24 | ceza kolonisi
Koca bir boşluğun ortasındaydım.
Elimi nereye atsam boş, ne kadar seslensem faydasız... Belki de ben kendimi bilerek bunun içine sokmuştum ama yine de beni bundan çekip kurtaracak birilerini beklemem aptallık mıydı? Her zaman bir şeyler bekleyen, isteyen taraf olmak benim değişmeyen tek yanım olmuştu. Küçükken annemden sürekli ilgi isteyen, biraz büyüyünce babamdan para isteyen şimdi ise ne istediğini bilmeyen birisine dönüşmüştüm. İçimde bir yerlerde olan o doyumsuz taraf asla susmak bilmiyordu. Öyledir ki sanki bu benim cezammış gibi geliyordu. Oysa öyle büyük bir günah da işlememiştim ki. İşte o an anlamıştım; kendini cezalandıran bendim. Evren ya da Tanrı değildi.
İçimde oluşan boşluk kendini parayla ya da satın alınabilecek her şeyle dolmaya çalışmıştı ama sonuç hüsrandı.
Bir şeylerin değişeceğini ve asıl istediğimin bu olduğunu düşünerek Hoon'un yerine geçmeyi kabul etmiştim. Fakat bunu yaparak yazılı olmayan bir anlaşmayı mahvetmiştim. Yaşama biçimi değişirse, kendin de değişirdin. Ben de değişmiştim, bunun farkındaydım.
Hoon'un yerine geçmeden önce sıkışıp kaldığım kutumdan kurtulmayı hiç denememiştim. O kutuyu yırtıp da kurtarabilirdim, yıkarak da. Ben ise yerleştirildiğim o kutuda yaşamayı tercih etmiştim. Elime tutuşturulan imkanlarla.
Ondan sonra buna alışmış ve bu benim alışkanlığım olmuştu. Daha sonra ise bu alışkanlığı değiştirmeye karar vermiştim ama o kutuya bir çatı yaparak... Yanlıştı. Benim o kutudan kurtulmam gerekiyordu. Başına bir çatı koyulduğu zaman onun ev olmadığını bilmem gerekiyordu. Şimdi ise aklım başıma gelmişti.
O kutuyla daha fazla bir şey yapmayarak olduğu gibi yakacaktım.
Küçük bavula kıyafetlerimi ve gerekli eşyalarımı yerleştirmeye devam ederken zihnim oldukça kalabalık düşüncelere ev sahipliği yapıyordu. Çok fazla düşünce aynı sonuca varıyordu.
Jiwoong, en erken olanından uçak bileti almış ve hazırlanmam için beni eve yollamıştı. O da benimle gelecekti. Kimseye haber vermemiştim. Ne babama, ne ceoya... Ne de Hanbin'e.
Oldukça bunaldığım bu dönem buradan uzaklaşmak bana iyi gelecekti. Elbette tatile gitmiyordum ama en azından bir şeyleri açığa kavuşturmak için adım atmaya başlamıştım. Sonuç ne olursa olsun en azından bir ihtimal eksilmiş olacaktı. Bu da daha az baş ağrısı demekti. O yüzden buna değerdi.
Her şey vardı, herkes buradaydı ama Hoon yoktu. O yüzden ne kadar plan yaparsam yapayım, bir şeyleri düzeltmek yerine batırmam an meselesiydi. Benim olayları ikinci şahıs gözünden ya da dedikodulardan öğrenmem bana gerçeği sunmazdı.
Doğrusu, Hoon ile karşılaşırsam ne olur, diye hiç düşünmemiştim ama en fazla ne olabilirdi ki?
Bu zamana kadar sesi çıkmadıysa ya halinden memnundu ya da burada olan bitene karışmak istemiyordu. Her türlü onun açısından sıkıntı yokmuş gibi geliyordu. Ve sanırım ne yaşadığının azıcık bile görmüş olsam da tahmin etmek imkansız değildi. Her şey açıktı. Fakat en azından beni uyarması gerekmez miydi?
Oradan hemen kaç, neden bunu kabul ettin, gibi sorularla bana hesap sorsa bile kabuldü. Fakat o sessizliğini korumaya ant içmiş gibiydi.
Ben de Hao isem buna bir son verecektim. Ne Hoon böyle korkarak kaçacaktı ne de bu insanlar böyle rahat yaşayacaktı. Olan biteni değiştiremezdim ama buna bir son verebilirdim.
"Bu bavul da ne? Nereye gidiyorsun?" Ne zaman geldiğini fark etmediğim kalbimi parçalara ayıran kişinin sesini duyduğumda ona dönüp bakmaya bile tenezzül etmedim. Vay canına, ilerleme vardı. Bu onu daha çok şaşırtmış olmalı ki bileğimden yakalayıp ona bakmamı sağladı. "Hoon hayatta mı, diye kontrol etmeye," bıkkın bir yüz ifadesiyle ona bakıyorken onun şaşkın suratı ortamı daha kasvetli hale sokuyordu. Ona karşı ilk ters çıkışımdı.
"Bir şeyler mi oldu? Bana niye haber vermedin?" Kontrol manyağı gibi sorular sıralamaya başladığında bileğimi onun elinden kurtarıp bavulun fermuarını çekerek kapattım. "Kesin bir şey yok. Sadece bir ihtimal ama ben değerlendirmek istiyorum," ondan hala bir şey saklamıyordum. Bu yüzden elimi sıcak sudan soğuk suya sokmaması gerekiyorken o gidip eski sevgilisi ile yiyişiyordu. Bunun intikamını alamazdım belki ama en azından ondan uzaklaşabilirdim.
"Nereden çıktı bu ihtimal?" Bavulu kenara bırakırken onunla göz temasını en aza indirmeye çalışıyordum. Dün gece eve gelir gelmez kendimi yatağa atmış düşünceler içinde boğuşurken de uyuyakalmıştım. Jiwoong ise sabah mesaj atmış öğlene doğru hazır olmamı söylemişti. Beraber Tayland'a gitmek nasıl bir karardı diye sormayın çünkü ben de bilmiyordum. Sadece ikimizin de bu ihtimal için canı gönülden inandığımızı biliyordum.
"Hoon'un eşyalarını karıştırırken bir kart buldum ve orada olduğunu düşünüyorum. Jiwoong ile beraber gideceğiz." Bana daha nasıl şaşırması gerektiğini bilemeyen bir şekilde gözlerini kırpıştırıp dururken ayna karşısına geçip yüzüme çeki düzen vermeye başladım. Bir yandan da konuşmama ekleme yaptım. "Ha bu arada, Jiwoong artık her şeyi biliyor. Nasıl diye sormana gerek yok en mantıklı şekilde onu bizim tarafa çekmem zaten çok zor olmadı," son hamleyi de yaptığımda bu kadar habersiz kaldığı için içinden delirdiğini hayal edebiliyordum. Benim alabileceğim maksimum intikam da ancak bu şekilde oluyordu.
Çünkü Hanbin gerçekten bir işin içindeyken her şeyini ortaya koyuyordu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmezse eğer içi rahat etmiyordu. Onun bu kişilik özelliğini beraber planlar yaparken fark etmiştim. Bu yüzden dün gecenin intikamını bu şekilde almak doğru gelmişti.
"İkiniz baş başa gideceksiniz yani?" Tek kaşını kaldırarak bana arkamdan baktığını aynadan gördüm. Başımı sallayarak makyaj süngerini yüzüme birkaç kez daha gezdirip yerine koydum. Nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmiyordum o yüzden hazırlıklı olmalıydım. Ki uçağa binerken bile gözlük, şapka ve maske takacak olmama rağmen.
"Bununla ilgili bir sorunun olmaz diye sanıyorum?" Ona bu kez ben kaşlarımı kaldırarak baktığımda hala olayları sindirmeye çalışıyor gibi hali vardı. Duvara yaslanmış bana bakıyordu.
"Şu an zaten Hoon ile karşılaşmaya hazır değilim ama yaşadığı ne malum?" Yine aynı konuya girdiğinde bıkkınlıkla yanaklarımı şişirip ofladım. "İkiz sezgileri," ona göz kırptığımda daha fazla oyalanmadan Jiwoong ile sözleştiğimiz üzere havaalanına gitmek için bavulumu aldım. Fakat buna izin vermeyerek bavulumu kendi almıştı. O taşıyorken ben de odadan çıkıp merdivenleri inmeye başladım.
"Bana karşı soğuk mu davranıyorsun?" Hanbin'in sorusuyla boğazım düğümlenirken yutkundum. Ona çaktırmadan derin bir nefes çekip ciğerlerimi doldurdum. "Neden sana karşı soğuk davranayım?" Ona farenin kediyle nasıl oynayabileceğini gösterme vakti gelmişti. "Bir sorun yok yani?" Alt dudağını emip bana baktığında gülümseyerek başımı iki yana salladım.
"Seni orada merak edeceğim." Bu sözüne nedense hiçbir tepki veresim gelmedi. Hatta bunu söylemesi sinirimi bile bozdu diyebilirdim.
"Ah, sanırım benim senin için endişelenmeme gerek yok." Merdivenlerin sonuna geldiğimizde durup yüzümü biraz ona yaklaştırdım. Ne demek istediğimi anlamaya çalışıyor gibi bir hali vardı. "Kötü hissettiğin zamanlarda eski alışkanlıklar geri dönermiş. Çocukluğumdan beri öyle hissedince dondurma yerdim. Dün gece benim dondurma senin ise eski sevgilini yalaman gibi."
Yüzü bembeyaz olurken ağzını bıçak açmadı. Hiçbir şey söyleyemedi. Benim de istediğim buydu. Çünkü böyle bir şeyin bahanesi olmazdı. İstemişti ve yapmıştı. Bu yüzden ondan duymayı istemiyordum. O zaten gereken mesajı almıştı.
Şimdi biraz uzak kalmak daha iyi olacaktı.
***
Yaklaşık altı saatlik yol diliminde ne Jiwoong konuşuyor ne de ben konuşuyordum. Küçük bir ihtimale tutunup ülke değiştirmek ne kadar abes duruyorsa o kadardı. Onun da, benim de kafalarımızın ne kadar dolu olduğunu biliyordum. Çaresizlik diz boyuydu. O yüzden ikimizin karşılıklı edecek tek kelimesi dahi yoktu.
Ondan bana abim gibi davranmasını isterken de zaten bir beklentim yoktu. Başından beri Hoon'u kardeşi olarak kabullenmişti. Ve aynı yüze sahip başka birisine aynı şekilde yaklaşmak zor olmalıydı. Fakat dün gece o kadar boktan hissetmiştim ki nereye gideceğimi bilememiştim. Gyuvin gözümde dev bebek gibiydi. Onun dertlerini dinleyip yaralarına merhem olabilirdim belki ama o bana olamazdı. Çünkü o beni Hoon zannediyordu ve ona göre davranıyordu ama ben onun ne kadar yabancı birisi olduğunu biliyordum. Jiwoong da elbette yabancıydı ama en azından onunla planım vardı. Mesela şu an Tayland'a gidiyor olmamız gibi. Onun dışında kime güvenip gidebilirdim ki? Zaten benim Hoon olmadığımı çoktan anlamıştı.
Yolculuk bittiğinde ve şehirden köye Jiwoong'un ayarladığı bir arabayla geldiğimizde nihayet vardığımızı sanmıştım ama köye ulaşmak için bir de yürümemiz gerekiyordu.
Konumdan yürüyeceğimiz kısma kadar gelmiştik ama daha sonra bir orman bekçisi bize eşlik etmiş ve köye kadar gelmemize yardımcı olmuştu. Hoon'a doğru attığım her adımda yüreğim ağzıma geliyordu. Çok fazla heyecanlıydım. Jiwoong da sakin görünmesinin ardında benden farksız bir heyecanı olduğunu hissedebiliyordum.
"İşte burası!"
Orman bekçisi güler yüzle durup etrafı gösterdiğin de kaşlarımı çatarak baktım. Bir ormanın içinde olan köyden ne bekliyorsanız tam olarak onlar mevcuttu. İnternet zaten çekmiyordu ama telefon da çekmiyordu. Arama yapmak imkansızdı. Bunun için bekçi kulübesine gidip oradaki telefondan arama yapmalıymışız çünkü çeken tek yer orasıymış. Bu sefil ve cansız köyde Hoon ne arıyordu? Git gide onu bulma hevesim köreliyordu. Belki de boşuna gelmiştik.
Bekçinin bizi getirdiği muhtarın evi de tuğlalardan değil kerpiçten yapılmıştı. İnsanlar burada nasıl yaşıyor diye düşünürken Jiwoong evin kapısını çaldı. Tedirgin bir şekilde kapının açılmasını beklerken elli yaşlarının ortasında bir adam kapıyı açtı. Cildi güneşin sıcağından ötürü yanmış ve bazı yerlerinde yaralar vardı. Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutmuştum. Böyle bir yerin muhtarı olması bile saçmaydı.
Anlamadığım dili Jiwoong ve muhtar konuşuyorken kendimi hiç bu kadar yabancı hissetmemiştim. Ta ki Jiwoong dönüp benimle konuşuncaya kadar...
"İçeriye bizi davet ediyor. Anlatacakları ayak üstü konuşulacak şeyler değilmiş. Girelim," yüzüm ne kadar asık olsa da başımı sallayarak onu takip ettim. Yerde ki minderlere oturduğumuz da kendimi rahatsız hissetmekten alıkoyamıyordum.
Adamla konuşmaya başladıklarında Jiwoong bana çeviriyordu. Jiwoong'un yüz ifadesi şekilden şekle girmeye başladığında ne konuştuklarını öğrenmek için sabırsızlanıyordum.
"Buradaki herkes ona Hoof diyormuş." Kaşlarımı çattım. "Hoof?" Başını salladı. "İlk geldiğinde bir keçi toynağını ona geçirmiş. Buradakiler de ona öyle demeye başlamış anlattığına göre." Gözlerim irice açıldı. "Hoon gerçekten buraya gelmiş mi?" Gözlerinin parladığını görünce içimdeki heyecan büyümeye başlamıştı. Başını salladı.
"Ortadan kaybolduğundan beri aslında buradaymış. O vakıf aracılığıyla burada okula gidemeyen çocuklara öğretmenlik yapıyormuş. Fakat bir gün doktorla şehire gittiklerinin dönüşünde kaza geçirmiş ve kafasından ağır yara almış. İnanmayacaksın belki ama hafızasını kaybetmiş. Şimdi de yedi yaşındaki bir çocuktan farksızmış," Jiwoong bana bunları aktarırken yüzünde korumaya çalıştığı o güçlü ifadeyle benim içimi daha da sızlatıyordu. Aklıma gelen düşünceyle ağzıma geleni sormuş bulundum.
"O zaman belki de babam her şeyi biliyordu? Hoon işe yaramaz olduğunu anlayınca ise beni yerine geçirmeye karar verdi, ha? Çünkü Hoon için bu kadar takıntılılarsa ve Hoon gerçekten ölmediği halde öldü diyorlarsa aslında onlar için mi öldüğünü demek istiyordu? Bana yangın da öldüğünü söylemişti bir de," ardı ardına konuşuyorken Jiwoong elini omzuma koyup sakinleştirmek istercesine bana baktı. Nutkum tutulmuş gibiydi.
Adamla yine konuşmaya başladıklarında anlamasam da onları dinlemeye çalışıyordum.
"Hoon şu an yaşlı bir teyze ile kalıyormuş. Zaten köydeki herkes ona minnettar oldukları için o bu duruma düşünce evlerinde kalması için gönüllü olmuşlar. Sanırım onun için burada endişelenmemize gerek yokmuş," sondaki cümleyi söylediğinde hafiften gözleri dolmuş gibi görünüyordu. Ben ise Hoon'un gerçekten yaşıyor olmasına karşı kalbim çok hızlı atıyordu.
"Peki neredeymiş? Görmeye gidelim. Onu canlı bir şekilde karşımda görmeden inanamayacağım sanki," heyecanlı bir şekilde ayağa kalktığımda Jiwoong ile adam birkaç kelime daha konuştular. Evden çıktığımızda heyecanım yüzüme yansımış olmalıydı. Fakat bir yandan da içim buruktu.
Biz yalanını sürdürürken Hoon gerçekten de hafıza kaybı yaşıyordu. Üstelik yedi yaşında bir çocuk gibi olduğunu öğrenmiştik. Bu yaşıyor olduğuna sevinmemiz için bir hakaret gibiydi sanki ona karşı. Belki de ölmediği için kendinden nefret bile ediyor olabilirdi.
"Hadi gidelim," Jiwoong geldiğimiz yöne yürümeye başladığında durup ona baktım. "Neden geriye dönüyorsun?" Ona anlamayan bakışlarımı atmayı sürdürürken yüzüne yerleştirdiği mağrur ifade kelimelere dökülemez bir histi. "İyi olduğunu öğrendik. Ve sanırım burada gerçekten mutlu. Onu rahat bırakalım." Söylediklerine karşı donakalırken ellerim titremeye başlamıştı.
Onu bulursak eğer ne yapacağımızı konuşmamıştık ama çekip de gitmemeliydik. O benim ikizimdi. Onun ölmediğine inanıp buraya kadar gelmiş ve yanılmamıştım. Şimdi onunla konuşmadan geri dönmek bana dert olurdu.
"Ben ikizimle yüz yüze gelmeden şuradan şuraya gitmiyorum, Jiwoong. Sen istiyorsan gidebilirsin," kararlı duruşuma olduğu yerden bakmaya devam ederken bavulumu taşlı yolda çekiştirip yürümeye başladım.
"Nerede olduğunu biliyor musun ki?" Kızgın bir şekilde ona döndüm. "Bir şekilde bulurum," kararımdan dönmeyeceğimi anladığında yanıma gelip bavulumu tutarak beni durdurdu.
"Bak ben korkuyorum, tamam mı? Şu an yüz yüze gelmeye de cesaretim yok. Ben onu o halde görürsem aklımı kaybederim diye korkuyorum, anladın mı?" Güneşten mi yoksa gerildiği için mi bilmiyorum ama boynundan aşağıya terler akıyordu.
"Benim için çok bir şey değişmeyecek. Zaten en son onunla yedi yaşlarımızda yakındık. Zaman makinesi ile geçmişe dönmüşüm gibi." Onu umursamadan bavulumu tekrar çekiştirmeye başladığımda beni yine durdurdu. "Ya yine karşısına çıktığımız da hayatı kötüye dönerse? Bırakalım, yaşamak istediği gibi yaşasın. Hayat ona karşı ne kadar acımasız, görmüyor musun? Yaşadıkları, başına gelenler..." Elini saçlarından geçirdi. Onu ilk kez bu kadar stresli görüyordum ve artık şüphelenmeye başlayacaktım ki sadece göz devirdim.
"Belki de ihtiyacı olan sadece bizizdir," tekrar yürümeye başladığımda arkamdan sesini duydum. "Ben muhtar ile oturmaya devam edeceğim! İlerlemeye devam et, sarı bir ev karşına çıkacakmış. Hoon orada!"
Jiwoong'un pes edişi beklemediğim bir darbe olsa da çok da önemli değildi. Ben zaten Hoon ile tek başıma yüzleşmek istiyordum. Sonuçta onunla ve benimle yaşadıkları farklıydı. Ki eğer durum bu ise Jiwoong'u hatırlamıyor dahi olabilirdi. Belki de Jiwoong en çok bundan korkmuştu, kim bilir?
Bahsettikleri sarı ev olduğunu düşündüğüm eve geldiğimde dışarıda yaşlı bir kadın çamaşırları ipe asıyordu. Biraz ona baktıktan sonra nasıl konuşmam gerektiğini bilmediğim için yanına yaklaşsam da ne konuşacağımı bilemeden ona baktım.
"Yabancı mısın? Vakıftan mı geldin?" İngilizce konuşan birisiyle karşılaşmanın heyecanı ile hızla başımı salladım. Hala şapkam, gözlüğüm ve maskem takılıydı ve elimdeki bavul ile yabancı olduğum uzaktan bile anlaşılıyordu.
"Köyümüze seyahat etmeye mi geldin?" Çocuk yüzündeki gülümseme ile yanıma yaklaştığında güzel burnu ilgimi çekmişti. Ve buradakilere göre cildi o kadar da bakımsız durmuyordu. Hatta kıyafetleri bile. "Aslında bakarsan Hoon yani Hoof için geldim. Onu bir süredir görmedim ve ziyarete geldim," çocuk düşünceli bir şekilde ensesini kaşıdı.
"Şey... Nasıl desem? Kaza geçirdi-" sözünü kesip onu onayladım. "Başına gelenlerden haberim var. Zaten o yüzden daha da endişelendim," çocuk beni iyice süzdükten sonra zararsız olduğuma kanaat getirmiş olmalı ki bana elini uzattı. Bu selamlaşma şekline şaşırmıştım.
"Bana Ten derler. Yazları anneme yardım etmek için köye geliyorum ama okul için Bangkok'ta kalıyorum. Hoof bizimle kalıyor. Buradakiler tayca dışında dil bilmezler. O yüzden olur da bir gün birisi onun için gelirse bizim evin uygun olacağına karar verdik köylülerle. Annem de ona öğrettiğim kadarıyla İngilizce biliyor. Sizi tanıştırayım," Bunu duyduğuma oldukça şaşırmıştım ve bir yandan rahatlamıştım. Jiwoong olmadan da iletişim kurabilecektim. Birilerine muhtaç kalmaktan nefret ediyordum.
Yaşlı kadının yanına geldiğimiz de çamaşırları bırakıp bize baktı. Oğlunu görünce gülümsese de beni görünce şaşkın bakışlarını bana dikmişti. Biraz tayca konuştuktan sona Ten bana döndü.
"Hoof nerede? Onun için gelmiş," yaşlı kadın çamaşır asmayı bitirince asılmış suratıyla bana baktı. "Eğer onu almak için bir hamlede bulunursan seni haşlarım," söyledikleriyle beni şaşkına uğratan kadına ne diyeceğimi bilemeyerek baktım. "Her şeyi biliyorum. O yüzden Hoofuma düzgün yaklaş. O çok değerli," bana keskin bir şekilde baktığında sadece başımı salladım. Söyledikleri ve yüz ifadesi ile korkunç görünüyordu. Hoon'un burada bu kadar sevilmesine aşırı şaşırmıştım. Kadın çok fazla koruyucu davranıyordu. Büyük ihtimalle oğlu okula gittiğinde yalnız kalıyordu ama Hoon ile bu yalnızlığı azalıyor olmalıydı. Kendimce yaptığım tespit doğru gelmişti.
"Şelalede yıkanmaya gitti. Ten sana yolu göstersin," benimle daha fazla muhatap olmayıp oğluna tayca bir şeyler söyledikten sonra boşalmış çamaşır leğenini kucaklayıp içeriye gitti. Peh, ona benden fazla değer veremezdi.
"Gel sana yolu göstereyim."
Şelaleye gidene kadar Ten ile konuşmuş ve onun bu kadar iyi olmasına karşı içim rahatlamıştı. Hoon emin ellerde görünüyordu. Bu bana yeterdi.
Bahsedilen şelaleye geldiğimizde durmak bilmeyen bir şekilde suyun aktığını görmüştüm. Ve şelalenin dibinde taşların ortasında kopyam olan bedeni. Oradaydı. Canlı kanlı bir şekilde karşımdaydı. Beynimden vurulmuş gibiydim. Algılarım kapanmıştı.
"Bizi yalnız bırakır mısın?" Ten başını sallayıp ortadan kaybolduğunda rahat bir nefes almak için önce maskemi çıkardım. Daha sonra şapkamı ve gözlüğümü. Bu insanlar Hoon'un ikizini görse nasıl hissederlerdi acaba? Onlara bir de bunun şokunu yaşatmaya hiç niyetim yoktu. O yüzden usul usul yaklaşıp Hoon'un yanına geldim. Fark etmiş olmalı ki bana döndü.
Onu bu kadar olaydan ve uzun zaman sonra görmenin heyecanından hele ki yaşıyor olmasının verdiği mutluluktan ağlayacak kıvama gelmiştim.
"Hoon! Yaşıyorsun!"
Selamlar!
Bu bölümde uzun zamandır yazmak istediğim bir bölümdü ve nihayet o gün geldi!!! Umarım sizin için şaşırtıcı olmuştur çünkü tahmin edilebileni yazmaktan nefret ediyorum 😣😣 ve biraz Franz Kafka okuyunca ister istemez efkara bağlıyorsunuz o yüzden sizlere hüzünlü, dramlı bir bölüm getirdim 🎁
Hao'nun Hanbin'i süründürmesine şaşırdınız degil mi hehe ama merak etmeyin bu çok uzun sürmez 🥴 (bölüm sonu spoileri)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top