2.0 ↩

Flashback

Sayısız kez okuduğum romanı çalışma masasının bölmesine yerleştirdim.
Uğultulu Tepeler - Aşk Nefrete Dönüşürse.
Acaba babamın, 14 yaşındaki kızına kalın dünya klasikleri okutmasında mantıklı bir sebep var mıydı?

İskele'nin altın sarısı kumsalını ve uçsuz bucaksız maviliğini kucaklayan açık pencereye doğru yürüdüm. Kollarımı pervaza yerleştirip, güneşin fayda etmediği beyaz tenime yüzümü yaslayarak dalgaları izledim. Sanki su, kendinden önce akıp giden miktara zarar vermek istemezcesine yavaş hareket ediyordu. Hep söyledikleri olaya ilk kez bu kadar yakından şahit oluyordum; deniz çarşaf gibiydi.

"Pişt!"

Başımı kollarımın üzerinden ayırmadan gözlerimi göğe kaldırdım. Kuşlar yakından uçuyordu, omzumu silktim. Yalnızlıktan kafayı sıyırmak üzere olduğum için benimle konuştuklarını sanmıştım.

"Hey sen, yukarıdaki! Aşağıya bak."

Büyük bir ürkeklikle kollarımı çözerek doğruldum. Bakışlarımı on beş metre kadar aşağıya, arka bahçemize indirdim. Güneşten saçlarının önü sarıya çalan, sıska ama uzun boylu bir çocuk elini siper etmiş halde bana bakıyordu.

Korkuyla geriye yürüdüm. Bahçemize nasıl girmişti? Beni nereden tanıyordu? Benden ne istiyor olabilirdi? Evimizi nasıl bulmuştu? Kirpiklerim titrerken aniden açılan kapı sesi aceleyle dönmemi sağladı.

"A-Anne. Arka bahçede biri var."

Annem gülümserken eli önce saçlarıma sonra usulca yanağıma kaydı. "Biliyorum, güzel kızım. Yazı burada geçireceğimiz için yeni arkadaşlıklar edinmelisin." Elimden tutarak yeniden pencerenin kenarına gelmemizi sağladı. "Oğlu biraz garip gibi ama annesi iyi birine benziyordu."

Kaşlarını çatmış halde evimize bakan yabancı çocuktan çektim bakışlarımı. Annem bunu yapmayı çok severdi. Beni birileriyle tanıştırıp onları hayatıma sokmayı, sonra alıştığım yerden koparmayı.

"Biliyorsun, yapamam."

Yatağıma yaydığım Bilim Çocuk Dergilerini bir kenara iterek buz mavisi çarşafın üzerine gelişigüzel oturdum. Annem konuşana dek sessizliğimi koruyarak, gözlerimi elbisemin eteklerindeki papatyalara kenetledim.

"Ne demek yapamam?"

"Onlar gibi değilim demek!"

Sesim, istemeden sert çıkmıştı. Parmaklarımı çıtlatmaya başladım. Yabancı çocuk acaba hâlâ orada mı duruyordu? İşaret parmağımı burnumun ucunda gezdirdim.

"Hem ben dışarıya çıkıp bronzlaşmak istemiyorum, böyle iyi."

Annem aniden elimi tutarak yüzümden ayırdı. "Yalan söylerken hep burnunu kaşıyorsun, Pinokyo." Gülmediğim için saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp karşıma oturdu. "Sen hasta veya sorunlu bir kız değilsin. Kötü anıların olabilir ama artık daha özgüvenlisin. Sen değil, hayatına girenler senden korksun. Zorbalığa karşı tecrübelisin, onları nasıl alt edeceğini biliyorsun."

Alt etmeyi değil, alışkın olmayı öğrettiler.

"Geldiğimiz yere bak, bir sahil kasabası. Kötü insanlar yok, görüşmeni istediğim kişiler yaşıtların ve genelde buraya tatile gelen geçici kişiler. Onlara katılmazsan diğerlerini haklı çıkarırsın. Eğlenceli bir yaz geçirmeni istiyoruz, bunu hak ettin."

Annemin farkında olmadan üzerine oturduğu dergiye suratımı buruşturarak baktım. Haklı olabilirdi. İsteksizce başımı salladığımda, gözlerinde bir ışıltı gördüm. Ve ilk defa aldığım bir kararın onu mutlu ettiğini hissettim.

Yazı yaşamayı ben de istiyorum elbette. Kıbrıs'a geleli birkaç gün oluyordu ama henüz değil arkadaş, sokaktaki kediye pisi pisi demişliğim dahi yoktu. Annem bana nazaran çok daha insancıl ve dışa dönüktü. Şimdiden komşu edinmiş hatta görünen o ki çocuklarıyla dahi tanışmıştı.

Kapıdan çıkacağım esnada annem başıma devasa boyutta beyaz bir şapka yerleştirince kaşlarımı çatarak ona döndüm. "İstersen oversized güneş gözlüklerini de ödünç ver, İngiltere'nin köyünden gelmiş turist gibi dolaşayım kasabada?"

İyiliğin yaramadığıyla ilgili sitemlerini dinlerken şapkayı ait olduğu yere, askıya bırakarak sandaletlerimi giyindim. Eşikten dışarıya çıktığımda gerçekten daha özgür olduğuma dair bir inanç kıpırdanıyordu içimde. Sonu nasıl biterse bitsin bu hissi şimdiden sevmiştim.

"Baban akşam 7'de dönecek."

Başımı istemsizce deminki duruşuma tezat olacak şekilde eğerek, çakıl taşları serpiştirilmiş yola ilk adımı attım. Çünkü bu, baban gelmeden en az bir saat önce evde ol demekti. Ama aynı zamanda saatlerce vaktin varken kendine arkadaş edin anlamına da geliyordu. Gülümsedim.

"Gelirken su getirdin mi? Ağaç oldum çünkü, bir can suyu lazım."

Arka bahçeye kayan ayaklarım erkenden durulmuştu. Yabancı çocuk, ağaçların gölgesiyle kararan evimizin yan duvarına omzunu yaslamış halde bıkkın bir ifadeyle bana bakıyordu.

"Beklettiğim için üzgünüm," dedim sessizce.

Mimikten yoksun sert suratı aniden kocaman bir gülümsemeyle doldu. "Şaka yapıyorum, yahu!"

Durduğu yerden ayrılarak geniş adımlarla yanıma geldi. Yüzünde neşeli bir ifade olsa da onu incelemeye çekiniyordum.

"Hadi, kasaba turu başlasın!"

Ne soracağımı bilemesem de ağzımı açmıştım ki kolumu hafifçe tutup bahçe kapısından dışarıya çıkmamızı sağladı. Annem ya da babam olmadan ilk defa evden uzaklaşıyordum. Garip çocuk gerçekten garipti ama aynı zamanda enerjik ve hayat dolu.

Birbirine çok benzeyen müstakil evlerin sıralandığı sokak boyunca hiç konuşmadan, ortalama bir hızda yürümeye başladık. Yürürken parmaklarım duvar dibinde biten uzun gövdeli çiçeklerin yapraklarına değiyordu.

"Larnaka'nın merkezinde eski bir kent tiyatrosu var ve haftaya gösterime açılacak. Biz yerliler için alışık bir durum olsa da yeni gelenlerin ilgisini çekiyor. Aslına bakarsan İskele'de bile zaman zaman sanatsal gösteriler yapılır. Küçük bir ilçe gibi dursa da tarihi eskidir."

Konuşurken arada bana dönüp suratıma baksa bile bu iki saniyeden uzun sürmüyordu. Oldukça keyifli konuştuğunu söyleyebilirdim.

"Şimdi böyle anlatınca yalnızca kültürel faaliyeti olan vasat bir yer gibi göründü. Partiler de var ama biz bunları sıkıcılar ve patırtılar olarak ikiye ayırırız. Sıkıcılar ailelerin toplanmasıyla yapılan yavan kutlamalardır. Patırtılar ise adı üstünde gürültü odaklı. Konserler, festivaller, karnavallar, sigaralar. Şey, sigara yok. Hayır, gerçekten yok." Başımı salladığımda işaret parmağını gözlerime kadar getirdi. "Bak sakın bundan bahsetme."

Yolumuza devam ederken kıyı şeridine yani dağınık insan kalabalığına yaklaşmıştık. Garip çocuk, garip şeylerden bahsediyordu. Kışın burada havanın nasıl olduğundan, kasabadaki tek liseden, yapılan etkinliklerden. Kısacası yaz tatiline gelen birini alakadar etmeyen her şeyden.

"Ben biraz fazla konuştum. Şimdi sırada soru cevap var. Başla bakalım, yeni gelen."

Kavak ağacının dalları tepemizde uğuldarken karşılıklı duruyorduk. Çekingenlikle birbirimizi incelerken gözümü sahil yoluna çevirsem de dayanamayıp onun mavi kareli gömleğine, dizleri yırtık kot pantolonuna bakıyordum.

"Ee, merak ettiğin bir şey yok mu?" diye yeniden sordu. "Mesela deniz turları, kafeler, alışveriş merkezi, kızların günde en az üç kez önünden geçtiği incik boncuk dükkânları?"

Güçlü bir esintinin alt dudağıma yapıştırdığı saç tutamını işaret parmağımla çektim. "Adın?"

Duraksadı. Gözlerini yumup güldüğünde ona uyum sağladım. Ardından alnına vurduğunda sesli bir nefes verdi.

"Affedersin, benim hatam." Elini uzatabilmek için birkaç adım geriye gitti. "İsmim, Ayaz."

Büyük bir çekingenlikle, olabildiğince hafif dokunuşumla havada kalan elini kavradım. "Ben de Lara."

"Memnun oldum, Lara." Ellerimiz ayrıldığında pantolonunun ceplerine yerleştirdi. "Turumuza kıyıda devam edelim mi?"

Başımı salladığımda adımlarımızı birbirine uydurarak yürümeye başladık. Ayaz, isminin zıttı olarak çok sıcaktı. Kimseyle kolaylıkla konuşabildiğimi hatırlamıyorum ama Ayaz, yalnızca birkaç bakışla dahi insanı rahat hissettirecek kadar samimiydi. O arkadaş çevresinden bahsederken ben hem dinliyor hem etrafımızı inceliyordum.

"Bak, işte oradalar." İşaret ettiği yöne odaklanıp bakışlarımı kıstığımda gülümsedi. "Biraz kalabalıklar ama hepsi iyi çocuklardır."

Kalbim hızlanırken ensemden bir damla terin sırtıma kaydığını hissettim. Eğer onların yanına gitmek istemezsem Ayaz beni burada yalnız bırakır mıydı? Gözlerim sanırım aynı anda her bir kum tanesine değerken dışarı çıkmamın bir hata olduğunu düşünüyordum.

"Sen iyi misin?" Bana doğru eğildiğini fark etsem de bakışmamıştık. "Utanıyor musun ya da bir şeyden mi korkuyorsun?"

Panik olmamaya çalışsam da yanaklarımın içini kemiriyordum. Burnumun kaşındığını hissederken gözlerimi kapadım. "Bugünlük sadece benim arkadaşım olsan, olmaz mı?" diye çekingenlikle sordum.

"İyi de neden?"

Alnı kırışmıştı, yüzüne anlamsız bir ifade peyda etmişti. Cevap vermek yerine omzumu silktim ama bunu o kadar hafif yapmıştım ki büyük ihtimalle farkında bile olmamıştı.

"Pekâlâ. Anlaşılan senin buraya biraz daha alışman lazım."

Kumsala serpiştirilen kayalıklara gitmemizi önerdiğinde daha iyi bir fikrim, hatta herhangi bir fikrim olmadığından onayladım. Onun gözünde kabuğunu kıramamış çekingen bir kız çocuğu gibi görünüyordum muhtemelen. Eğer böyle düşünüyorsa doğru bir noktadaydı. Hatta eksik kaldığını bile söyleyebilirdim.

Sırtımızı büyük bir kayaya yaslayıp ayakta durduk. Denizle aramızda metreler vardı ve neden gelişigüzel kayaları yaymışlardı anlamış değildim. Ayaz'a sormaya çekiniyordum. Daha doğrusu konuşmaya çekiniyordum.

"Utangaç mısın?" diye sordu. Kafasını çevirip yüzüme baktığında göz göze geldik. "Standartların üzerinde güzel bir kızsın. Mavi gözlerin, sarı saçların, kumral teninle tıpkı oyuncak bebek gibisin. Halbuki insanların seninle konuşmak istemesine alışkın olman lazım."

Yüzümün yandığını hissederken dudaklarımı birbirine bastırdım.
Zoraki gülümsedim, bu teşekkür ederim demekti. Çok utanıyordum. Ayaz ona seslenen arkadaşlarına elini sallayıp meşgul olduğunu belli ettiğinde kolumun tersiyle istemsizce alnımı sildim.

"Bak ne diyeceğim, dışarıda yalnızken falan bu kalabalık gruba denk gelirsen çekinme. Biraz bakarlar, fısıldaşırlar çünkü merak uyandırıyorsun. Kötü bir şey olmaz söz veriyorum, korumam altındasın."

Aramıza derin bir sessizlik girdiğinde sırtını kayalıktan ayırıp önüme geldi. Kehribar gözlerine baktığımda beni anlamaya çalıştığını fark ettim.

"Sen hiç konuşmuyorsun, Lara. Çok sessizsin. Benden de mi utanıyorsun yoksa?"

Yutkundum. Alt dudağımı dişlediğimde annemin sürmeme izin verdiği tek nemlendiricinin çilekli tadını aldım. "Ben pek konuşmam."

"Ben de pek dinlemem, harika bir takım olmadık mı sence de?" Güldüğünde kendimi bir ezik gibi hissetsem de başımı salladım. "Bak ne diyeceğim, bana her türlü saçmalığı canının istediği an anlatabilirsin. Kız dilinden de erkek dilinden de iyi anlarım. Emin ol, buraya gelen herkesin bir hikâyesi vardır. Sırası gelen anlatır."

Rahatladığımı hissettim. En azından beni konuşmaya zorlamayacağını anlamıştım. Düşündüğü gibi anlatamaya değer hayat hikâyem yoktu ve başımdan geçen hiçbir zorbalıktan söz etmeyecektim.

Ayaz da beni sıkmamak adına sessizleşirken kalabalık gruba bakmamaya özen göstererek kayalıklara doğru döndüm. İnsanlar kıyı şeridi boyunca yürürken bir kilometre kadar ilerideki plajda hareket eden bedenleri ayırt edebiliyordum.

Kumsalı incelerken bakışlarım bir erkek ve bir kız olmak üzere iki beden takıldı. Kızın beyaz elbisesi ve kocaman şapkasıyla, yüzünü kaplayacak güneş gözlükleriyle annemin bana yapmayı hayal ettiği kombin geldi gözümün önüne. Sessizce kıkırdadım.

"Neye gülüyorsunuz, Lara Hanım?"

Ayaz olayı bilmediği halde gülünce yaklaşmakta olan kızı işaret ettim. "Şu kız İngiltere'nin köyünden gelen bir turist mi?"

Kaşlarını çatıp incelediğinde gülümsemesi büyüdü. "İngiltere'nin köyünden değil başkenti Londra'dan geliyor," dedi tek seferde. Ona baktığımda başını salladı. "Ciddiyim." Ardından ıslık çaldığında ikisi de bize baktı.

"Hey, sen ne yapıyorsun? Neden çağırdın ki şimdi?"

Ayaz mahçup bir tavırla bana döndü. "Onlardan çekinme çünkü tıpkı senin gibi diğerlerinden haz etmiyorlar. Biraz sohbet ederiz fena mı?"

Bir şey demeye kalmadan yanıma gelen iki kişiyle göz teması kurmamak için yeniden denize doğru döndüm. İtiraf etmeyelim ki, elbette merak ediyordum. Ve çok büyük bir itiraf, Ayaz hariç herkesten uzak durmam gerekiyor düşüncesi daha ağır basıyordu.

"Sofia sen bu elbiseyi geçen gün de giymemiş miydin?"

Rüzgardan uçuşan elbisesinin eteklerini tutarken yanındaki uzun boylu çocuk şapkası kaymasın diye elini kızın başının üzerine yerleştirdi.

"Ne diyorsun Ayaz, sence ikisi aynı ton muydu!"

Kızın sesinde bir pelteklik vardı. Harfleri doğru söylese de biraz farklı telaffuz ediyordu ve henüz tanımasam da bu özelliği daha tatlı kılıyordu.

"Sen ona takılma. Her zamanki gibi uğraşıyor işte," dedi yabancı erkek.

Erkek olan kıza göre çok daha olgun bir sese ve neredeyse pürüzsüz Türkçe'ye sahipti. Ama hayır bu merakıma yenik düşüp onlarla selamlaşmama değil, buradan bir an önce gitmek istememe sebep oluyordu.

"Neyse, iki kardeşle aynı anda uğraşamam şu an. Sizi biriyle tanıştıracağım ve içimden bir ses harika bir grup olacağımızı söylüyor."

"Kim ki o?" dedi, adı Sofia olan.

Onlar gibi değildim. Burada olmam büyük bir hataydı. Yapamazdım, benimle anlaşamazlardı. Ayaz gelsin ya da gelmesin eve yürümek zorundaydım. Bir daha asla dışarı çıkmayacaktım.

"Kim olduğu önemli değil gerçi!"

Kız heyecanla önüme geldiğinde affalladım. Gözlüklerini aceleyle çıkardı. Yüzü ışıl ışıldı ama bana bakıyordu. Bir insan bana bakınca neden mutlu olsun ki?

"Yalnızlıktan ölmek üzereydim, tatilim yine zehir gibi geçecekken kendim gibi birini buldum. Ah, Tanrım. Sonsuz teşekkürler!" Pembe ojeli küçük ellerini uzattı. "İsmim Sofia."

Bunu beklemiyordum. Fakat şimdi insanlar da benden bir hamle bekliyor olmalıydılar. Canavara benzemiyorlardı, belki o kadar da kötü düşünmemeliydim.

Uzattığı elini tuttuğum an samimiyetle sıktı. "Ben de Lara."

Kararsızlıkla gülümserken açık mavi iri gözleri benden bir an olsun ayrılmadı. "Benim için söylemesi zor bir isim ama sanırım halledebilirim."

Herkes güldüğünde samimiyet oluşturmaya çalıştıklarını biliyordum ama tüm bu hamleler benim daha fazla utanmama sebep oluyordu.

Sofia'nın yanındaki ona çok benzeyen yüzle gözlerimiz çarpışınca tanışma sırasının ikimize geldiğinin farkındaydık. Ben adım atamazdım, asla. İsterse ömrümün sonuna dek adını bilmeyeyim. Önemli değildi.

"Merhaba, ben de Çağrı. Sofia'nın abisiyim."

Diğerlerinin aksine elini uzatmamıştı. Bizden büyük görünüyordu ve yapılıydı ama bu daha çok sportif bir görünümdü. Tıpkı Sofia gibi sarışındı ama teni ona kıyasla daha yanıktı.

"Gerçekten sadece Çağrı mı yani, bu kadar mı abicim?" Sofia aramızda en mutlu görünen kişi olarak gülmeye başladığında Çağrı ona soğuk bir ifadeyle baktı.

"O güzel çeneni kapatacak mısın, küçük kız kardeşim?"

Neyden bahsettiklerini anlamam mümkün olmasa da Ayaz da bıyık altından güldüğünden önemli bir şey olmadığını düşündüm. Hem benim daha büyük problemlerim vardı. Buradan nasıl kurtulacağım gibi...

"Ee, Lara." Sofia Ayaz'ı itekleyip yanıma, kayalığa tek kolunu yasladı. "Sen nereden geliyorsun? Kaç yaşındasın? Kardeşlerin var mı? En sevdiğin renk ne? En çok hangi markayı tercih edersin?"

"Yavaş kızım az nefes al, hayatında ilk kez mi insan görüyorsun?" Ayaz, Çağrı'dan dirsek yediğinde karnını ovuşturarak sustu.

"İstediğin sorudan başlayabilirsin," dedi Sofia.

Ah, ne merhametli.

"Ankara'dan geliyorum," diye sessizce mırıldandım. Ne sormuştu, diğer sorular neydi?

"Kimlerle yaşıyorsun yani tatile mi geldiniz ailecek yoksa seni bir akrabanıza mı bıraktılar?"

Yutkundum, deniz suyu kokulu küçük bir nefes aldım. "A-Ailemle kalıyorum. B-Biz birlikte geldik. Tatile."

Hepsi suratıma baktığında işte o anla yüzleşiyordum. Paniklemiştim, daha fazla konuşamazdım.

"Nefes almada mı zorlanıyorsun? Kesik kesik konuştun."

Çağrı'ya bakmadan başımı eğerek sorusu karşısında suskunluğumu korudum. Kalbim her geçen saniye daha da hızlı atarken birazdan kaçınılmaz bir şekilde ellerimin titreyeceğini biliyordum.

"Vay canına, bu tarafa geliyor!"

Sofia'nın tepkisiyle mekanik olarak kafamızı yoldan tarafa çevirdiğimizde yaşını asla tahmin edemeyeceğim yeni bir çocuk daha gördüm. Bunlar nereden akın ediyorlardı böyle? Sanırım en büyük hatam Ayaz gibi çevresi geniş birine kendimi yakın hissetmemdi.

"Ne kadar da büyümüş. Sizce nereye gidecek dersiniz?" Sofia hayranlıkla süzse de abisinin varlığını sezinlediğinde şapkasının ardına gizleniyordu.

"Tabii ki de yanımıza gelecek. O bizim arkadaşımız." Ayaz kendini göstermek için kayalıkların ardından sıyrıldı.

"Ve aynı zamanda tüm şehrin," diye tamamladı Çağrı.

"Kağan!"

Adını yeni öğrendiğim ama benden başka herkesin tanıdığı çocuk aniden durup bizden tarafa baktı. Diğer yanda kalan zengin, kalabalık, şımarık görünen topluluğu yok sayarak gülümseyerek hatta neredeyse koşarak bize doğru geldi.

"İşte şimdi kasabaya hoş geldiniz!"

Ayaz, Kağan'a doğru koştuğunda sıkıca sarıldılar. Ten renkleri ve görünümleri zıt olsa da boyları tamamen aynıydı.

"Londra'dan da misafirlerimiz var demek."

Çağrı ile samimiyetle tokalaştıklarında Sofia sabırsızca sırasını bekliyordu. Pembe ojeli tırnakları sürekli açık renk saçlarının arasındaydı.

"Sen de hoş geldin, ufaklık."

Kağan sarılmak ya da elini tutmak yerine Sofia'nın burnunun ucuna dokunduğunda panik halimi atlatmış olsaydım belki biraz gülebilirdim.

"Ufaklık mı? Aramızda sadece üç yaş var ama Kağan?" Çağrı elini beline yerleştirince Sofia önüne bir buz dağı çıkmış gibi çocuksu ifadesini durdurdu. "Abi. Kağan Abi."

Birkaç saniye süren sessizlik heyecanımı yatıştırmıştı. Aslında bu beni altından kalkması zor bir sürece de mecbur etmişti. Kağan bana bakıyordu. Onunla da mı tanışmak zorundaydım? Ben hepsiyle arkadaş olmayacaktım ki.

"Aramıza yeni biri katıldı," diyerek sessizliği bozdu Ayaz. "Tanıştırayım bu melekleri kıskandıracak güzellikteki kızımızın adı Lara ve bu şeytanın üvey evladı gibi havalı görünen ama kalbi altından arkadaşımız da Kağan."

Ayaz bana hiç yardımcı olmuyordu. Galiba beni utançtan yerin dibine sokacak abartıları yapmaması için ona hakkımda daha fazla şeyi anlatmam gerekiyordu. Gözlerimi devirip uzaklaşacağım esnada Kağan elini bana doğru uzattı.

"Bu söylediğin meleği korkutursa canını yakarım, Ayaz."

Denizde güçlü bir dalga hareketlendi. Kağan'ın tam arkasında kalan o mavilikte sanki sular taşıyordu. Oysa evden çıkarken de buraya geldiğimde de çarşaf gibiydi. Yoksa bu frekans oradan gelmiyor muydu?

Yeşil gözlerine bakmaya devam ederken elimi çekingenlikle uzattığım esnada beni beklemeyerek yakaladı.

"Tenin sanki biraz soğuk."

Kısılan bakışlarını taklit etmeye direnirken fikrine karşılık vermedim. Babamın düzenli yaptığı tahlillerde bir şey çıkmazdı çünkü sorun hiçbir zaman bedenim de değildi.

Ellerimiz ayrıldığında beşimiz de tepeden tırnağa birbirimizi inceledik. Ne yapabilirdik ki? Kağan'ı sürekli birileri çağırıyor, telefonu çalıyor ve sabırsız görünüyordu. Ayaz'ın kafasından neler geçtiğini tahmin etmem ise mümkün değildi. Çağrı bizden birkaç yaş büyük olduğundan sıkılıyor gibiydi, sadece gününü keyifli geçirmek ona yetecek olmalıydı. Sofia ise burada herhangi birine uyum sağlayabilirdi. Sonuçta abisi vardı, yalnız değildi.

Bense... Tek yeteneği görünmezmiş gibi hissettiren sessiz bir konu mankeniydim.

"Bizim eve gidelim!" Sofia ellerini çırptığında hepimizin gözlerine tek tek bakıyordu. Anladığım kadarıyla bunu mantıksız bulan yoktu çünkü yüz ifadeleri kararsızdı.

"Yeni bir bilgisayar oyunu aldım aslında." Çağrı dudak bükse de erkekleri cezbedecek bir davette bulunmuştu. Oysa o da kararsızdı.

Ayaz ile göz göze gelmeyi bekliyordum. Evet, birkaç dakikadır tanıştığım insanların yanında fikrimi belirtmem benim için oldukça zordu. Hoş, birkaç saat hatta günler geçse bile düşüncelerimi ulu orta paylaşamazdım. Bu benim için daima çekingenlik konusuydu.

Ayaz'ın yeni oyunla alakalı Çağrı'ya bir soru sorması beni hüsrana uğratınca kafamı denize çevirdim. Gidecekti. Ben de erkenden eve dönüp bugün tam dört kişiyle tanışmış olduğum gerçeğiyle bir müddet mutlu kalacaktım. Bir şey başarmışım gibi. Başardığım şey çok büyükmüş gibi.

"Sen de geliyorsun değil mi, Lara?"

Soruyu soran Kağan'dı. Neden merak ettiğini ya da umursadığını bilmiyordum. Bildiğim tek şey hepsinin bir anda benden cevap beklediği için suratıma bakmasıydı. Tırnaklarımın kenarındaki etleri soyarken, "Belki," diye mırıldandım. Bunu neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

"Harika!" Sofia koluma girdiğinde fazlasıyla afallamıştım. Harika. Sanırım gerçekten gidiyordum.

Dağınık bir sırayla kıyı şeridine çıktığımızda duruşu değişmeyen iki kişi Sofia ve bendim. Ellerini kolumdan ayırmıyordu; temastan hoşlanmaz, arkadaşlığı beceremezdim. Çağrı, sürümüzün lideri gibi en önde yürürken Ayaz adımlarını ona uyarlıyordu. Kayalıklarda konuşmaya başladıkları oyun hakkında fikirleri hiç bitmemişti. Kağan ise arkadaşlarına açıklama yaptıktan sonra bize uyum sağlamıştı.

"Evimizin bahçesi o kadar güzel ki Lara, görmen lazım!" Beni tutmayan eli, beyaz elbisesinin eteğini savururken sürekli gülüyordu. "Benimki de şapşallık işte, oraya gidiyoruz zaten göreceksin!"

Konuşma biçimi, ses tonu ve gülümsemesi bir kız çocuğuna benzemeseydi buna kesinlikle daha fazla katlanamazdım. "Ne hoş," dedim yol boyunca geçen arabalardan birinin bizim olup olmadığına bakarken.

"Bu tepkiyi büyükannem veriyor." Sofia dudaklarını büktüğünde kolumdan sıyrıldı. "Biliyor musun ben annemin makyaj malzemelerini kullanıyorum. O kadar profesyonel sürüyorum ki, yüzümde bir şey olduğunu anlamıyorlar bile. Büyüdüğümde eğer oyunculuktan vazgeçersem makyaj sanatçısı olacağım."

Ona doğru baktığımda gülümsedim. Sofia'nın en azından seçimleri vardı. Hayallerini gerçekleştirebilecek gücü.

"Sen henüz liseye gitmiyorsun, değil mi?"

Başımı sağa sola salladım. "Bu sene başlayacağım."

"Aramızda bir yaş var diye sana abla demeyeceğimi biliyorsun." Göz göze gelip güldüğümüzde yine ellerini çırptı. "İlk kez bu kadar büyük güldün Lara, dişlerini gördüm!" Bu söylediği daha çok komiğime gittiğinde adeta sevinçten dört köşe olmuştu. "Öyleyse seni eğlendiren oyunlar oynamalıyız!"

Sofia beni öylece bırakıp heyecanla öne atıldığında adımlarım yavaşladı. Çığlık çığlığa eğlenmemiz gerektiğini abisine söylüyordu. Çağrı arkasını dönüp baktığında utançtan yerin dibine girmek üzereydim.

"Komik videolar izleriz o zaman ya da Ayaz'a annemin yöresel kıyafetlerini giydiririz bizim için dans eder."

Bunu sanırım daha önce yapmışlardı. Birbirlerine bakıp anlamadığım diyaloglara girdiklerinde kollarımı kaşıyarak yürümeye devam ettim. En arkadaydım, biraz daha yavaş yürürsem ya da başka bir sokağa dönersem tamamıyla bitebilirdi.

"Gece pijama partisi yapılmaz mı!"

"Soru mu emir mi?" diyerek kardeşine döndü Çağrı. "Babamgili akşam yemeğini dışarıda yemeye ikna ettiğinde bana her şey uyar."

"Bu sene havuz partisi yapmayı kararlaştırmadık mı? Londra sizi değiştirmiş." Ayaz alıngan bir surat ifadesi takınınca Çağrı onun omuzlarını sıktı.

"Saçmalama, havuzu henüz kullanıma açmadık. Hatırlasana, geçen sene Merkür neredeyse boğuluyordu."

Sofia geriye yani bana döndüğünde başını eğdi. "Merkür, köpeğimizin adı. Boğulmaktan son anda abim kurtardı."

Berbat bir panik olmalıydı. Çocukken evcil hayvanlarım olurdu fakat büyüdükçe babamın getirdiği çoğu yasaktan biri de bunlardan biriydi. Küçükken ördeğim öldüğünde ne kadar üzüldüğümü hatırlıyorum. Belki de çok çabuk bağlanmak bana cezaları getiriyordu.

"Kelime oyunu!" diye cırladı Sofia. Herkes durunca mecburen ben de durmuştum. "Scrabble oynarken nasıl gülme krizlerine girdiğimizi hatırlasanıza!"

Kelimeler...

Aram onlarla iyi değildi.

"Çağrı yine bir yerlerinden kelime uydurmazsa neden olmasın?" diyen Ayaz, darbe yememek için gülerek uzaklaşmıştı.

Çağrı geniş adımlarla onu yakalayacak kapasite de olsa da omuz silkti. "Lügat bilgim geniş diyelim. Bulduğum her sözcüğü internetten arattığından oyun uzamasa daha erken bitiririm."

"İşte en güzel yanı da bu, finale kadar kapışma!" Sofia elindeki gözlüğü aheste aheste sallayıp Kağan'a baktı. "Senin de en sevdiğin oyundu diye hatırlıyorum."

Kağan başını samimiyetle salladığında dakikalardır birileriyle mesajlaşmasına rağmen onlarla kalmaya devam etmesine şaşırmıştım. Belki de gerçekten en sevdiği oyun buydu.

"Geliyorsun değil mi, Lara?"

Benimle konuşmaya çalışan Ayaz'a öfkeliydim. Utanıp sıkıldığımı görmesine rağmen beni tamamen unutmuştu. Belki tanımadığındandı ama çok rahat biri olmadığımı ilk konuşmalarımızdan anladığını düşünmüştüm.

Durduğumda başımı sağa sola salladım.

"Ama neden?" diye sordu Ayaz. Endişeyle yanıma yürüdü. "Bir problem var ve bunu söylememeye kararlısın, halbuki konuşabiliriz."

Diğerleri merakla bakınca dişlerimi sıktım. Tıpkı uyurken kabus gördüğümde istemsizce yaptığım gibi. Annem öyle söyler. Dişlerim birbirini acımasızca ezerken sesim bazen yan odadan duyulurmuş.

"Konuşamaz mıyız?" dedi yeniden. "İnsanların yanına gitmek istememeni anlayabilirim ama basit bir oyun bile seni neden geriyor ki?"

"Scrabble öğrenmesi çok kolay," dedi Sofia çekingenlikle.

"Hem kelime dağarcığını genişletiyor."

Çağrı'nın eklentisi karşısında Ayaz başını salladığında bana bakmaya devam ediyordu. "Biz hem eğlenceli hem öğretici zaman geçirmek için bunu oynarız. Böylelikle Sofia'nın Türkçe'ye aşinalığı da artıyor."

En ufak fikirleri olmadığından usulca gözlerimi kapadım. Zihnimde bir baskı, algılarımda bulanıklık hissediyordum.

"Farkındaysan üç kişi seni küçük bir kelime oyununa ikna etmeyi deniyor, neden büyüklenmeye çalışıyorsun ki?"

Gözlerimi açtığımda yaptığım ilk şey bakışlarımı Kağan'a kenetlemekti. Yola çıktığımızdan beri sessizliğini bozmayan birinin şimdi sadece bana bir kılıf uydurmak için konuşması her bir sinir hücremi uyandırmıştı.

"Senin, benim nasıl olmaya çalıştığımla ilgili en ufak bir fikrin bile yok!"

Haykırmıştım. Biriyle kavga eder gibi bağırmıştım. Sesim boğazımı acıtmıştı. Kalbim zaten heyecandan son hızda çarpıyordu, artık geri dönemezdim.

"Yanınızdayken nasıl hissettiğimi, yürürken bacaklarımın neden titrediğini, niçin uzun cümle kuramadığımı asla bilemezsin!"

Kekeliyordum. Her kelimemin baş harfini iki kez tekrar ediyor ve sözcükler arasında aşağı yukarı üç saniye duraksıyordum. Panik atak geçirmek üzereydim, hepsi bana endişeyle baksa da ben gözlerimi Kağan'dan ayırmamıştım. Suçunu bile hatırlamıyordum ama içimde biriken öfkenin taşmasını engelleyemiyordum.

"Sorun siz değilsiniz benim," dedim yavaşça. Dudaklarımı yalarken geriye yürüdüm. "Beni rahat bırakın ve hayatınızdan birkaç dakika çalmamışım gibi yaşamaya devam edin."

Bu şekilde olmaz diyen Sofia'yı ve yanıma gelmek isteyen Ayaz'ı da elimi havaya kaldırarak keskin bir şekilde durdurdum. Yalnız kalmak istediğimi söylememe gerek yoktu çünkü berbat bir şekilde kekeliyordum. Görünüşümden dahi belliydi şu an sağlıklı düşünemediğim.

Bir şeyleri düşünürdüm, hayal kurardım, somut bir halde önüme koymaya çalışırdım. Yapamazdım. Bu hep böyle olmuştu, çocukluğuma dayanan birtakım problemler beni bu hale getirmişti. Denizin dalgasını duymam, diğerlerinden uzaklaşmam biraz rahatlatmıştı. Eve dönmek istemiyordum. Dışarıya çıkalı belki bir saat olmuştu.

Kayalıklara gitmeye karar verdim. Kalabalık grup yok olmuştu; günün tek güzel şeyi. Bugün de suratıma bir kez daha bakmayacak insanlar tanımıştım. Hafızlarında fazla yer edinmemek için her şeyi kısa tutabilmeyi başarmıştım.

Kumlara oturunca bacaklarımı karnıma çektim, lacivert elbisemin kumaşını dizlerimden aşağıya kadar indirdim. Bileklerimi dizlerime yaslayıp bulanık gördüğüm mavi hareketliliği seyrettim. Tüm hıncımı Kağan'dan mı çıkarmıştım? Ama o da tek bir cümleyle dahi olsa beni yargılamıştı. Büyükleneceğim hiçbir özelliğim yoktu üstelik. Yine de donuk kalan suratını ve sersem gibi bakan yeşil gözlerini aklımdan silemiyordum.

Bir hareket sezinleyip göz ucuyla soluma baktığımda yanıma bir bedenin kurulduğunu, tam da benim gibi aynı pozisyonda durduğunu fark ettim.

"Azarlayıp gittin ama bunu konuşacağız." Kafamı çevirdim. Ayağa kalkacağım esnada, "Bunu istersen hırpalayarak yap ama anlat Lara," dedi. "Kaçıyorsun. Ben seni yerinden ettim ama beni kovmak yerine yine sen gidiyorsun. Bu hep böyle miydi?"

Anlayıp anlamadığıma emin değildim, duraksadım.

"Tam bir şeyler anlatacakken mi susturuldun yoksa söyleyeceklerin çok diye ağzına kilidi kendin mi vurdun?"

Elimin tersiyle gözümü sildim. Kağan'la hiçbir şeydik, arkadaş bile olamamıştık. Merak ediyordu, ne kadar yavaş konuşursam konuşayım dinleyecek gibi duruyordu. O bana bakarken ben bacaklarının üzerinde birleştirdiği ellerine baktım. Telefonu çalıyordu ama sessizdeydi. Oysa deminden beri en ufak mesajının bildirimini dahi duyabiliyorduk. Kağan sadece beni dinlemeye gelmişti.

"Özel öğrenme güçlüğüm vardı." Parmak boğumlarımla oynadım. "Disleksi. Yani ben," bakışlarımı kısarak saçımı yüzümden geriye ittim. "Uzun bir süre özel eğitim aldım ama izleri tam olarak silinmedi."

Sessiz kaldığından ilk kez Kağan'ın gözlerinin içine baktım. Bakışlarını kaçırıp başını salladı. Bu onu bugün ikinci şaşırtışımdı.

"Ve ben seni bir kelime oyununa zorladım." Ellerini yumruk yapıp kuma vurduğunda denize bakıyordu. O kadar derin bakıyordu ki sanki görünmez adaları, şehirleri izleyebiliyordu.

"On dört yaşıma kadar zorlandıklarım dışında bu hiçbir şey." Kağan bana baktığında bu defa ben gözlerimi kaçırdım. "Küçükken artikülasyon bozukluğum da vardı. Babamın söylediğine göre her şey onunla başlamış, kelimeleri asla doğru telaffuz edemiyormuşum."

Normal birinin on beş saniyede söylediği bu cümleleri kırk beş saniyede söylüyordum. Hızlı konuşmaya çalışıp sözcükleri birbirine karıştırmamak için duraksayarak, ciğerlerime havanın girmesine izin vererek.

Bir süre sessiz kaldığımda Kağan vücudunu bana döndürdü. Tam da kendimi kötü hissetmek üzereydim.

"Bir Çin atasözü der ki dünyada kusursuz iki insan vardır; biri ölmüş, diğeri de doğmamıştır. Neler yaşadığını bilebilmem mümkün değil Lara ama sana bir şeyin sözünü verebilirim." Dudağı yana kıvrıldığında bunun içten bir gülümseme değil, güven vermeye çalışan bir tebessüm olduğunu biliyordum. "Bu yaz tatili senin için hiç olmadığı kadar güzel geçecek."

Gözlerimi devirmemeye çalışarak başımı salladım. "Hiç kimseyle takılamadığım halde mi?"

"Mühim değil." Elini koluma koymak için uzatsa da vazgeçerek geriye çekti. "Sen ve ben bu eğlencenin merkezinde olacağız. Ayaz, Çağrı, Sofia... Kimi isteyip istemediğini seç ama sana yemin ederim ben İskele'den ayrılmayacağım."

Kulak misafiri olduğumda duyduğum kadarıyla verilecek konserler, yapılacak partiler vardı ve Kağan neredeyse bunların merkezindeydi.

"Peki ya diğer arkadaşların?" diye sorduğumda omuz silkti. Gerçekten öyle bir ifade takındı ki bir an hiç arkadaşı olmadığını düşündüm. "Neden bunu yapıyorsun?"

"Çünkü," diye mırıldandı ayağa kalkıp. Ardından elini uzattığında parmak uçlarına tutunarak ben de ayağa kalktım. Bana baktığında kaşları hüzünlüydü. "Sen ağlayınca gözlerindeki deniz sanki dışarıya taşıyor. Bu mavilikler azalıp yok olsun kimse istemez."

Gözlerimi kaçırmam gerekiyordu ama fikrimle yaptığım tutarsızdı. Kızarmış mavi gözlerden daha önce böylesine naif bir sonucu annem bile çıkarmamıştı.

"İsmin bu yüzden mi Lara?"

Düşüncelerimden sıyrılırken yanlış duyduğumu sanarak bakışlarımı kıstım. "Anlamadım?"

"Lara," diye tekrarladı. "Annem kız kardeşime hamileyken her gün yeni bir isim araştırmamızı isterdi, bu da içlerinden biriydi. Anlamı su perisi değil mi?" dediğinde gülerek başımı salladım. "Sen belki de gerçek bir perisindir ama henüz kendi suyuna girmemişsindir."

O an ilk kez boğulmayacağımı hissettim.

Bulunduğumuz yerden ayrılırken ayakkabılarımızı çıkarıp yürümeyi önerdiğinde kabul ettim. Yanaklarımda gözyaşlarımın bıraktığı kurumuş izler vardı ve sıcaktan dolayı hafif yanıyordu. Dudaklarımdaki nemlendirici ise tadını kaybetmiş, yerini saatlerdir denizde yüzmüşüm gibi tuzlu bir tada bırakmıştı.

Belki de Kağan haklıydı. Ben henüz kendi okyanusuma konmaya cesaret edemesem bile benliğim tüm hırçın dalgalara hazırdı.

Sevgili ŞAF okurları...
Kitabın kemik kadrosu bu şekilde. En sevdiğiniz karakter hangisi oldu? 🧚🏻‍♀️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top