3. Bölüm


Saat ilerliyordu. Zaman gelmişti. Yerlere serilip uyumakta olan bütün insanlar, dirilen ölüler gibi kımıldanmaya başladılar. Sağda solda birkaç kişi ayağa kalkmıştı bile. O sırada tam tam sesleri duyuldu. Demek ki zavallı genç kadının ölüm saati gelmişti artık.

Tam o sırada tapınağın kapıları açıldı ve içeriden dışarıya daha kuvvetli bir aydınlık vurdu. Bay Fogg'la Sir Francis, bu çiğ ışığın içinde biçare kurbanı gördüler. İki rahip zavallıyı kollarından tutmuş, dışarıya sürüklüyordu. Hatta onlara öyle geldi ki kadıncağız son bir gayretle canını kurtarmaya uğraşmakta, afyonun sarhoşluğunu dağıtıp cellatlarının elinden kurtulmak için çabalamaktaydı. Sir Francis'in yüreği birden "Hop" etti. Çırpınır gibi bir hareketle Phileas Fogg'un elinden yakaladı. O sırada arkadaşının elinde bir bıçak tutmakta olduğunu gördü.

Diğer yandan kalabalık da harekete geçmişti. Kenevir dumanları yüzünden genç kadın yine uyuşuk bir hâle düşmüş bulunuyordu. Hint yoksullarının arasından geçerken bunlar inançlarının etkisiyle bağrışıp çağırışıyorlardı.

Phileas Fogg'la arkadaşları kalabalığın son sıralarında karışarak onunla beraber ilerlediler.

İki dakika sonra ırmağın kenarına varmışlar, odun yığınından elli adım kadar uzakta durmuşlardı. Racanın ölüsü hâlâ odunların üstünde yatmaktaydı. Alacakaranlıkta genç kadını da seçebildiler. Zavallı artık hiç kımıldamıyordu. Onu da kocasının yanına uzatmışlardı.

Sonra birisi bir meş'aleyi odun yığınına yaklaştırdı. Odunlar zaten yağ içinde olduğu için hemen alev aldı.

O sırada Fogg delice bir cesaret göstererek odun yığınına doğru fırlamak istedi ama, Sir Francis ile kılavuz onu güçlükle tuttular.

Fakat Fogg onları itip ellerinden kurtulmuştu ki sahne birden değişiverdi. Korku dolu bir feryat yükseldi. Bütün kalabalık dehşet içinde yere kapandı.

İhtiyar raca galiba ölmemiş olacaktı. Çünkü onun birden, tıpkı bir hortlak gibi doğrulduğu, genç kadını kollarına alıp yattığı yerden indiği görüldü. Dumanlar, buharlar, ona hayalet gibi bir görünüm vermekteydi.

Yoksullar, muhafızlar, rahipler birden korkuya kapılmışlar, yere kapanmaktan başka yapacak bir şey bulamamışlardı. Hiçbiri başını kaldırıp böyle bir mucizeye bakmaya cesaret edemiyordu. Zavallı kadın ise baygın bir hâldeydi. Hiç kımıldamıyordu. Kendisini taşıyan kuvvetli kolların arasına giriverdi. Sanki tüy gibi hafifti... Bay Fogg'la Sir Francis yere kapanmıştı. Onlar ayakta duruyorlar, kılavuz ise başını eğiyordu.

Dirilen adam, böylece kadın kucağında olduğu hâlde yürüyerek Bay Fogg'la Sir Francis'in durdukları yere kadar geldi. Sonra sert bir sesle onlara:

"Hemen sıvışalım!" dedi.

Koyu dumanların ortasında odun yığınına kadar sokulmuş olan kişi Paspartu'dan başka biri değildi. Cesur uşak, ortalığın henüz karanlık olmasından yararlanarak genç kadını ölümden kurtarmıştı. Sonra, rolünü çok cüretli bir şekilde oynamış, üstelik talihi de yaver gitmiş ve genç kadını kucakladığı gibi korkudan yerlere kapanan kalabalığın arasından geçirivermişti.

Biraz sonra dördü birden ormanın içinde kayboldular. Fil de yine hızlı adımlarla onları götürmeye başladı. Fakat Hintliler dönen dalaverenin farkına varmışlardı. Çünkü yeniden bağrışmalar, feryatlar duyuldu. Hatta bir kurşun vızlayarak gelip Philea Fogg'un şapkasına bile değdi.

Gerçekten de alev alan odun yığınının üzerinde yalnız ihtiyar racanın cesedi görülmekteydi. İlk korkuları geçince rahipler genç kadının kaçırıldığını anlamışlardı.

Bunun üzerine rahipler, arkalarında muhafızlarla hemen ormana dalmışlardı. Fakat kadını kaçıranlar çoktan oradan uzaklaşmışlardı bile.

Kaçırma işi başarı ile sona ermişti. Sir Francis, Paspartu'yu tebrik etmiş, efendisi ise sadece "Afferin" demekle yetinmişti. Ama bu söz, onun ağzından çıkan derin bir beğenme ve övgü belirtisiydi.

Genç kadına gelince olup bitenlerin farkına bile varmamıştı. Filin sırtındaki küfelerden birinde uyumaktaydı.

Kılavuz, fili çok büyük bir ustalıkla sürmekteydi. Saat yedide durup mola verdiler.

General, Phileas Fogg'a şunları söyledi:

"Bayan Auda Hindistan'da kalırsa, er geç yine o cellat heriflerin eline düşer. Bu adamlar bütün ülkeye yayılmış durumdadırlar. İngiliz polisini hiçe sayarak kurbanlarını Madras'da, Bombay'da Kalküta'da nerede olursa olsun ele geçirmenin bir yolunu bulurlar."

Generale göre genç kadının güvenliği ancak Hindistan dışında sağlanabilirdi. Bu da onu ülke dışına çıkarmakla mümkün olabilecekti.

"Söylediklerinizi göz önünde tutar, gereğini yaparım... merak etmeyin, general!" dedi Phileas Fogg.

Saat ona doğru, kılavuz, Allahabad istasyonuna yaklaştıklarını haber verdi. Phileas Fogg hemen ertesi gün, yani 25 Ekim'de öğleyin Hong Kong'a kalkacak olan vapura yetişmek zorundaydı. Bu yüzden Kalküta'ya da vaktinde ulaşması gerekiyordu.

Bayan Auda'yı istasyonda bir odaya bıraktılar. Genç kadına birkaç tuvalet eşyası ile giyim eşyası satın alma işi için geniş bir kredi açmıştı.

Uşak hemen yola çıktı. Allahabad sokaklarında dolaşmaya başladı. Allahabad "Tanrı şehri" demektir. Burası Hindistan'ın en kutsal şehirlerinden birisidir. Çünkü iki kutsal nehrin, yani Ganj ve Jumma'nın birleştikleri noktada kurulmuştur. Paspartu alışveriş yaparken bir yandan da şehri görmek imkânını buldu.

Bayan Auda, kendine gelmeye başlamıştı. Rahiplerin üzerinde yarattıkları etki ve afyonla kenevir dumanlarının verdiği sarhoşluk yavaş yavaş azalmaktaydı.

Tren biraz sonra Allahabad istasyonundan ayrılacaktı. Kılavuz bekliyordu. Bay Fogg onun ücretini anlaştıkları fiyat üzerinden ödedi, bir kuruş bile fazla vermedi. Bu da Paspartu'nun biraz garibine gitti. Çünkü efendisinin, bu fedakâr kılavuza çok şey borçlu olduğunu pek iyi biliyordu. Sonra fil meselesi vardı, bu kadar yüksek fiyata alınmış bir fili ne yapacaklardı? Fakat Phileas Fogg bu konuda kararını vermişti bile. Kılavuza döndü:

"Görevini iyi başardın doğrusu..." dedi. "Gördüğün hizmetin bedelini ödedim ama gösterdiğin fedakârlığın karşılığını ödemedim. Şu fil var ya, al onu, senin olsun."

Kılavuzun gözleri sevinçle parladı:

"İyi ama efendim, bu fili vermekle bana büyük bir servet bağışlıyorsunuz..." dedi.

Bay Fogg:

"Sen dediğime bak, bu fili al..." dedi. "Ben sana bu hesapla borçlu bile kalırım..."

Paspartu:

"Hah şöyle, şimdi yoluna girdi!" diye bağırdı. "Al arkadaş, al bakalım!.. Bu fil yiğit, cesur bir hayvanmış doğrusu!"

Biraz sonra Phileas Fogg, Sir Francis ve Paspartu, rahat bir vagona yerleşmişlerdi. Bayan Auda ise kompartımanın en rahat köşesinde oturuyordu. Tren var hızıyla Benares'e doğru yol almaktaydı.

Bu şehir, Allahabad'dan seksen mil kadar uzaktaydı. Tren bu uzaklığı iki saatte aşıverdi.

Yol boyunca genç kadın tamamen kendine geldi. Kompartımanda, hiç tanımadığı insanlar arasında, Avrupalı elbiseleri giymiş olarak oturduğunu görünce pek şaşırdı. Yol arkadaşları önce onunla meşgul oldular. Sonra da general, Fogg'un gösterdiği fedakârlığı, Paspartu'nun cüretli buluşunu anlattı. Bay Fogg anlatılanları hiç ses çıkarmadan dinledi. Paspartu ise utancından kıpkırmızı olmuştu.

Bayan Auda, kurtarıcılarına söz söyleyerek değil de, sevinç gözyaşları dökerek candan teşekkür etti. Hind toprağına yeniden gözü ilişince zavallı kadın korkudan tir tir titremeye başladı.

Phileas Fogg, Bayan Auda'nın zihninden geçenleri anladı. Genç kadını ferahlatmak için, her zamanki gibi kılını kıpırdatmadan:

"İsterseniz sizi de Hong Kong'a götürürüm, bu iş kapanıncaya kadar orada kalırsınız, olmaz mı?" dedi.

Bayan Auda bu teklifi sevinçle kabul etti. Saat yarımda tren Benares istasyonunda durdu. Sir Francis, arkadaşlarından burada ayrılacaktı. Onun için generalle Philleas Fogg burada vedalaştı, ona başarı diledi.

Bay Fogg, arkadaşının elini hafifçe sıktı. Bayan Auda ise generale daha dostça veda etti:

"Benim için yaptıklarınızı hiçbir zaman unutmayacağım!" dedi.

Paspartu'ya gelince... General, delikanlının elini sevgi ile sıktı. İkisi de heyecanlıydılar. Sonra ayrıldılar...

Benares'ten sonra demiryolunun bir kolu Ganj vadisinden geçiyordu. Hava da oldukça berraktı.

Sonra gece oldu. Tren bütün hızıyla ilerlemeye devam etti. Nihayet sabahleyin saat sekizde Kalküta'ya vardılar. Hong Kong'a gidecek olan vapur öğle üzeri kalkacaktı. Buna göre Phileas Fogg'un beş saatlik vakti vardı. Programa göre ne ileride, ne de gerideydi. Londra ve Bombay arasında kazanmış olduğu iki günü Hint yarımadasını aştığı sırada bilinen koşullar içinde yitirmişti. Ama görünüşe göre, Phileas bu yüzden üzülmüşe benzemiyordu.

Tren garda durmuştu. Paspartu, Bay Fogg ve Bayan Auda trenden indiler. Bay Fogg gardan çıkmak üzereydi ki yanına polis memuru yaklaştı:

"Bay Fogg siz misiniz?" diye sordu.

"Evet, benim."

"Bu adam da sizin uşağınız mı?"

Polis bunları söylerken Paspartu'yu gösteriyordu.

"Evet."

"Öyleyse ikiniz de benimle gelin..."

Bay Fogg, şaşırdığını gösteren hiçbir hareket yapmadı. Paspartu itiraz etmek, sebep sormak istedi ama polis memuru elindeki copla ona şöyle bir dokununca sustu. Sonra Fogg:

"Bu hanım da bizimle gelebilir mi?" diye sordu.

"Gelebilir..." dedi polis.

Bir arabaya binip şehirden geçtiler ve basit görünüşlü bir binanın önünde durdular. Polis memuru onları arabadan indirip pencereleri parmaklı bir odaya götürdü.

"Saat sekizde yargıç Obadiah'ın karşısına çıkacaksınız..." dedi.

Sonra dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Paspartu:

"Yakalandık demek..." dedi.

Bayan Auda:

"Beni bırakıp gidin..." dedi. "Sizi benim yüzümden izliyorlar! Beni kurtardınız ya, ondan."

Phileas Fogg sadece:

"Yok canım, imkân yok buna..." dedi. "Bizi kesinlikle bu iş için takip edemezler. Kim şikâyette bulunmaya cesaret edebilir ki? Herhâlde bir yanlışlık olacak. Sonra ben ne olursa olsun sizi bırakacak değilim, Hong Kong'a kadar da götüreceğim."

Paspartu da söze karışarak:

"Evet ama vapur öğle üzeri kalkıyor..." dedi.

"Öğleye kalmaz vapura binmiş oluruz..." diye cevap verdi Bay Fogg.

Saat sekiz buçukta odanın kapısı açıldı. Polis memuru yine göründü ve tutukluları bitişikteki odaya soktu. Burası bir mahkeme salonuydu. Dinleyicilere ayrılan yerlerde Avrupalılardan ve yerlilerden oluşan bir kalabalık görülüyordu.

Bay Fogg, Bayan Auda ve Paspartu, yargıçla zabıt kâtibinin boş sandalyelerinin karşısında bulunan bir sıraya oturdular.

Yargıç Obadigah da ardından zabıt kâtibi ile beraber hemen o anda içeriye girdi. Yargıç şişman, tostoparlak bir adamdı.

Sonra:

"İlk davaya bakacağız..." dedi.

Zabıt kâtibi Opysterpuf:

"Phileas Fogg hanginiz?" diye sordu.

"Benim..." dedi Bay Fogg.

"Paspartu kim?"

"Benim..." dedi Paspartu.

Yargıç Obadiah:

"Tamam..." dedi. "İkiniz de sanıksınız. İki gündür Bom-bay'dan gelen her trende sizi aradılar."

Paspartu'nun sabrı tükenmeye başlamıştı.

"Peki ama suçumuz neymiş?"

Yargıcın emri üzerine bir kapı açıldı, bir mübaşir içeriye üç rahip soktu.

"Tamam..." dedi Paspartu. "Genç hanımı yakmak isteyen rahipler bunlar..." diye mırıldandı.

Zabit kâtibi dava dilekçesini okudu. Bu dilekçede, Phileas Fogg'la uşağının, Brahman dinine göre kutsal sayılan bir yere saygısızlıkta bulundukları bildiriliyordu. Yargıç, Phileas Fogg'a:

"İşittiniz, değil mi?" diye sordu.

"Evet, efendim..." dedi. "Allahabad yolunda böyle bir şey olduğunu itiraf ediyorum."

"Dava dilekçesinde sözü geçen kutsal yer orası değil. Bombay'dake Malebar Hill tapınağı..." deyince çok şaşırdılar. Çünkü bu olayı unutmuşlardı bile...

O sırada zabıt kâtibi de söze karıştı:

"Suç delilleri de işte burada..." diyerek masanın üstüne bir çift ayakkabı koydu.

Paspartu kendini tutamayıp bağırdı:

"Aaa, benim ayakkabılarım bunlar!"

Müfettiş Fix, Bombay'da olan bu olaydan gayet iyi yararlanılabileceğini anlamıştı. Yola çıkışını on iki saat geciktirerek Malebar Hill tapınağındaki rahiplere akıl hocalığı etti. İngiliz hükûmetinin bu gibi durumlarda çok sert davrandığını bildiğinden, rahiplere:

"Dava açarsanız dolgun bir tazminat alabilirsiniz..." demiş. Sonra da rahipleri alıp kahramanlarımızın peşine düşmüştü.

Paspartu'nun zihni bu iş yüzünden çok fazla karışık olmasaydı, salonun bir köşesinde dedektif Fix'in oturduğunu ve davayı büyük bir ilgi ile izlediğini görecekti. Bombay ve Kalküta'da da istediği tutuklama emri henüz eline varmamış bulunuyordu. Yargıç:

"Demek olup bitenleri itiraf ediyorsunuz, öyle mi?" diye sordu.

"Evet, itiraf ediyoruz..." diye cevap verdi.

O zaman yargıç kararını söyledi:

"Paspartu lâkabıyla tanınan 'Jean' adlı sanığın on beş gün hapis ve üç yüz İngiliz sterlini para cezasına çarptırılmasına karar verildi. Ayrıca kendi hizmetinde bulunan bir uşağın hareketinden sorumlu olması tabii bulunduğuna göre, Phileas Fogg adlı kişinin de bu işte suçlu görülerek sekiz gün hapis ve yüz elli İngiliz sterlini para cezasına çarptırılmasına karar verildi."

Yargıç sonra zabıt kâtibine emretti:

"Kâtip, bundan sonraki davanın dosyasını çıkar.

Phileas Fogg ise sanki mahkûm olan kendisi değilmiş gibi, soğukkanlı görünüyordu. Kararı dinlerken kılı bile kıpırdamamıştı. Fakat zabıt kâtibi bir sonraki davanın taraflarını çağıracağı sırada yerinden kalktı:

"Kefaletle serbest bırakılmamı talep ediyorum..." dedi.

Yargıç:

"En tabii hakkınızdır bu..." dedi.

Fix, başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hisseder gibi oldu. Fakat yargıcın kararını işitince yüreğine su serpildi. Yargıç, Phileas Fogg'la uşağının bu ülkenin yabancısı olduklarını göz önüne alarak her biri için biner İngiliz sterlini gibi büyük bir kefalet parası takdir etmişti.

Phileas Fogg:

"Parayı vereceğim..." dedi.

Ve Paspartu'nun elinde tuttuğu çantadan bir tomar banknot çıkararak zabit kâtibinin masası üzerine koydu.

Yargıç:

"Hapis cezanızı çektikten sonra bu para size geri verilecekti..." dedi. "Şimdiki hâlde kefaletle serbest bırakıldınız."

Phileas Fogg uşağına:

"Gel bakayım..." dedi.

Genç kadın, Phileas Fogg'un kolundaydı. Fix, hırsız sandığı için Fogg'un iki bin İngiliz sterlinini feda edemeyeceğini düşünüyordu. Bu yüzden hemen Bay Fogg'un peşine takıldı.

Bay Fogg bir araba çağırarak Bayan Auda ve Paspartu'yla birlikte kentin rıhtımına gittiler. Kıyıdan yarım mil açıkta gitmek için bekleyen Rongon gemisine bindiler. Fix onların gemiye bindiklerini gördü. Ayağını yere vurarak "Vay namussuz, gidiyor! İki bin İngiliz sterlinini göz göre göre feda etti!"

Rangon, Pninsular and Oriental kumpanyasının, Çin ve Japon denizlerindeki seferler için çalıştırdığı gemilerden biriydi.

Bu yolculuğun ilk günlerinde Bayan Auda, Phileas Fogg'la daha yakından tanışmak imkânını buldu.

Rangon'la yapılan bu yolculuğun ilk kısmı çok iyi koşullar içinde geçti. Hava iyiydi. Geniş Bengal körfezinde gemiyi yolundan alıkoyacak hiçbir olay olmadı. Çok geçmeden Rangon, Andaman takımadalarından Büyük Andaman'ın açıklarına geldi. Vapur, kıyının epey yakınından geçti. Adaların manzarası çok hoştu. Her taraf yemyeşil ağaçlarla kaplıydı. Fakat Andaman takımadalarının değişik manzarası çabucak geçip gidiverdi ve Rangon, hızla Malaka boğazına doğru yol almaya başladı. Gemi bu boğazdan geçtikten sonra Çin denizlerine girecekti.

Dedektif Fix de hiç istemediği hâlde, bu deniz yolculuğuna katılmıştı. Paspartu'ya görünmeden gemiye binmişti. Fakat olayların gidişi yine Fix ile Paspartu'yu karşılaştırıp konuşmak zorunda bıraktı. Bu yüzden Fix, o gün kamarasından çıktı. Paspartu'ya rastlamak ümidiyle güvertede dolaşmaya başladı. Onu görünce şaşırmış gibi yapacaktı ve bu sayede onu konuşturabilecekti. Paspartu geminin baş tarafında dolaşıyordu. Fix, onu ilk defa kendisi görmüş gibi yaparak koştu:

"Vay, siz bu vapurda mıydınız?" diye bağırdı.

Paspartu, Mongolia'daki yol arkadaşını görünce pek şaşırmıştı:

"Kimi görüyorum? Siz de bu vapurdasınız ha?" diye bağırdı. "Ne oluyor yahu? Ben sizi Bombay'da bırakmıştım. Hong Kong yolunda yine karşılaştık? Siz de mi dünya turuna çıkıyorsunuz yoksa?"

Fix:

"Hayır..." diye cevap verdi. "Hong Kong'da kalmak niyetindeyim. Yani hiç olmazsa birkaç gün kalacağım orada."

Paspartu bir an şaşırmış göründü:

"Ya!.." dedi. "Ama Kalküta'dan kalkalı beri nasıl oldu da sizi vapurda göremedim ben?"

"Biraz rahatsızdım da... Deniz tutmuştu. Ben de kamarada yattım. Hint denizini geçmesi kolay ama Bengal körfezini aşmak pek kolay değil. Efendin Bay Fogg ne yapıyor?"

"İyi, yol programını dakikası dakikasına uygulamakla meşgul. Bugüne kadar tek gün bile yitirmiş değil! Ha, Bay Fix, sizin haberiniz yok, yanımızda bir de genç hanım var."

"Bir genç hanım mı?.." diye sordu. Bilmezlikten geliyordu.

Paspartu olup bitenleri ona çabucak anlattı. Ormanda olanları, mahkemeyi, iki bin İngiliz sterlinine serbest bırakmalarını tek tek anlattı.

Fix sordu:

"İyi ama efendin sonunda bu kadını Avrupa'ya götürmek niyetinde mi?"

"Hayır, Bay Fix, hayır! Biz bu hanımı Hong Kong'ta oturan bir akrabasına bırakacağız. Bu adam orada çok zengin bir tacirmiş."

Fix fena hâlde bozulmuştu ama belli etmedi. İçinden, "Hay Allah kahretsin!" dedikten sonra, Paspartu'ya sordu.

"Bir kadeh cin içer misin?"

"Tabi..." diye cevap verdi Paspartu. "Rangon gemisinde yeniden karşılaşmamızın şerefine içelim bari."

O günden sonra Paspartu'yla Müfettiş Fix sık sık buluştular. Fix arkadaşına çok çekingen davrandı ve onu konuşturmak için gayret göstermedi. Bay Fogg'u da ancak bir iki defa uzaktan gördü. Ya Bayan Auda'nın yanında bulunmak ya da oyun oynamak için hep Rangon'un büyük salonunda oturuyordu.

Paspartu, dedektif Fix'i bir kere daha efendisinin karşısına çıkaran acayip tesadüf üzerinde ciddi olarak düşünmeye başlamıştı. Paspartu'nun aklına gelen şu idi: "Fix, Bay Fogg'un, Reform klüpteki arkadaşlarının adamıydı. Fix'i efendisinin peşine onlar takmışlar, bu yolculuğun hazırlanan program gereğince, düzgün bir şekilde yürüyüp yürümediğinden böylece emin olmak istemişlerdi."

30 Ekim çarşamba günü öğleden sonra Rangon vapuru Malaka boğazına girmişti. Ertesi sabah saat dörtte Rangon, tarifi gereğince yolculuk için gerekli zamandan yarım gün kazanmış olduğu hâlde, Singapur'a uğradı. Burada kömür alacaktı.

Phileas Fogg, elde ettiği bu yarım günlük kazancı, elindeki programın kâr sütununa geçirdi. Fakat bu sefer Bayan Auda ile birlikte karaya çıktı. Çünkü genç kadın birkaç saat gezinmek istemişti.

Dedektif Fix, Phileas Fogg'un her hareketinden kuşkulandığı için görünmeden onu izlemeye başladı. Paspartu'da onun yaptığı bu işe bıyık altından gülerek her zaman olduğu gibi alışveriş yapmak için çarşıya çıktı.

Singapur adası büyük ve heybetli bir yer değildi. Bayan Auda ile Phileas Fogg, Yeni Hollanda'dan getirilen güzel atların çektiği şık ve rahat bir arabaya binerek yemyeşil yapraklı palmiyelerin ve karanfil ağaçlarının arasında gezdiler.

İkisi de saat onda vapura döndüler. Kendileri fark etmemişlerdi. Ama Dedektif Fix, her gittikleri yerde onların peşinden ayrılmamış, bu yüzden epey araba masrafı ödenmiştir.

Paspartu, efendisi ile Bayan Auda'yı Rangon'un güvertesinde bekliyordu. Çarşıya çıktığı zaman o yörelerde yetişen meyvelerden satın almıştı. Bunlardan Bayan Auda'ya ikram etti. O da ona sevimli bir tavırla teşekkür etti.

Singapur'la Hong Kong arası bin üç mil kadardır.

Phileas Fogg'un Çin kıyılarını en fazla altı günde aşması lazımdı. Çünkü Hong Kong'dan 6 Kasım günü Yokohama'ya kalkacak vapura yetişmesi gerekiyordu. Rangon tıklım tıklım doluydu. Singapur'dan vapura birçok yolcu binmişti.

O zamana kadar oldukça iyi gitmiş olan hava, ayın son haftasında birden bire değişti. Denizde fırtına başladı. Rüzgâr bazen çok şiddetli esti. Fakat bereket versin güneydoğudan esiyor ve geminin hızla yol almasına yardım ediyordu. Rüzgârın sert olmadığı zamanlar kaptan yelken de açtırıyordu. Hem buharla, hem yelkenle ilerlediği için geminin hızı daha da arttı.

Bir gün dedektif Fix, Paspartu'ya:

"Demek sen de bu acayip dünya turuna inanıyorsun ha!" diye takıldı.

"İnanıyorum elbette... Siz inanmıyor musunuz?"

"Ayıp olmasın ama inanmıyorum."

Paspartu gözünü kırparak;

"Hadi oradan..." dedi.

Uşağın bu sözü polis hafiyesini uzun uzun düşündürdü. Onun kim olduğunu anlamış mıydı yoksa?

Fakat o gün Paspartu'nun çenesi de açılmıştı artık:

"Nasıl, bu meslek çok para getiriyor mu size Bay Fix?" diye sordu.

Fix, kılını kıpırdatmadan cevap verdi:

"Onun orasından ben de kuşku duymuyorum..."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top