektir..."

"Ne güzel. Bu değişiklik bizim efendinin daha çok işine gelecek. Hemen ona haber vereyim."

Tam o sırada Fix ani bir karar verdi. Paspartu'ya her şeyi anlatacaktı. Belki de bu yolla Bay Fogg'u birkaç gün daha alıkoyabilecekti. Fix arkadaşına:

"Haydi! Gidelim de bir yerde bir iki kadeh içelim..." dedi.

Nasıl olsa Paspartu'nun vakti vardı. Onun için Fix'in davetini kabul etti. İkisi birlikte bir meyhaneye girdiler. İki şişe Porto şarabı getirdiler. Paspartu bol bol içti. Fix'de fazla içmiyor beri yandan da arkadaşının hiçbir hareketini gözden kaçırmıyordu. Havadan sudan konuştular. Şişeler boşalınca, Paspartu, vapurun kalkışıyla ilgili gelişmeyi efendisine bildirmek için ayağa kalktı; ama Fix onu alıkoymak istiyordu.

"Dur biraz..." dedi.

"Bir şey mi var, Bay Fix?"

"Paspartu, bazı şeyler söyleyeceğim sana."

Paspartu, kadehinin dibinde kalan birkaç damla şarabı da içerek:

"Ciddi bir şey mi?" diye sordu şaşkınlıkla. "Bundan da yarın söz ederiz canım. Bu günlük vaktim yok..."

Fix:

"Dur biraz yahu..." dedi. "Efendin Bay Fogg'la ilgili bir şey söyleyeceğim sana..."

Paspartu, efendisinin adı geçince arkadaşının yüzüne dikkatli dikkatli baktı. Fix'in yüzünde acayip bir ifade var gibiydi. Tekrar yerine oturdu.

"Ne söyleyeceksin bana bakalım?" diye sordu.

Fix elini arkadaşının koluna koydu, sesini alçaltarak:

"Benim kim olduğumu anlamıştın, değil mi?"

Paspartu gülümseyerek:

"Tabii..." dedi.

"Öyleyse her şeyi anlatayım..."

"Ben zaten her şeyi biliyorum; ama bir de siz anlatın bakalım. Yalnız daha önce şunu söyleyeyim ki, o baylar boş yere para harcıyorlar..."

Fix:

"Boş yere mi?" dedi.

Hiçbir şey anlamaz hâle gelmişti. Fix gözlerini dikerek sordu:

"İyi ama sen benim kim olduğumu sanıyorsun?"

"Siz bu Reform klüp üyelerinin adamı değil misiniz? Ödeviniz de efendimin yapmakta olduğu bu yolculuğu engellemek değil mi? Aşağılık bir iş bu doğrusu... Ben, sizin kim olduğunuzu çoktan anlamıştım ama Bay Fogg'a bunu söylemeye gerek görmemiştim."

Fix atılarak sordu:

"Bir şey biliyor mu o şimdi?"

Paspartu kadehini bir kere daha boşaltarak cevap verdi:

"Hayır, hiçbir şeyden haberi yok."

Fix, onu efendisinin suç ortağı sanmıştı ama ortada böyle bir şey yoktu. Kendi kendine, "Madem efendisinin suç ortağı değil, bana yardım eder öyleyse..." dedi.

Dedektif ikinci defa kararını vermişti. Zaten bekleyecek vakti de yoktu. Her ne pahasına olursa olsun, Fogg'u Hong Kong'da tutuklaması gerekiyordu.

"Ben Reform klübün üyelerinin adamı değilim... Ben polis hafiyesiyim. İngiliz polisi bana bir görev verdi..."

"Nee? Siz polis hafiyesi misiniz?"

"Evet. Durun da ispat edeyim size. İşte kimliğim."

Sonra cüzdanından bir kâğıt çıkarıp Paspartu'ya gösterdi. Uşak, şaşkın şaşkın Fix'in yüzüne bakıyordu. O sözüne devam etti:

"Bay Fogg'un giriştiği o bahis var ya. Bir bahaneden başka bir şey değil... Sen de buna kanmışsın. Yalnız sen değil, Reform klüpteki arkadaşları da kanmışlar. Senin bilmeden Bay Fogg'a suç ortağı olmanda onun çıkarı var, anladın mı?"

Paspartu:

"Neden?" diye bağırdı.

"Dur da anlatayım sana. 28 Eylül günü İngiltere bankasından elli beş bin İngiliz sterlini çalındı ama çalan adamın eşgali de tespit edildi. İşte bu tıpa tıp efendinin eşgaline uyuyor..."

Paspartu iri yumruğunu masaya indirerek:

"Yok canım!" dedi. "Benim efendim dünyanın en namuslu adamıdır..."

Fix cevap verdi:

"Ne malum? Sen onu tanımıyorsun bile? Onun yanına tam yola çıkacağı gün girdin. O da saçma bir şeyi bahane edip bavul bile almadan yola çıktı. Yalnız içi para dolu bir çanta götürüyor? Sonra sen de onun için 'namuslu adamdır' diyorsun."

Zavallı delikanlı durmadan, "evet, evet" diye tekrarlayıp duruyordu. Büyük bir şaşkınlık içindeydi:

"Böyle olunca, sen de onun suç ortağı olarak tutuklanmak istir misin?"

Paspartu, başını iki avucunun içine almıştı. Bayan Auda'yı bunca tehlikeyi göze alarak kurtarmış olan bu mert ve yiğit adam bir hırsızdı ha? Aleyhinde kanıt vardı! Fakat o yine de efendisinin suçlu olduğuna inanamıyordu. Sonra:

"İyi ama benden ne istiyorsunuz?" dedi.

"İstediğim şu. Ben buraya kadar Bay Fogg'un peşini bırakmadım. Londra'dan tutuklama emri istemiştim ama bir türlü gelmedi. Onun için Fogg'u Hong Kong'da alıkoymak istiyordum. Sen de bu işte bana yardım edeceksin..."

"Ben yardım edeceğim ha!.."

"Sonra, İngiltere bankasının parayı bulana vereceği iki bin sterlinlik ödül var ya, onu da seninle yarı yarıya bölüşürüz, iyi mi?"

Paspartu ayağa kalkmak istedi ama yere yuvarlandı. Vücudunda güç kalmadığını hissediyordu:

"Olmaz böyle şey!" diye bağırdı. "Bakın Bay Fix, bana söylediklerinizin hepsi doğru bile olsa... Hatta, efendim sizin aradığınız hırsızın ta kendisi de olsa... Ben onu arkadan vuramam... Hayır... Dünyanın bütün altınlarını da verseler ona bunu yapamam..."

"Kabul etmiyorsun demek?"

"Kabul etmiyorum."

"Eh, öyleyse sana hiçbir şey söylemediğimi farz et. Şimdi de içelim, ha?"

"Evet, içelim."

Paspartu gittikçe daha fazla sarhoş olmaya başladığını hissediyordu. Fix, ne pahasına olursa olsun onu efendisinden ayırmak gerektiğini anlamış olduğu için zavallı genci sızdırıncaya kadar sarhoş etmeye karar verdi. Masanın üstünde birkaç tane afyon dolu çubuk duruyordu. Bunlardan birini alıp Paspartu'nun avucuna yerleştirdi. Zavallı uşak çubuğu alıp dudaklarına götürdü, sonra da yattı. Birkaç nefes çekince uyuşturucunun etkisiyle başı döndü ve yere yuvarlandı.

Fix kendi kendine, "hele şükür" dedi. "Bu sızdı ya, efendisi Cartanic gemisinin hemen kalkacağını vaktinde haber alamayacak. Ama yola çıksa bile yanında bu Fransız olmadan yola çıkmış olacak."

Bunlar olurken Bay Fogg ile Bayan Auda dinleniyorlardı. Paspartu ne akşam, ne de sabah gelmişti otele. Bay Fogg hiç şaşırmamıştı buna.

Sabah olunca Bayan Auda ile birlikte rıhtıma gittiler. Cartanic yoktu. Bay Fogg geminin akşam kalktığını öğrendi. Uşağını burada bulacağını sanıyordu ama o da yoktu. Bayan Auda merak etmeye başladı.

Fix ise otelden beri onları izliyordu. Bir fırsatını bulup konuştu.

"Afedersiniz ama uşağınızı burada bulacağımı sanıyordum."

Bayan Auda:

"Nerede olduğunu biliyor musunuz?"

"Sizinle değil mi? Cartanic onarımı bitirip on iki saat önce kalkmış. Öteki gemi sekiz gün sonra geliyor."

Fix bunları söylerken içten içe seviniyordu. Bay Fogg:

"Ama Hong Kong limanında başka gemiler de var galiba..." dedi. Bay Fix bu sözün üzerine yumruk yemiş gibi oldu.

Daha sonra arayıp "Tankadere" adlı bir vapur buldular. Güçlü bir motoru vardı. Ancak kaptan Yokohama'ya değil de Şhangay'a götürecekti. Çünkü Amerika'ya gidecek vapur buradan kalkıyordu.

Bay Fogg bunu duyunca hemen kabul etti. Günde yüz İngiliz sterlini ve zamanında varırlarsa iki yüz İngiliz sterlini daha verecekti.

Hazırlanıp vapura bindiler. Fix'de onlarla beraberdi. Fix şöyle düşünüyordu: "Bay Fogg centilmen bir hırsızdı galiba?" Çünkü yol masrafını o veriyordu. Vapur hareket etti. Bay Fogg ile Bayan Auda, güvertede rıhtıma bakıp Paspartu'yu arıyorlardı. Paspartu hâlâ ortalıkta yoktu.

Fix de Paspartu'ya kalleşlik ettiğini düşünüyordu. Esrarın etkisi daha geçmedi. Bu yüzden meyhaneciden onu polise teslim edip ülkesine gönderilmesini istedi. Yanına da biraz para bıraktı.

Çin denizinde bir fırtına başladı. Öyle ki, sağlam bir gemi olmasa, alabora olurdu. Kaptan güçlükle dalgalardan kurtardı Tankadere'yi.

Kasımın on birinde, saat yedide Şhangay'a üç mil kalmıştı. O sırada kaptan okkalı bir küfür savurdu. İki yüz sterlinlik ödülü kaçırıyordu herhâlde.

Yine o sırada ufukta, bacasından dumanlar saçan kara, uzun bir tekne görüldü. Bu gelen, Amerikan gemisiydi. Tam saatinde hareket etmişti. Bay Fogg gemiyi kaçırmıştı. Kaptan John büsbütün ümitsizlikle:

"Allah kahretsin!" diye bağırdı.

Phileas Fogg sadece:

"İşaret ver..." dedi.

Tankadere'de küçük bir top vardı. Sisli havalarda bu topla işaret verilirdi. Top hemen dolduruldu, Kaptan topu ateşleyeceği sırada, Phileas Fogg:

"Bayrağı yarıya indir..." dedi.

Hemen söyleneni yaptılar. Bu geminin yardım istediği anlamına geliyordu. Phileas Fogg dışında gemidekilerin tümü çok heyecanlıydılar.

Amerikan gemisi belki bu durumda bir an için yolunu değiştirip yelkenlinin yanına gelecekti.

Bay Fogg:

"Ateş!.." diye bağırdı.

Küçük bronz topun gürleyişi de hava da çınladı.

Paspartu ise Carnatic gemisindeydi. Meyhanede esrarın etkisinden kurtulup kendisini zor dışarı atmıştı. Rıhtıma gelip Carnatic'i hareket ederken yakalamış, gemiye binince de efendisiyle bayan Auda'yı boşu boşuna aramıştı. Onlara geminin kalkacağını haber verememişti. Afyonun etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Sonra aklına Fix geldi. Öfkelenerek yumruğunu sıktı ve daha sonra içinden "ben sana gösteririm!" dedi. Keşke efendisine Fix'in dedektif olduğunu söyleseydi.

13 Kasım sabahı gemiden inen Paspartu, isteksizce karaya çıktı. Geceyi bir parkta geçirdi. Ertesi gün ne yapacağını düşünüyordu.

Ertesi gün açlıktan bitkin bir hâlde "ne yapıp edip karnımı doyurmalıyım" diye düşündü.

Bir iş bulmalıydı. Sonunda Amerika'ya gidecek olan bir gemide iş buldu. Bu bir sirk gemisiydi. Gitmeden önceki son temsillerini veriyordu. Paspartu buraya cambaz olarak girdi. Şarkı da söyleyecekti. Çünkü gençken bu işleri yapmıştı.

Temsil başlamıştı. Göstericiler inanılmaz hareketler yapıyorlardı. Temsilin sonunda "insandan piramit" yapılacaktı. Bunu, yüzlerine geçirdikleri uzun tahta burun yardımıyla yapacaklardı. Paspartu da bunların arasındaydı. Sahneye girerek piramidin tabanını meydana getiren öteki arkadaşlarının yanında durdu. Sonra öteki cambazlar gelip üst üste burunlarına yerleştiler. Tiyatronun tavanına kadar yükselmiş insandan piramit meydana getirdiler.

Kulakları patlarcasına yükselen bir alkış tufanı başlamıştı. Orkestra ise bütün hızıyla çalıyordu. Birden piramit sarsıldı, denge bozuldu, tabandaki burunlardan biri eksilince, insanların oluşturduğu anıt da birden yıkılıverdi. Kabahat Paspartu'daydı. O hâliyle sahneden aşağı fırlamış, galerinin sağ tarafına tırmanarak seyircilerden birinin ayaklarına kapanmıştı. Bir yandan da;

"Ah efendim, sevgili efendim!" diye bağırıyordu.

"Sen misin, Paspartu?"

"Öyleyse hadi bakalım, doğru vapura."

Bayan Auda yaptıkları yolculuğu ve yol arkadaşları olan Fix'i anlattı. Paspartu, Fix'i duyuncu hiçbir şey belli etmedi. Efendisine her şeyi anlatma zamanının gelmediği düşüncesindeydi.

Pasifik okyanusu çok sakindi, gemi hızla yol alıyordu. Fix ise ortalarda yoktu. Yokohama'da İngiliz konsolosluğuna gittiğinde tutuklama emri gelmişti. Yalnız bu yazı kırk gün önceki tarihi taşıyordu. Bombay'dan beri Fix'in peşinden gelmişti çünkü. Ne yazık ki artık işe yaramıyordu. Çünkü Bay Fogg İngiliz topraklarından çoktan ayrılmıştı. Buna çok öfkelendi. İlk öfkesi geçtikten sonra:

"Peki..." dedi kendi kendine, "Burada işe yaramıyor ama İngiltere'de pekâlâ yarar."

Fix, böylece kararını verdikten sonra, hemen General Grant vapuruna bindi. Bay Fogg ile Bayan Auda'da vapurdaydılar. Fakat Paspartu'yu hem de o acayip kılıkta görünce, Fix pek şaştı. Paspartu, yaptığı kalleşliğin muhakkak hesabını soracak, bu yüzden bütün işler berbat olacaktı. Vapur kalabalıktı. Fix, uşağın kendisini göremeyeceğini sanıyordu. Fakat tam o gün geminin baş tarafında ikisi burun buruna geldiler.

Paspartu, Fix'in gırtlağına sarılıp onu bir güzel dövdü. Paspartu rahatlamıştı ama Fix de berbat bir hâldeydi. Yerinden kalkarak söze başladı:

"Bana dayak attın ama ziyanı yok..." dedi. "Bunu bekliyordum zaten. Şimdi beni dinle. Bugüne kadar Bay Fogg'un aleyhindeydim ama şimdi ben de ondan yanayım..."

"Hele şükür!" diye bağırdı Paspartu. "Nihayet onun hırsız olmadığına inandın değil mi?"

"Hayır, onun hırsız olduğuna hâlâ eminim. Dur, gitme, konuşayım. Tutuklama emri gelsin diye onu yolundan alıkoymaya çalıştım. Bu uğurda elimden geleni geri koymadım. Onu buralarda tutuklama emrim yok. Şimdi de Bay Fogg İngiltere'ye dönüyor galiba, değil mi? Ben de onun peşinden gideceğim. Ve bundan sonra onun yolu üzerindeki bütün engelleri gidermek için çalışacağım. Oyunumu değiştirdim artık..."

Paspartu, dedektif Fix'i büyük bir dikkatle dinlemişti, hafiyenin doğru söylediğine aklı yattı.

"Şimdi barıştık mı?"

"Barıştık diyemem. Ama iş birliği yapabiliriz. Fakat en ufak bir kalleşlik daha yaptığını görürsem bu kez kafanı kırarım, ona göre..."

Ertesi akşam saat altıya çeyrek kala yolcular gara ulaştılar ve trenin kalkmaya hazır olduğunu gördüler. Bay Fogg, Bayan Auda, Paspartu ve Fix trene bindiler. Yol düzgün olduğu için tren hızlı gidiyordu. Gece olmuştu. Ortalık zifiri karanlık, hava soğuk, gökyüzü bulutluydu. Soğuktan tren hızını azaltmıştı. Neredeyse kar yağacaktı.

Vagondaki yolcular pek az konuşmaktaydılar. Paspartu, hafiye Fix'in yanına oturmuştu ama onunla konuştuğu yoktu.

Tren yola çıktıktan bir saat sonra kar yağmaya başladı. Pek ince bir kardı bu, treni geciktirecek cinsten değildi.

Tren, San Francisco'dan kalktığından beri dokuz yüz mil yol almıştı. Ertesi gün 7 Aralık'tı. Green River istasyonunda bir çeyrek saat durdu.

Phileas Fogg, soğuk bir şekilde de olsa genç kadına her gün derin bir bağlılık beslediğini her hâliyle gösteriyordu. Bayan Auda da bu yüzden Phileas Fogg'a bağlanmıştı. Bu duygulara şimdilik sadece minnet duygusu gözü ile bakıyordu. Trende zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Fix:

"Oyun oynamaya ne dersiniz, Bay Fogg?"

"İskambil biliyor musunuz?"

"Tabii."

"O hâlde oynayalım."

Hemen oyuna başladılar. Oyuna öyle daldılar ki, trenin nerede olduğunu bilmiyorlardı. New York'a ulaşmak için dört gün dört gece yeterli olacaktı.

Sabahın sekizinde, Mac Pharsen kalesi önünde trene Kızılderililer saldırdılar. Trende çarpışma ve boğuşmalar oluyordu. Böylece Kızılderililer kaçtılar.

Kondüktör lokomotifi trene bağladı ve hemen hareket ettirdi. Fakat bu sırada Bay Fogg, Bayan Auda ve Fix, o sırada yakında bulunan gardaydılar. Trenin sesini duyunca, Bay Fogg dışarı çıkıp bağırdı; ama gürültüden sesi duyulmuyordu. Tren gitmişti bile. Daha sonraki tren yarın sabah gelecekti. Phileas Fogg tam yirmi saat geç kalmıştı.

Bu gecikmeye en çok Paspartu üzülmüştü.

Ertesi sabah polis hafiyesi Fix, Bay Fogg'a yaklaştı:

"Sahiden işiniz acele mi sizin?" diye sordu.

Phileas Fogg:

"Evet, sahiden acele!" diye cevap verdi.

"Peki, bu Kızılderililer sizi yolunuzdan alıkoymasalardı, New York'a 11 Aralık günü varmış olacaktınız, değil mi?"

"Evet. Böylece oraya vapurun kalkış zamanından on iki saat önce varmış olacaktım."

"Peki. Şu hâlde yirmi saat geciktiniz. On ikiden yirmiye sekiz ister. Demek ki sekiz saat kazanmak zorundasınız. Bunu denemek ister misiniz?"

"Nasıl? Bunca yolu yaya giderek mi?"

"Hayır, kızakla. Yelkenli kızakla yani. Bir adam geldi: 'Benim yelkenli kızağım var, isterseniz sizi götüreyim' dedi."

Bu adam geceleyin gelip polis hafiyesiyle konuşmuştu. Ama Fix onun teklifini kabul etmemişti.

Phileas Fogg, Fix'e cevap vermedi ama dedektif istasyonun önünde dolaşmakta olan o adamı görünce Bay Fogg ona doğru ilerledi. Biraz sonra Phileas Fogg'la Mudge adlı bu Amerikalı bir kulübeye girdiler.

Orada Bay Fogg epey acayip bu taşıt aracını gözden geçirdi. Bu dört köşe tekne gibi bir şeydi. İki uzun tahtanın üzerine yerleştirilmişti. Bu acayip kızak beş altı kişi alabilecek kadardı. Bir direğe geniş bir branda bezinden yelken çekilmiş, direk, tekneye sıkı sıkı tutturulmuştu. Tekne gibi şeyin arkasındaki dümen, bu acayip taşıt aracını istenen tarafa doğru sürmeye yarıyordu.

Kışın ova buz tutup kar yüzünden işlemez hâle gelince bu kızaklar, çok kısa zaman içinde bir istasyondan ötekine giderler.

Bay Fogg'la bu kara gemisinin kaptanı çabucak uyuştular. Rüzgâr elverişliydi. Mudge:

"Hiç merak etmeyin, birkaç saatte Omaha istasyonuna ulaştırırım sizi..."

Saat sekizde kızak harekete hazırdı. Yolcular kızağın tekne kısmına binerek yol battaniyelerine sımsıkı sarılmışlardı. İki kocaman yelken de açılınca rüzgârın tesiriyle kızak saatte kırk mil hızla sertleşmiş karın üstünde ilerlemeye başladı.

Rüzgâr düşmese, Omaha'ya beş saatte varmak Mudge'nin işine geliyordu. Çünkü Bay Fogg her zaman olduğu gibi, Omaha'ya vaktinde varmak şartıyla ona da dolgun bir ödül verecekti.

Saat daha bir olmamıştı ki bu usta kılavuz dümeni bıraktı. Yelkenlerin hepsini birden indirdi. Fakat kızak bir kere hız almış olduğu için, yelkensiz olduğu hâlde yine de yarım mil kadar gidip sonunda durdu. Mudge, kardan bembeyaz birkaç damı göstererek:

"Geldik..." dedi.

Gerçekten de gelmişlerdi. Evet, nihayet bu istasyona gelmişlerdi. Buradan da Amerika'nın doğusuna her gün birkaç tren kalkmaktaydı. Hepsi yere indiler. Bay Fogg, Mudge'ye söz verdiği gibi parayı ödedi. Paspartu, Mudge'nin elini arkadaşça sıktı. Sonra hep birden Omaha istasyonunun yolunu tuttular.

Harekete hazır olan bir trene bindiler. Tren Des Maines ve Iowo City'den geçerek Iowo eyaleti içinde hızla yol aldı. Geceleyin Illinois eyaletine girdi. Ertesi gün ayın onu idi. Tren akşamın dördünde Chicago'ya geldi.

Chicago'da trenden bol bir şey yoktu. Bay Fogg hemen bir trenden ötekine geçti. Tren bütün hızıyla yola koyuldu. Nihayet Hudson Nehri göründü. Ve 11 Aralık gecesi saat on biri çeyrek geçe tren istasyona girip Cunard Lina vapurlarının yaklaştıkları rıhtımın sol tarafında durdu.

Ne yazık ki Liverpool'a gidecek olan Chines adlı vapur tam kırk beş dakika önce kalkmıştı.

İngiliz centilmeni, kıyıdan bir palamar boyu uzakta demirlenmiş bir ticaret gemisi gördü. Bacasından çıkan kara kara dumanlara bakılırsa yakında yola çıkacaktı.

Phileas Fogg, bir sandal çağırdı ve Henriatta adlı bu gemiye gitti. O zaman geminin teknesinin sacdan, üst kısımlarının da tahtadan olduğunu gördü.

Phileas Fogg güverteye çıktı ve kaptanı sordu. Geminin kaptanı da hemen geldi. Bay Fogg:

"Kaptan siz misiniz?" diye sordu.

"Evet, benim. Bir iş mi vardı, bayım?"

"Yola mı çıkıyorsunuz?"

"Evet... Bir saate kadar..."

"Nereye yük aldınız?"

"Hiçbir yere. Yük almadım, boş gideceğim."

"Yolcu da almadınız mı?"

"Hayır. Zaten ben hiç yolcu almam. Yolcu dediğin de yük sayılır ama insana ayak bağı olur. Gemi de yolludur, saatte on iki mil yapar."

"Peki beni Liverpool'a götürür müsünüz? Üç de arkadaşım var..."

"Hayır, gidemem."

"Gidemez misiniz?"

"Hayır, bayım! Bordeux'a gideceğim..."

"Kaç para isterseniz veririm."

Kaptan çok sert bir tavırla reddetmişti.

Phileas Fogg:

"Evet ama Henriatta'nın armatörleri bunu duyarlarsa..." diyecek olduysa da, kaptan sözünü yarıda kesti:

"Armatör de, kaptan da hepsi benim, gemide benim kendi malım..." dedi.

"Peki, gemiyi bana kiralayın."

"Hayır."

"Öyleyse satın."

"Hayır."

Phileas Fogg'un kılı bile kıpırdamadı. Şimdiye kadar para sayesinde her güçlüğü devirmişti. Fakat bu sefer para da hiçbir işe yaramayacaktı.

Fakat Phileas Fogg'un aklına yine bir şey gelmişti.

"Peki, öyleyse beni Bordeux'ya götürün, olmaz mı?"

"Hayır, iki yüz dolar da verseniz götürmem."

"Ben size iki bin dolar vereceğim... Hem de adam başına, kaptan!"

"Adam başına mı?"

"Evet, adam başına..."

"Dört kişiydiniz galiba?"

"Dört kişiyiz..."

Kaptan Speedy bu teklife çok sevinmişti. Yolunu değiştirmeden adam başına iki bin dolar alacaktı. Onun için kısaca:

"Saat dokuzda kalkacağım. Arkadaşlarınızla beraber o saatte gelirsiniz..." dedi.

Bay Fogg da:

"Tam saat dokuzda gemide oluruz..." cevabını verdi.

Hengrietta demir aldığı sırada dördü de gemideydi. Polis hafiyesi Fix de onlarla beraber yolculuk yapıyordu. Hem de bedava... Paspartu, bu son yolculuğun kaç dolara mal olduğunu öğrenince, "eyvah!" çekti ki, işitenler acıyıp kaldı.

Fix'e gelince o da içinden şunları geçiriyordu: "İngiltere bankası bu işten zararsız kurtulamayacak galiba."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top