25 | kursakta kalan heves

Gariptir ki, onu gördüğümde uzun zamandır kayıp olanın ben olduğunu hissetmiştim. Gerilim parmaklarımdan tüm vücuduma yayılıyorken rüzgar tenimi yalıyordu. Üzerimde çekingenlik ve hissettiğim titreme algımı köreltiyordu. Çekingen adımlarla onun yanına yaklaştığımda nefesimi uzun zamandır tuttuğumu fark etmemiştim. Oydu. Canlı, kanlı karşımda duruyordu. Yutkundum. Sanki sesimi bulamıyordum.

"Hao! Uzun zamandır seni bekliyordum. Öncelikle sana bu şelaleyi göstermek istiyorum. İçinde yüzebilir ve oynayabiliriz," heyecanlı hali sesine yansırken ardı ardına konuştu. Gözlerim doldu. Öyle bir andı ki nefes alamadığımı hissettim. Ciğerim yanıyordu. Benim bu halime şaşırmış olmalı ki bana yaklaşıp aramızdaki mesafeyi kapattı. Elini suyun içine daldırıp bana biraz fışkırttığında kendime gelmiştim.

Küçük bir çocuk gibi benimle oyun oynamak istiyordu.

Kendimi kontrol edemeyip ağlamaya başladığımda hızla arkamı döndüm. Beni ağlarken görmesini istemiyordum. Titreme bu sefer dudaklarımı ele geçirmişti. Ağlarken bir yandan da titremem yüzünden sarsılıyordum.

"Suyun içine girersen ağladığını görmem," daha deminkine göre heyecanlı olan sesi gitmiş yerine durgun bir ses tonu gelmişti. Beni görmek istediğini biliyordum. Kendime birkaç saniye verdikten sonra ona dönüp kendimi suyun içine bıraktım. Yüzümü ıslattığımda artık ağladığımı istese de anlayamazdı.

"Neden ağlıyorsun? Yine oyuncağımı mı almak istiyorsun? Al, senin olsun. Ben artık oynamak istemiyorum zaten."

Sanki hiç zaman geçmemiş de biz eski halimize dönmüşüz gibiydi. Eskiden onun oyuncaklarına sahip olmak istediğimi bile hatırlıyordu. Konuşacak cesaretim yoktu. Usulca ağlıyordum. Yapacak başka bir şeyim yoktu.

"Uzun zamandır yoktun. Şimdi geldin ama konuşmuyorsun. Oysa ben de seninle vakit geçireceğimiz için mutluydum." Yüzü düşmüş, dudaklarını sarkıtmıştı. Ne diyebilirdim? Ona ne söyleyebilirdim ki? Jiwoong haklıydı. Sanırım ben de onunla yüz yüze gelmeye hazır değildim. Kursakta kalan hevesten korkmalıydım.

"Hoon, ben özür dilerim." Ağzımdan çıkan tek cümle buydu. Söylemek istediğim çok fazla şey olmasına rağmen iki dudağımın arasından sadece bu cümle çıkmıştı.

"Neden?" Merakla başını kaldırıp bana baktı. Yan yana suyun içinde duruyorduk. Sırtımızı suyun içindeki kayaya yaslamış şelalenin akışına bakıyorduk. "Sürekli senin sahip olduğun şeylere sahip olmak istediğim için," elini omzuma koyup kocaman gülümsedi.

"Hey, sorun değil. Dedim ya, ben sıkıldım zaten. Her şey senin olabilir." Başımı ona çevirip gözlerinin içine baktım. Gözleri bana baktığı için pırıldıyordu.

"Ama artık ben de onlara sahip olmak istemiyorum."

Yüz ifadesi birkaç saniye yüzünde asılı kalsa da omuz silkip elini suyun içinde gezdirdi.

"Maalesef ki onlara birisinin sahip olması lazım. Sahipsiz kalırlarsa kaybolurlar." O oyuncaklardan ya da başka şeylerden bahsediyordu ama benim değinmek istediğim şey onun hayatıydı. Onun hayatına sahip olmamdı. O belki anlamıyordu ama benim konuşmaya, anlatmaya ihtiyacım vardı.

"Peki ya sahipleri de onlara sahip çıkmazsa? Yine kaybolmazlar mı?" Bir süre yere bakıp dediğimi düşündü. "Doğru söylüyorsun sanırım artık bu konu hakkında hiçbir şey yapamayız. Kaybolan şeyleri geri getiremeyiz." Ama o kaybolduğu halde ben onu bulmuştum. Yüzüme yerleşen tebessümle ona cevap verdim. "Çok iyi ararsak onları bulabiliriz," yine gözleri parlayarak bana baktı. "Gerçekten mi?" Başımı salladım.

"Bak, ben de seni buldum. Sana sahip çıkmadığım için kaybolmuştun. Şimdi yan yanayız." Söylediklerim onu tereddütte sokmuştu. Bana kafası karışarak baktı. "Kaybolmuş muydum?" Değindiği nokta tam odak noktasıydı. Ona bir şeyleri hatırlatmakta başarılı olursam belki de hafızası yerine gelebilirdi. Çünkü bana öyle denmişti. Yaptığım rolü yaşayan birisiyle yan yana durmak fazla garipti.

"Babam seni alıp götürdü, hatırlamıyor musun? O zamandan beri seni arıyorum. Nihayet seni buldum. Demek ki ararsak bulmak mümkün, değil mi? Sen ne olduğunu hatırlıyor musun?" Biraz karışık konuştuğumu fark etsem de beni anlamasını umuyordum. Bana ipuçları vermeliydi. Bizi kurtarmak için ona ihtiyacım vardı. Ve bu halde bana yardımcı olamazdı.

"Babam beni Kore'ye götürdü, Tayland'a değil. Sonra ben kendim buraya geldim. Hoof tam bir çılgın, değil mi?" Kendini överek kahkaha attığında kaşlarımı çattım. Demek biraz zorlasam bir şeyleri öğrenebilirdim. Hafızasının tamamını kaybetmemiş olduğunu umuyordum. "Peki neden buraya geldin? Kore güzel değil miydi?" Ona bir çocukmuş gibi yaklaşmak benim için çok zor değildi. Çünkü en son o yaşlarımızda yakındık. O da bunu biliyordu. Belki bu yüzden bile olsa bana karşı daha açık olabilirdi. Güvenini kazanmalıydım.

"Babamdan kaçtım. Çok zor dersler ve ödevler vardı. Yorulmuştum," yüzünü asarak konuştuğunda onu zorlamalı mıydım, emin değildim. "Heh, sonra bir şey yapmamı istedi benden ama hatırlamıyorum. Ben de kabul etmedim ve buraya geldim. Burası çok rahat ve huzurlu." Yüzündeki tebessüm büyürken ben çatık kaşlarla ona bakıyordum. Babamın zorladığı şey neydi?

"Peki bana hatırladığın kadarıyla bir şeyler anlatır mısın? Görüşmeyeli uzun zaman olduğundan merak ediyorum," onunla küçük bir çocuk gibi konuşurken kendimi de çocuk gibi hissederek konuştuğumu fark etmiştim.

"Korkunç. Hatırlamak istemiyorum." Yüzünün rengi beyazlamaya başladığında gerilmeye başlamıştım. Ne olduğunu merak etsem de onu kötü hissettirmek istemiyordum. "Tamam, kendini zorlama. Ben sen anlatana kadar burada olacağım." Başını salladı. "Gitme ama tamam mı? Burası oradan daha güvenli." Söyledikleri kalbimi parçalara ayırıyorken dolan gözlerimi umursamamaya çalışarak ona sarıldım.

"Tamam, Hoon. Her şeyi düzelteceğim, söz veriyorum."

***

"Ne demek telefonunu açmıyor? Birkaç gün sonra defile var. Nerede bu çocuk?" Baba ve afrodit toplantı odasında buluşmuş ve dünden beri telefonunu açmayan Hao'ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Afrodit oldukça gergindi. Çünkü bu defileye ön sıralardan yer ayırtmak için lüks bir takım bile satın almıştı.

"Hanbin'e sordum ama o da bilmediğini söyledi. Hanbin bilmiyorsa kimse bilmiyordur." Afrodit alaycı yüz ifadesini takınarak tur attığı odaya baktı. Sandalyeye oturup bacaklarını üst üste attı ve karşısındaki zavallı adama baktı.

"Peki Hanbin'e ne kadar güvenebiliriz?" Baba başını Afrodit'e çevirip tek kaşını kaldırdı. "Başından beri Hoon için onu tuttun ama sana elle tutulabilir hiçbir bilgi vermedi. Ben başından beri ondan razı değilim. Bir şey beni huzursuz ediyor." Baba telaşlı görünen eşine baktı. Onun her zaman ki evhamlarına vakit harcamak istemiyordu. "Ne yani onun bir ajan ya da polis olduğunu falan mı zannediyorsun? Dümdüz bir çocuk işte. Tam işimize yarayacak birisiydi ve ben de onu kullanıyorum." Afrodit başını iki yana salladı.

"Onu bunu bilmem ama bu defileden elimiz boş dönersek iki aylık gelirine el koyarım. Çünkü onu şımartıp başımıza şişiren sensin."

***

Hanbin, Jiwoong ve Hao'nun kimlik bilgilerinden sistemde nerede olduklarını bulmuştu. Başta gitmek için ısrarcı olmasa da bir süre sonra içi içini kemirmeye başlamıştı. Hao'yu aramış ama açmamıştı. Hoon'u buldu mu, merak ediyordu. Bilgisayar ekranından yansıyan bilgilere baksa da tereddüt hali ortadaydı.

Güvenini kazanmak için başından beri onun adamıymış gibi rol yaptığı adama mesaj attı. Arayıp konuşmaya bile tenezzül etmemişti.

"Hao'nun nerede olduğunu buldum. Sanırım benden şüphelenmeye başladı. Bu yüzden güvenini kazanmalıyım. Yerini söylemeyeceğim ama yanına gidiyorum, merak etmeyin."

Hao ile tanışmadan önce bilerek bu işe girmiş ve babanın dikkatini çekerek kendini onun adamı yapmıştı. O yüzden Baba her şeyde ona güveniyordu. Önceden ulaştığı bilgilere de zaten Hanbin sayesinde ulaşıyordu. Fakat asla aklına onun polis olacağı ve ona ihanet edeceği gelmezdi. Gözü kapalı Hanbin'e güveniyordu. Hanbin de bunu bildiği için hareketlerini ona göre yapıyordu. Bu mesajı atarken bile bir yandan onun güvenini kazanıyordu. Hanbin, bu oyundan sıkılmaya başlamıştı. O yüzden bu işe bir son vermek için Tayland'a gidecekti. Hoon yaşıyorsa onun için ne değişecekti, bilmiyordu ama tek bildiği oraya gitmesi gerektiğiydi.

Belki de kafasında sadece Hao vardı ve onu merak ettiği için gidiyordu, kim bilir?

***

"Hadi, evine dönelim. Suda kalmaya devam edersek hasta oluruz," bir saatten fazla bir süredir beraberdik. Konuşma bir şekilde ilerlemişti. Ona başta ayak uyduramam sanmıştım ama şaşırtıcı şekilde bayağı konuşmuştuk. Benim şu an hatırlamadığım şeyler onun hafızasında daha canlıydı. Eskiden olan tartışmalarımız, oyunlarımız... birçok şey. Onları bana yeniden hatırlatmış, yaşatmıştı. Biz iki kardeş bu hale nasıl gelmiştik?

"Ben de üşümeye başladım. Hadi gidelim," ayağa kalkıp üstümüzdekileri sıktık. Çok çabuk hasta olduğumu bildiğim için kendime özen gösteriyordum. Burada bana bakacak kimse yoktu.

Yaklaşık yarım saat geçtiğini fark ettiğimde Hao'ya baktım. Kafası karışmış bir şekilde yola bakıyordu. Geldiğimden daha uzun süredir yolda olduğumuzu hissediyordum. Ve gelirken gördüğüm guguk kuşları bu kez ortalıkta görünmüyordu.

"Hao, bir sorun mu var?" Elini ensesine götürüp kaşıdı. "Yolu hatırlayamıyorum. Keşke Ten veya annesinin gelmesini bekleseydik." İçime dolan gerginlikle etrafı inceledim. Hava da kararmak üzereydi. "Nasıl yani? Yolu bilmiyor muydun?" Ah, akılsız kafam, ben de yolu biliyor zannedip onun peşine takılmıştım. "Hayır. Beni hep onlar almaya gelir. Aslında biliyor muyum, diye test etmek istemiştim de galiba bilmiyormuşum," ona kızsam bile ne bekliyordum ki? Karşımdaki benimle aynı yaşta olsa da kafası yedi yaşındaki bir çocuk ile aynıydı. Ben de ona güvenip eve götürmesini istemiştim. Tam bir aptallık.

"Peki burada sığınabileceğimiz bir yer biliyor musun? Yokluğunu fark ederlerse eğer en azından aramaya gelirler." Bu ihtimale tutunarak ona sorduğumda bir süre düşündü. Daha sonra elini havaya kaldırarak bağırdı. "Buldum!" İçime dolan hevesle derin bir nefes aldım.

"Nedir?" Kendine güvenen bir edayla omuzlarını dikleştirdi. "Beni takip et, ikiz. Bu sefer doğru yere seni götüreceğim." Ona güvenmekle tereddüt etsem de başka çarem yoktu. Hiçbir yeri bilmiyordum.

"Nereye gidiyoruz?" Arkasından onu takip ederken alnındaki teri elinin tersiyle sildi. "Orman bekçilerinin denize yakın bir kulübesi var. Her sabah mutlaka uğrarlar. Bu gece olmasa da sabaha bizi bulmuş olurlar!" Ah, bu küçük çocuğa güvenmek umarım beni bu kez yanıltmazdı. Başımı sallayıp onu takip etmeye başladım.

On dakika sonra onun bahsettiği yere geldiğimiz de nefes nefese kalmıştım. Fazla yürümüştük ve yol taşlıydı. Ekstra vakit kaybetmiştik ve çoktan karanlık olmuştu. En azından buraya varabildiğimiz için şanslı olmalıydık.

Kulübe tahtadan yapılmış olsa da dayanıklı görünüyordu. İkizimi takip ederek evin içine girdiğimiz de buzdolabını açıp içinden su çıkardı. Kendi içmeden önce bana doldurduğunda gülümseyerek teşekkür ettim. O her zaman beni düşünürdü. Küçüklüğümüzden beri değişmeyen şeylerden birisi de buydu. Ben olsaydım, önce kendim içer sonra ona verirdim. Benden sonra o da içtiğinde yorgunluğun üstüne iyi gelmişti.

Tahtadan yapılmış sandalyeye oturdu.

"Çok yoruldum! Keşke seni evime götürebilseydim, özür dilerim." Başımı iki yana salladım. "Sorun değil. Sonuçta yan yanayız. Önemli olan bu, değil mi?" Gülerek başını salladı. Karnından gelen sesle utanarak yanakları kızarınca kahkaha attım. Oh, acıkmış olmalıydı. Birkaç saniye sonra da benim karnımdan ses geldiğinde bu sefer gülen oydu.

"Gülmeyi kes de yiyecek bir şeyler bulalım. Buzdolabında sadece su var." Gülmeyi bırakıp yanıma geldiğinde çekmeceleri karıştırıp bulduğu iki paket rameni bana gösterdi. "Sanırım bunlar işimizi görür." Uzun zamandır ramen yememiştim. Lüks evimde her gün yapılan çeşit çeşit ve güzel yemeklerden sonra ramen görmek beni duygulandırmıştı. Çünkü Çin'de tek başıma yaşadığım zamanlar her gün ramen yemekten hiç şikayetçi olmazdım.

"Evet. Bunları yiyebiliriz. Sen otur, ben yaparım."

Televizyonu açmakla uğraşıyorken ben de o sırada bizim için ramenleri pişiriyordum. Uzun zamandır yemediğim için yaparken gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Eskileri hatırlamak fazla duygusal hissetmeme neden oluyordu.

"Televizyon açılmıyor. Beraber çizgi film izleyebilirdik." Duyduğum şeyle ne diyeceğimi bilemezken yutkunup ramenleri masaya koydum. O da gelip yanıma oturdu. Beraber yediğimiz ilk yemeğimizdi. Uzun zaman sonra kendimi çocuk gibi hissetmek sanırım bana da iyi gelmişti. Onun dediği gibi huzur dolu hissediyordum.

"Hao, ben yokken neler yapıyordun?" Rameni bittikten sonra sırtını duvara yaslayıp ayaklarını uzattı. Ben de yere uzanıp kollarımı iki yana açtım. Yediğimiz çok da değildi ama bizi doyurmuştu.

"Hiç. Televizyon izleyip resim çiziyordum." Ona çocukça bir aktivite olarak ne diyebilirdim ki? "Yeni arkadaşlar edindin mi? Benim burada çok arkadaşım var." Benim hiç arkadaşım yok, Hoon. Aklıma gelen kişiyle kalbim hızlı atmaya başladığında gülümsemeye başladım.

"Aslında bir tane var. Onu arkadaş olmaktan çok daha fazla seviyorum." Bunu duyunca Hoon şaşırsa da kıkırdayarak sordu. "Anne ve babaların sevgisi gibi mi?" Gözlerim irice açılırken bunu tahmin etmesine şaşırmıştım. Bozuntuya vermeden başımı salladım.

"Hıhı, öyle bir sevgi. Sen yokken onunla vakit geçiriyordum." Hoon'un gözleri tekrar parlamaya başlamıştı. "İsmi ne?" Derin bir nefes aldıktan sonra ona bakarak söyledim. "Hanbin." Dışından bir kez daha ismini tekrar etti. "Peki o niye gelmedi? Tek başına gelmişsin," dudaklarımı ıslattım.

"Şu an onunla biraz küsüz." Hoon doğrularak tepeme dikildi. "Of, Hao! Sürekli küsüp kavga edersin birileriyle. Madem arkadaşını seviyorsun niye küstün?" Bana kızmasına mı şaşırsam benim suçlu olduğumu düşünmesine mi şaşırsam, bilememiştim. Ben de doğrulup kaşlarımı çattım.

"Niye hemen beni suçluyorsun? O beni üzdü. Ben ona hiç kızmıyordum." Sesim istemsiz yüksek çıktığında eski kavgalarımızdan birini hatırlamıştım. Benim sürekli üste çıkmak ve haklı olduğumu göstermek için bağırarak konuşmamı hatırlamıştım. Kulaklarını kapatıp bana göz devirdi.

"Ay, sus! Sesin hala çok yüksek çıkıyor. Kesin arkadaşın da bu yüzden seninle küsmüştür." Bu söylediğine daha da kızdım. "Sana hayır dedim! Ben haklıyım bu defa!" Benden uzaklaşıp tekrar sırtını duvara yasladı. İçimde biriken anlık öfkeyle ikizimle kavga ediyordum. Çıldırmış olmalıydım. O benimle aynı düşünemiyordu ve ben ona bağırıyor muydum? Kafamı duvarlara vurmak istiyorken tekrardan yere uzandım.

"Küçüklüğümüzden beri her zaman kendini haklı çıkarmak için her şeyi yapardın. Bir şey senin olmadı mı, alana kadar her türlü oyunu oynardın. Bu her zaman böyleydi. Hala öyle midir, diye test etmek istedim ve hala öylesin, Hao. Bu gidişle çevrende kimse kalmayacak. Her ne kadar beni istemesen de yine yanında olan tek kişi ben olacağım." Olduğum yerde kalırken onun değişen ses tonuna karşı kafam karışmıştı. Hiç de küçük bir çocuk gibi konuşuyor gelmemişti. Başımı kaldırıp yerden ona baktığımda zaten bana baktığını gördüm. Gözleri bu kez parlayarak bakmıyordu. Fazlasıyla duygu dolu ve yorgun bakıyordu.

"S-sen..." Kekelediğimde lafımı kesip devam etti.

"Buraya niye geldiğini bilmiyorum, Hao ve neden benden bir şeyler öğrenmek istediğini de anlamış değilim ama yol yakınken dönersen daha iyi olacak. Çünkü benden sana verecek hiçbir şeyim yok. Zaten her şeyime sahipsin. Bırak bana tekrar verilen bu canla yaşamaya devam edeyim. Benden uzak dur."

Herkese selamlar!!!
Bir buçuk ayın ardından beraberiz!!! Nasıl gidiyor hayat??? Okulu acilanlarin güzel bir dönem geçirmesini diliyorum. Bu bir buçuk ayda ben de güzel bir tatil yaptım ve okulum açıldığında yoğun bir tempo beni bekliyor gibi hissediyorum. O yüzden bu saatten itibaren müsait oldukça bölüm yazıp yayımlayacağım.

Aşk olsun ama sizlere de yani ben dönüşte bir sürü meraklı gözler bekliyordum :(( SİZ BENİ HİÇ Mİ MERAK ETMEDİNİZZ NDGWODJWODKS

Bununla beraber bir bölüm daha atacağım. Sonra yine görüşmek üzere cicişler 🤩💖

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top