13.Bölüm: Barbar ve Leydi

Keyifli okumalar...

***

Önümüzde uzanan kurak arazinin sonu görünmüyordu. Tenimi ısıran soğuk hava ile kürklü paltoma daha çok sarınırken gökyüzünde batmaya başlayan güneşin bizi ısıtmak için pek de çaba harcamamasına söylenmek istesem de – son günlerde en favori konum buydu- daha önemli bir sorunum vardı.

Günün neredeyse yarısında bindiğim at yüzünden kalçalarım uyuşmuş, bacaklarıma giden kan dolaşımı çoktan kesilmişti. Tabii bunda yaralı olmamamın da payı olabilirdi.

Sorun ne olursa olsun artık lanet hayvandan inip toprağa basmak istiyordum. Bu dileğimi yanımda at süren ileticime söylemek için başımı çevirdim. Son birkaç haftadır günün yarısını at sırtında diğer yarısını avlanarak, ateş yakarak, bizi koruyarak ve nöbet tutarak geçerin eşlikçimin günlerdir bu işkenceye maruz kalmamış gibi dinç görünmesi sinirimi bozdu.

Atının üstünde heybetli bir askerin duruşuyla otururken omurgası saraydaki asilleri kıskandıracak kadar dikti. Kara gözlerinde her zaman etrafını inceleyip tehlikeli bertaraf etmeye hazır dikkatli bir bakış vardı. Saçları dağınık tutamlar olarak alnına dökülmüş, günlerdir ıssız topraklarda yol aldığımızdan sakalları tenini gölgeleyecek kadar uzamıştı.

Pekala, sosyetedeki leydilerin yarısı bu vahşi görünüşü gördüğünde oldukları yerde bayılıp uzun süre tüylü yelpazelerle ayıltılmaları gerekirdi. Nedeni korku ya da arzu olabilirdi. Ya da ikisi bir arada bir karışım desek yeriydi.

Sonuçta hangi leydi barbarların vatanı olan Jukkai'den bir erkeğin onu kaçırıp mağarasına sürüklediği fanteziyi hayal etmemiştir ki? Bunun nedeni narin leydilerin, bu zorlu topraklarda yol almayı başarıp bir barbar görmeleri değildi elbette. Satoina Krallığı'nın en meşhur yazarlarından biri Barbar ve Leydi isimli bir tiyatro oyunu yazdığındandı.

Krallığın en yakışıklı oyuncuları barbar rolü oynadığından hayallere kapılmak kolaydı. Zor hava koşulları, uyuşan kıçlardan ya da sert toprak üzerinde yatmaktan yazar bahsetmeyi unutmuştu. Sonsuz aşk ve sıcak tenler her şeyi yenerdi. Zaten oyunu böylesine popüler yapan da buydu. Sonuçta barbar, kaçırılan narin leydiyi kurtarmış, onun için savaşmış sonunda da birbirlerine aşık olup o meşhur mağarasında tutku ile sarmalanmışlardı.

İşte Ripreus şu an tam da o barbarlara benziyordu.

Dağınık, hırpani ama güç yayan bir auroya sahipti. Aklımdan geçen düşüncelerden haberi olsa erdemlerini yaraladığım hakkında nutuk çekeceğini bildiğimden sessizce güldüm.

''Neden bana bakıyorsun?''

Ona elbette aklımdan geçenleri söylemedim. Onun yerine sızlanıp yüzümü buruşturdum. ''Ne kadar daha devam edeceğiz? Güneş batmak üzere.'' Sesim huysuz çıkarken ruh halimin de pek farklı olduğu söylenemezdi.

Ripreus yolculuğumuzun son günlerinde her mızmızlandığımda yaptığı hareketi yaptı. Çenesini sıvazlayıp eliyle dudaklarının üzerini kapattı. Uzun parmakları yüzünden ağzını göremediğimden bu hareketi sıktığı dişlerini ve dudaklarını saklamak için mi yoksa düşünmek için mi yaptığını çözememiştim.

Kimi kandırıyorum? Elbette onu gün geçtikçe kötüleşen huysuzluğum ile sinirlendiriyordum. Sadece Ripreus bunu dile getirmeyecek kadar sabırlıydı. Erdemlerinin yanında rahiplerin sükûnetine de sahipti.

Haftalar önce kraliyet sarayından ayrılıp Semerder Yolu boyunca güneye ilerlerken sıcak hava koşullarında kısa süreli at sürüşler dert değildi. Ne de olsa yolumuzun üstündeki her kasabada yer alan hanlardaki rahat yataklarda yatarken ve yemek yerken sıkıntı çekmenin ne demek olduğunu bilmiyordum. Tam da bu yüzden bazı geceler Ripreus beni koruma görevini sonuna kadar üstlenip sarhoş bedenimi sırtlayıp odama taşımıştı. O zamanlar keşfetmediğim topraklarda seyahat etme fikri cazip gelmiş hatta Şarlatan'ın beni çözülmesi zorlu bir bilmece ile sınamasına olan öfkem bile dinmişti.

Sorun krallığın en işlek ticaret yolundan ayrılıp kuzey doğu tarafına ilerlemeye başladığımızda başlamıştı. Önce zenginlik ve eğlence dolu kasabalar daha tenha ve sıkıcı olmaya başlamıştı. Sonra rahat yatakların yerini insanın tenine batan saman balyalarından şilteler almıştı. Midemi doldurduğum şarap ve lüks yemekler, tatsız yahniler ile değiş tokuş yaptığında huysuzlaşmaya başlamıştım. Ayna Dağları'nın soğuk havasının etkisi yavaşça yolculuğumuza eşlik etmeye başladığında daha kötüsünün olmayacağını düşünmüştüm. Ama çok yanılmıştım.

Soğuk hava en küçük derdimdi. Ripreus'u saray ahırında beni kocaman erzak ve giysi çantaları ile beklerken bulduğumda ona gülmüştüm. Oysaki bu bölgede hayatta kalmak için kürk paltolara ihtiyacımız vardı. Jukkai ve Sotaina krallıklarının sınırı olan bu engin dağların hava olaylarını bu kadar etkileyeceğini hesap edemediğim için kendimi gülen yerine gülünen olarak bulmam sinir bozucuydu.

Sonrasında olanlar daha beterdi. Şarlatan'ın bilmecesindeki gibi terk edilmiş çorak araziye adım attığımızda artık önümüzde bizi bekleyen bir kasaba ve başımızı sokup uyuyabileceğimiz bir han yoktu. Kim kaşındıran ve batan saman şilteleri özleyeceğimi söyleyebilirdi ki?

O andan itibaren Ripreus'un yanımızda taşıdığı erzakları tüketmiş, kürklü paltolarımıza sarınıp yaktığımız ateşin başında uyumuştuk. Kısa süre sonra yiyeceğimiz bitince Ripreus avlanmaya başlamış, dağların yakınında yer alan mağara ve ufak tefek yeşillik korularda yakaladığı hayvanlar ile bizi beslemişti.

Yolculuğumuzun üçüncü haftasında Şarlatan'ın benimle alay ettiğini dokunuşuyla hissetmiş, ensemdeki tüyler havalanmıştı. İşte o zaman olanlar olmuştu.

O gün mola vermek için durduğumuz küçük ağaçlık alanda gece nöbetini devralmış, ateşin başında oturup soğuk yüzünden uyuşmaya başlayan parmaklarım ve hissetmediğim yüzümle ilahlara lanetler ederken yorgunluk beni ele geçirince uyuyakalmıştım. Beni uykunun tatlı karanlığından hızla çekip çıkaran ise baldırıma saplanmış sivri dişler olmuştu.

O anın düşüncesi yeniden bedenimin korku ile titremesine neden olunca Ripreus uzanıp atımın dizginlerini yakaladı. Kendi atını sadece güçlü bacakları ve ağzından çıkardığı yalnızca atların anlayabildiği garip seslerle yönetirken, diğer elini havaya kaldırıp konaklayacağımız mağara ağzını işaret etti.

''Yakınlarda sığınacağımız ağaçlar yok, bu gece mağarada kalmak daha iyi olacak.''

Onun göremediği bir ağaç kümesi görebilecekmişim gibi başımı sağa sola çevirip çevreme baktım. Alçak dikenli çalılar ve soğuk yüzünden çatlamış topraktan başka bir şey göremeyince iç çektim. Yeniden suratına odaklanırken sol baldırıma uzanıp yaramı sıvazladım. ''İçinde vahşi hayvanlar yok mudur?''

Gözlerime yerleşen endişeyi okuyan Ripreus, anlayışlı bir ifade ile bana bakarken yersiz olmayan korkularımı bertaraf etmek için sorumu yanıtladı. ''Emin olmak için sen atların yanında beklerken ben de mağarayı kontrol edeceğim.''

Başımı eğip iki atı mağaranın girişine yaklaştırmasına izin verdim. Ripreus'un eğilerek geçmek zorunda kalacağı karanlık ağıza benzeyen girişe geldiğimizde ileticim çevik bir hareketle atından indi. Ben bacaklarımı ve kalçalarımı hissedemezken onun böylesine atik olması kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Nasıl kahrolası bir anatomisi vardı ki kan dolaşımına meydan okuyup kazanabiliyordu?

Ripreus somurtmamı görmezden gelip elime atımın dizginlerini geri verip ardından kendi atınınkini gevşekçe mağaranın ağzındaki geniş kayaya bağladı. Mağaranın içinde tehlikeli bir hayvan varsa koşarak atına atlayıp dizginleri çözebileceğinden emin olduktan sonra kaçış planımızın üzerinden yeniden geçti.

''İşaret verince atını sürebileceğin kadar hızlı sür. Gerekirse en-'' Lafını kesip bana defalarca tekrarladığı sözleri onun yerine dile getirdim.

''En yakın kasabaya geri git. Kasabaya varamazsam bile Hilda'nın evine varana kadar durma. Yorulursan haritada işaretli alanlarda kamp kur ve erzakını dikkatli kullan. ''

Konuşmayı bitirince tek kaşını havaya kaldırıp ''Hiç değilse ezberlemişsin.'' dedi.

Gözlerimi devirdim. ''Aynı sözleri o kadar çok tekrarladın ki uykumda bile sayıklayacak durumdayım.''

Sol baldırıma dikilen gözleri ile ''Seni hayatta tutmaya çalışıyorum.'' dedi.

Uyuşan uzuvlarımı hayata geçirme isteği ile yerimde kımıldanıp gözlerimi ondan kaçırdım. Ripreus ona yanıt vermemi beklemedi. Onun yerine atının eyerine bağlı dallardan birkaçını yerinden çıkarıp yanımızda taşıdığımız kıyafetlerden birine ait kumaş parçasını ilk dalın etrafına doladı. Bir kavanoz gaz yağı ve çakmak taşı çıkarıp kılıcını da işin içine sokup sonunda mağara için gerekli ateşi elde ettiğinde sağ elinde onu tehlikeden koruyacak kılıcı, sol elinde çok uzun süre dayanmayacak meşalesi ve belindeki kemere soktuğu dal parçaları ile o kokutucu karanlığa daldı.

Dudaklarımı ısırıp dönüşü için içimden zamanı hesaplamaya başlamamın üzerinden tahminen yarım saat geçmişti ki yolculuğa çıkarken tüccarlardan aşırdığım cep saatlerinden birinin yanımda olmamasına küfrettim.

Gerginlikle parmaklarımı deri kayışlara geçirip çekiştirirken atım da ruh halimi hissedip huysuzlaşmaya başladı. Derin nefesler alıp kendi kendime söylendim. ''Sakin ol Tibertia. İleticin güçlü bir savaşçı. Ölmek için aşırı inatçı, lanet olası bir kurt sürüsünü kılıcı ile biçti.'' Damarlarıma yayılan adrenalin ile üzengilerdeki ayaklarımı atımın böğrüne gömerken atım toynaklarını toprağa vurmaya başladı. ''Hem Şarlatan bu kahrolası hiçliğin ortasında beni yalnız başıma bırakmaz.'' İlk görevimde öleceksem beni neden seçme zahmetine girdi ki?

Başımı geriye atıp gökyüzünde süzülmeye başlayan yıldızların sönük ışığına baktım. Korkumu alaycılık ile maskelemeye çalışıp kendi kendime gülsem de sonunda çaresizce homurdandım. ''Beni burada yalnız bırakırsan vahşi hayvanlara yem olduğumda ruhumun sana musallat olmasını sağlarım Ripreus. Erdemli kıçını kaldırıp bana ettiğin yemini yerine getirsen iyi olur.''

Aradan on dakika daha geçince umutsuzluk beni ele geçirdi. Gözlerimi yumup bütün ilahlara adaklar adayıp Ripreus'un hayatta olması için tapınakta bir rahibe olacağıma dair yemin etmeye başlamak üzereydim.

Kaçış planının işe yarayacağına onu ne inandırmıştı ki? Sözleri ezberlemiş olmam kimin umurundaydı. Aklı biraz başında olan ve benimle son günlerde yolculuk yapan biri yön duygumun ve çorak arazide hayatta kalma yeteneğimin ne kadar yetersiz olduğunu fark ederdi. Elimde harita olması bir haltı değiştirmiyordu.

Çocukluğum ne kadar zorlu geçmiş olsa da Kara Baron beni yanına aldığından beri rahat içinde yaşamaya alışmış, hırsızlık ile sahip olmak istediklerimi elde etmiştim. Sotaina'nın başkentinde ara sokaklarda hayatta kalmaya çalışmak ile ilahların bile unuttuğu topraklarda vahşi hayvanların arasında yol alarak medeniyete ulaşmaya çalışmanın aynı kefede olmadığı kesindi.

Ripreus'un bana olan güveni haddinden fazlaydı. Sırf bu yüzden onu tokatlamak hatta yumruklamak istiyordum. O olmadan burada hayatta falan kalamazdım.

Lanetlerin ve homurdanmaların işe yaramadığını görünce ellerimi birbirine geçirip Şarlatan'a odaklandım. Gözlerimi yumdum. Kara Alev Meydanı'ndaki kara heykelin bacaklarına yaslanıp sarhoş olduğumda yaptığım gibi onunla tek taraflı konuşmaya başladım.

''İleticim olarak beni oyunlara sürükleyen adamı sevdiğini biliyorum. Senin için eğlenceli olduğundan eminim. Ama ikimiz de Ripreus olmadan başaramayacağımı biliyoruz. Yaralıyım, korkuyorum ve ölmek istemiyorum. O yüzden sunağına döktüğüm kaliteli şaraplar adına onu bana geri yolla. Ripreus'a ihtiyacım var.'' Tek gözümü açıp mağara ağzına baktım. Boş olduğunu görünce homurdanıp iki elimi havada öfke ile sallayıp gökyüzüne doğru bağırdım. ''Tüm o erdemli saçmalıklarına rağmen bir kadının barbar fantezilerini süsleyen bir adamı ondan ayıramazsın!''

''Barbar fantezisi mi?''

Duyduğum sesle irkilip neredeyse atımdan aşağıya kendimi atacaktım. Tek elimi hızla atan kalbimin üzerine koyup bağırdım. ''Kahrolası ödümü kopardın!''

Atına doğru yaklaşırken konuştu. ''Seni gergin hatta korkarken bulmayı bekliyorum ama sen tutkularını gökyüzüne mi haykırıyorsun?''

''Ne?''

Başını iki yana onaylamayan bir edayla salladı. ''Boşuna endişelenmişim.''

Ripreus'un konuşmanın sadece son kısmına kulak misafiri olduğunu anlayınca gözlerimi devirdim. Elbette onu övdüğüm, onsuz bu yolculuğu tamamlayamayacağım kısımları dile getirirken ortaya çıkmamış, saçmaladığım anı bulmuştu.

Atına bağlı yükleri çözüp ateş yakacak malzemeleri kucakladığında ''Neden bu kadar uzun sürdü?'' diye sordum.

Bedenime yayılan rahatlamadan habersiz ''Mağara kendi içinde tünellere ayrılmış, hepsini kontrol edip güvenli olduğundan emin oldum.'' dedi.

Kendi iç çatışmamı ona anlatmak yerine sessiz kaldım. Ripreus topladığı eşyalar ile yeniden karanlık deliğe girip kayboldu. Bu sefer kısa sürede dışarıya çıktı. İndiği gibi çevik bir hareketle atına atlayıp onu takip etmemi başıyla işaret etti. Atlarımız ile birlikte bizi mağaranın içine yönlendirirken ona ayak uydurdum.

Mağaranın girişinden geçince ileride gölgeler yaratan alevlerin dokunuşlarını takip edip sola dönünce yanan ateş bizi selamladı. Hava akımı yüzünden duman mağaranın daha derinlerine süzülürken Ripreus atından inip kalan eşyaları eyerden çözdü. Kürkler, son avdan kalan kuru et ve bitmek üzere olan suyumuz ateşin etrafına yayılırken ben bir süs gibi atın tepesinde kaldım.

Ripreus kısa sürede durumu fark edince yanıma gelip ''İnmene yardım edeyim.'' diye teklif etti.

Yanaklarıma tırmanan kızarıklık ile kendimi huysuz hissederken güçlü eller belimin iki yanına yerleşip beni oturduğum yerden havalandırdı. Uyuşan bacaklarım yüzünden ipleri çekilmiş kukla gibi havada salınırken ellerimle üst kollarını kavrayıp sıktım. Çizmelerimin tabanı zemine değdiğinde beni hemen bırakmadığı için minnettardım.

Kaslarım ve sinirlerim yeniden hayata dönerken Ripreus beni olduğum yerde tuttu. Hareket kabiliyetim acı ile geri döndüğünde dişlerimi sıktım. Bir an önce ateşin başına geçip kürklerin arasına gömülmek için Ripreus'un kollarını bırakıp bedenimi çevirdim.

Ateşle aramdaki kısa mesafeyi kat etmek için ilk adımı atmıştım ki bacaklarım beni taşımayıp kıvrıldı. Ağzımdan leydilerin kulaklarına kadar kızarmalarına neden olacak küfürler dökülmeye başlamıştı ki Ripreus hızla uzanıp beni yakaladı.

Bu sefer iznimi istemeden beni kucaklayıp göğsüne yasladı. ''Bacağın hala iyileşmedi.''

''Bana bilmediğim bir şey söyle.''

Alaycılığımı görmezden gelip beni yere serdiği kürklerin üzerine bıraktı. Ardından eşyaları kurcalamak için benden uzaklaştı. Çatırdayan dallardan yayılan kıvılcımlara odaklanıp kürklerin içine gömülme isteği ile yan dönüp uzandım.

Çok geçmeden kan dolaşımım tenimi karıncalandırıp her bir diş izinin olduğu yarayı sızlatırken Ripreus yanıma gelip eğildi. Sol elinde tuttuğu keseyi yanıma bıraktıktan sonra çizmelerime uzandı. Elini havada yakalayıp ''Ne yapıyorsun?'' diye sordum.

Kürklü şapkasını başından çıkarıp bana kızgın gözlerle baktı. Dağınık görünüşü ile birleşen kara gözleri otoriterdi. ''Yarana bakacağım.''

''Ben baktım.''

Kızgınlığı mimiklerine daha çok yayılırken ''Dün sana verdiğim otları kullanmamışsın.'' deyip yanıma bıraktığı kötü kokulu keseyi işaret etti.

Omuzlarımı silkip masumca ''Unuttum.'' dedim.

Elbette bahaneme inanmadı. Onun yerine hızla elini çekip çizmemi avuçladı. Daha ben karşı çıkamadan yaralı bacağımı sıyıran deri ile tısladım.

Kesik kumaş yüzünden açıkta kalan, bakmaktan korktuğum manzaraya odaklanan Ripreus'un suratına gözlerimi diktim. Gördüklerinden memnun olmadığı kesindi. Dün gece ben de gördüklerimden hoşlanmamıştım. Şişmiş ve renk değiştirmiş doku ödümü koparmıştı.

Parmakları nazikçe tenimde gezinip yaramın farklı noktalarına baskı uygularken acıyla kasıldım. Tepkimi yakalayıp yeniden beni azarladı. ''Acını almaları için onları çiğnemelisin.''

''Biliyorum.''

Öfke ve kafa karışıklığı ile ifadesi gölgelendi. ''O zaman neden kendine eziyet ediyorsun Tibertia?''

Obsidiyen gözlerinde parlayan minik ışık kürelerinden bakışlarımı kaçırdım. Tırnaklarımı avuç içlerime gömüp kanlı hilaller oluştururken yaşadığım korkunç anın içine çekildim.

Uykumdan çığlıklar atarak acı ve kan içinde uyandım. Gözlerim kocaman açılırken bedenimi bir et parçasıymış gibi sürükleyen kurdun ay ışığında parlayan gümüş rengi kürkünü gördüm. Gözlerindeki yırtıcı bakış 'yemek' diye bağırıyordu. Korku her hücreme yayılıp kaslarımın kitlenmesine neden olurken ne kadar sürüklendim bilmiyorum. O ara ulumalar ve havayı kesen kılıcın sesini duydum. Ripreus'un telaşlı sesi ''Tibertia karşı koy!'' diye bağırdı.

Hayatta kalma güdüm devreye girip deli gibi çırpınmaya başlayınca baldırıma saplanan dişler daha derine gömüldü. Haykırışım gökyüzünü yarıp yıldızları yerlerinde titretecek kadar güçlüydü. Tenimi yakan acı, damarlarımda buz parçaları gibi gezen korku ve gözyaşlarından bulanıklaşan görüşüm ile bağırdım. ''Ripreus yardım et!''

''Karşı koy! Seni sürüklemesine izin verme!'' Sözlerinden sonra acı dolu bir inleme kulaklarıma doldu. Kürklü başlığım yüzünden ve sırt üstü sürüklendiğimden Ripreus'u göremiyordum. Benden git gide uzaklaşan seslerden onun başka kurtlarla savaştığı anlayabiliyordum. Bana ulaşmak için çabaladığından emindim. Ama bu beni sakinleştirmedi aksine panik beni ele geçirirken tırnaklarımı toprağa geçirdim. Benden elli kilo daha ağır bir yırtıcı tarafından sürüklenirken bir işe yaramadı. Tutunabileceğim bir kök bulunca çaresizce yapıştım. Etime gömülü dişlerin bu dirençle tenimle birlikte kaslarımı yırttığını hissedince gözlerim karardı.

''Reus!''

Bayılma. Bayılma. Bayılırsan ölürsün.

Beni bileğim kalınlığındaki köke bağlayan tek düşünce buydu. Bacağım deli gibi yansa da gözlerim kararsa da avuçlarım kanlı kesikler yüzünden sürekli kaysa da direndim. Toprağı döven adımların ardından havaya karışan acı ulamayla yüzüme sıçrayan sıcak kanın varlığı adeta bir kutsamaydı.

Ripreus kılıcı ile kurdun kafasını uçurduğundan gümüş kürkün emdiği koyu kan kabuslardan fırlama bir sahneydi. Bayılmadan önce son gördüğüm şey üzerime eğilmiş Ripreus'un ter ve kan lekeli yüzüydü.

Kendime geldiğimde acı içindeydim. Kıvranmış, ağlamış, Şarlatan'a lanetler etmiştim. Bacağımın koptuğunu ya da kullanılmaz hale geldiği düşüncesi ile korku ile sarsılmıştım. Neyse ki deri çizmelerimin içine giydiğim kalın pantolon beni asıl hasardan korumuştu. Tenimi delen dişler kaslarıma hasar verse de yeterince derine gömülmemişti.

Altı küçük deliğin iyileşmesini sağlayan ise bu hiçlikte yol almaya başlamadan önce evinde kaldığımız şifacının bize verdikleriydi.

Hilda, Ripreus evinin çatısını tamir ettiği için evinde kalmamıza izin veren kırklarının sonunda sevecen bir kadındı. Yalnız başına basit bir yaşam sürdüren şifacının anaç doğası bana Martia'yı hatırlatmıştı. Belki de bu yüzden ona ısınmış, Ripreus evini onarırken ben de yüzündeki hüznü onarmış eğlenceli hikayeler ile kahkahalar atmasını sağlamıştım.

Hilda yolculuğumuzda başımıza gelecek felaketleri öngörmüş gibi evinden ayrıldığımız gün bize çeşitli bitki karışımları ve otlar vermişti. Ripreus günlerdir bu karışımlar ile iltihaplanmayı önlemiş, yaramın yavaş yavaş kapanmasını sağlamıştı.

Ripreus'un almadığım için kızdığı otlarda bunlardan bazılarıydı. Acıyı dindirip uyumamı sağlayan yeşil avuç içimden küçük yaprakların beni korkuttuğunu ona söyleyemiyordum. Uyuyup aynı şekilde av olma düşüncesi beni dehşete düşürüyordu. Acımı alması gereken otların beni savunmasız yapacağı fikri paniklememe neden oluyordu.

Ben sessiz kalırken Ripreus ateşin üzerinde su kaynatıp soğutmuştu. Bacağıma sarmam için ezip lapa haline getirdiği otları temizlediği yaramın üzerine yeniden sürerken gözlerimi kapatıp minik beyaz noktaların dansını izlemeyi beklesem de bu kez olmadı. İyileştiğim fikri içimde umudun filizlenmesine neden olurken Ripreus konuştu.

''Son iki haftadır doğru düzgün uyumuyorsun, dinlenmezsen iyileşemezsin.'' Çığlıklar atarak uyandığım gecelerin dışında kürkün içinde hareketsiz yatarken uyanık olduğumu elbette fark etmişti. Sıcak kalmak için birbirimize sokulup uyuyorduk. Daha doğrusu ben uyuyordum, Ripreus ise nöbet tutuyordu. Saldırıya uğradığımız gece uyuyakalmış olmasaydım bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti.

Suçluluk genzimi yakarken Ripreus bacağıma sardığı kumaşı düğümleyip diğer çizmemi çıkardıktan sonra kürklerin içine yerleşmemi sağladı. Kendi bedenini arkama yerleştirip ateşin sıcaklığını benim tarafımda bırakırken Ripreus'un kollarının arasına sokuldum. Bedeninin sıcaklığı kürklerin altında tenimi sararken kendimi güvende hissettim.

Sıcak kalma bahanesi tamamen yalandı. Olaydan sonraki gecelerde önce kabuslarım yüzünden beni sakinleştirmek için yanıma uzanmış, sonrasında uyumadığımı fark edip korkularımı bastırmak için yanımda kalmaya başlamıştı. Erdem abidesi bedeni ve sorgulayıcı gözlerinin yerini nerdeyse şefkatli bir tutum aldığından itiraz etmemiştim.

Ripreus ile birlikte uyuma fikri normalde ona sataşmama, tutku ile ilgili şakalar yapmama neden olurdu. Şimdi ise benim sığınağımdı. Onun yanımdan gitmesi fikri beni geriyordu.

Ripreus sol elini yüzüme doğru uzatıp avucundaki kokulu yaprakları ağzımın önünde tuttu. ''Uyuman lazım.'' Bedenimdeki tüm kaslar kitlenip geriye kaçmaya çalışırken Ripreus'un göğsüne yaslandım.

''Yapma.''

İç çekti. ''İnat etmekten vazgeç. Yaralı doku kapanmak üzere tek ihtiyacın deliksiz birkaç gün uyumak.'' Şişkinlik ve renk değişiminin o kadar kötü olmadığını öğrenmek normalde beni rahatlatmalıydı ama yüzümün önünde sallanan yeşil yapraklar beni geriyordu.

Elimi uzatıp bahsi geçen bitkileri avuçlayıp ateşe fırlattım. ''Onlara ihtiyacım yok.''

''Tibertia!'' Öfkeli çıkan sesiyle büzüldüm. Yatağının altındaki canavardan korkan küçük bir çocuk gibi davranıyordum. Tek farkı ben gerçek canavarla karşılamıştım.

''Uyumamı istiyorsan bağırmaktan vazgeç.'' diye mırıldandım.

Bir an Ripreus'un yeni yapraklar alıp zorla ağzıma tıkacağını düşünsem de kısa sürede pes edip sessiz kaldı. Rahatlayıp düzenli nefesler almaya başladıktan kısa süre sonra yorgunluk galip gelip beni kabuslarla dolu bir uykuya sürükledi.

***

Bacağıma saplanan parmağım uzunluğunda dişler etrafa kanımı saçarken üzerime abanan kocaman kurt bana avını yakalayan bir yırtıcının açlığı ile bakıyordu. Çığlık attım. Yumruklarımı savurup ona üzerimden kalkması için haykırdım. Gözlerim yaşlarla yanarken bedenimde olan bütün güçle savaştım.

''Hayır, hayır, hayır!''

Bacağıma kitlenen ağzı açılıp kısa onlarca hançere sahip sahneyi izlemem için tepemde yükselirken titremeye başladım. Sonum gelmişti, ölecektim, bu sefer kurtulamayacaktım. Çevik bir hareketle üzerime yüklenen ağır gövdesi ile beni ezerken yetersiz çabamın eseri yumruklarımı kısa sürede etkisiz hale getirdi. Nefesi yüzümü ve boynumu sık solukları ile ısıtırken sıradaki hedefinin boynum olduğu düşüncesi ile kafamı deli gibi sallamaya başladım.

Boğazımı parçalayacak! Öleceğim!

Hıçkırık ve çığlık karışımı sesimle histerik kelimeleri haykırırken zihnimde parlayan bir çift kara gözle sustum. İleticim beni bir kere kurtarmıştı yeniden kurdun kafasını kesip beni hayatta tutabilirdi.

Çaresizce haykırdım. ''Yardım et Reus!''

Kurt bir an için ölümün onu alabileceğini hissetmiş, daha büyük bir yırtıcının onu kurban edebileceğini çözmüş gibi duraksadı. Beklemedim. Bileklerimi kurtarıp kürküne tek silahım olan tırnaklarımı sapladım.

Acı dolu bir sesle ulayıp ellerimi yakaladı. Bedenim sarsılırken kulağıma tanıdık kelimeler doldu. ''Sakin ol Tibertia!''

''Reus yardım et!''

Histerik halimin içinde görüşüm dalgalanırken kan kaybından bayılmak üzere olduğumu sanıp inledim. İşte o zaman Ripreus'un sesi daha yakından geldi. ''Uyan, uyan!''

Derin bir nefes alıp gözlerimi açarken nefesim kesik kesikti. Bedenim sarf ettiği çabayla ter içinde kalmıştı. Mücadelem yüzünden açılmış örgümden kaçan kızıl tutamlar nemle alnıma yapışmış, tepemde beni sıkıca tutup sakinleşmemi bekleyen Ripreus'un görüntüsünü yarı yarıya perdelemişti.

Boğazım çığlık atmaktan tahriş olduğundan yutkunurken canım yandı. Kısık sesle de olsa ''Uyandım.'' diyebildim.

Ne durumda olduğumuzu anlamam birkaç uzun dakikamı aldı. Ripreus bacaklarımı bir araya getirip üzerine oturmuştu. Yine de yaralı bacağıma basınç uygulamadan bunu dikkatlice yapmıştı. Bana zarar vermekten çok kendini korumaya çalıştığı belliydi. Kürke gömülü parmaklarımı oynatırken bileklerime dolanmış güçlü tutuşu yavaşça gevşese de tamamen ayıldığımdan emin olmadan beni bırakmadı.

Üzerimde yükselen bedenini baştan aşağıya süzdüm. Uyurken çıkardığı çizmeler yüzünden ayakları benim gibi çıplaktı. Bacaklarını saran binici pantolonu kalın yünden ve sağlamdı. Bedenindeki kasların gergin olduğu belliydi. Gözlerim daha tepeye çıkınca yüzümü buruşturdum. Yırtık gömleğinden görünen teninde dört küçük kanlı çizgi vardı. Onu tırmalamıştım.

Ona zarar vermiştim. Yine.

Ripreus her anlamda güç yayan bir avcıydı. Ama kabuslarımın baş rolü canavar değildi. Derin bir nefes alıp gözlerimi yumarken konuşmaya başladı.

Mırıldanmayla ebeveynlerin çocuklarını uyuturken alçak tonda söylediği ninnilerin arasında çıkan sesiyle ''Orada değilsin, geçti.'' dedi.

Ona bakmadan ''Biliyorum.'' dedim. Sözlerimle bileklerimi bırakıp kollarını iki yanıma dayadı. Dizlerinden destek alıp yükselmiş olacak ki bacaklarım tutuşundan serbest kaldı. İnleme ile utanç karışımı bir ses çıkarıp gözlerimi araladım.

Yolculuğun başlangıcında beyaz olan ama şimdi kirli bir kahveye dönen gömleğe bulaşan kızıl lekelere bakışlarımı diktim. Ürkekçe de olsa sağ elimi kaldırıp yarasana dokunurken ''Sana zarar verdiğim için özür dilerim.'' dedim.

Her seferinde yaptığı gibi başını eğip ''Önemli değil.'' dedi.

Ödlekliğime öfkelenip bakışlarımı elimin dokunduğu teninden yüzüne çevirdim. Hemen yanımızda yanan ateşin yarattığı ışık suratının yarısını aydınlatıp geri kalanını gölgede bırakırken kara gözlerinde parlayan merhamet yutkunmama neden oldu. Son günlerinde beni teselli edip durmaksızın sırtımı kollayan ileticimin yüzünde görmeyi hiç hayal etmediğim ifade beni her seferinde olduğu gibi hazırlıksız yakaladı.

Uzun kirpiklerinin yanaklarına düşen gölgesinden, dudaklarının kenarında can bulan hafif kıvrılışa, huysuzluğum yüzünden sık sık çatılı olan kaşlarının gevşek duruşuna kadar suratında öyle bir anlayış vardı ki bunu kabul etmek kalbimin sıkışmasına neden oluyordu. İlk seferinde bana acıdığını düşünüp kendimden uzaklaştırmıştım ama kısa sürede şefkatli bir koruma güdesi olduğunun farkına varıp kabullenmiştim.

Kabuslarımdan uyandığımda yanımda olduğu için minnettardım. Alevlerin ışığını yansıtan gözlerine bakıp titredim. Daha fazla teselli edilmem gerektiğini hissetmiş gibi aynı yumuşak ses tonuyla ''Yanındayım. Seni koruyacağım.'' dedi.

Zaten ıslak olan yanaklarım bu sözlerle yeni damlalara ev sahipliği yapmaya karar verdi. Onun karşısında ağladığım için kendime kızıp bakışlarımı kaçırırken yanıma uzanıp beni kollarının arasına çekti. Başım göğsüne gömülürken güçlü parmakları saçlarımın arasına girdi.

Son direncimde yıkılırken parmaklarımı gömleğine gömüp hıçkırdım. Karmaşık buklelerimi çekiştirip canımı yakmaktan korkar gibi yavaşça saçımı okşarken ''Geçti.'' dedi. ''Kimse sana zarar veremez.''

Gözyaşlarım ile gömleğini daha da mahvederken tereddütle diğer elini sırtıma uzatıp yatıştırıcı dokunuşlar ile sıvazladı.

Bir süre sessiz kalıp gözlerim kızarana kadar ağlamama izin verdi. Sakinleştiğimde çatlayan sesimle kabuslarımdan sonra çırpınarak uyandığımda bir rutin haline getirdiğimiz sözleri tekrarladım.

''Orada değilim.'' dedim.

Kulağıma doğru eğilip ''Orada değilsin.'' diyerek beni onayladı.

Sözlerine inandım. İleticimin beni güvende tutacağına, kabuslarımı bile bertaraf edecek kadar güçlü olduğuna inanamazsam parçalanırdım. Ölüme hiç bu kadar yaklaşmamış, böylesine sarsılmamıştım. O yüzden Ripreus'un ağzından çıkan her kelimeyi bütün varlığımla benimsedim.

Çatırdayan dalların sesi ve kuruyan yanaklarım ile ona sarılıp ne kadar uzandım bilmiyorum. Saçlarımdaki okşayışı, sırtımdaki sakinleştiren kısa dokunuşları son bulduğunda içim acıdı. Yoksunluk çekmem çok saçmaydı. Ama hissediyordum.

Elleri yavaşça bedenimden uzaklaşırken bir an gömleğini sıkıca tutup geri çekilmesini engellemeyi düşünsem de dudağımı ısırıp bedenimi ele geçiren saçma dürtüyü görmezden geldim. Ripreus'un aramıza mesafe koyması ile sıcaklığının yoksunluğu titrememe neden oldu. Üşüdüğümü düşünüp kürkleri üzerime çekip bedenimi sıkıca örttü.

''Teşekkür ederim.''

Ayağa kalkıp ateşi beslemek için eyerinde taşıdığı dal parçalarından oluşan yığına yürüdüğünde ''Önemli değil.'' dedi. Onun neredeyse sönmeye başlayan ateşi beslemesini, içmemiz için su kaynatmasını ve atları kontrol etmesini izledim. Gözkapaklarım bitkinlik ile kapanmış olacak ki çenemde hissettiğim dokunuş ile irkildim.

Ripreus'un yüzü görüş alanıma girdi. Ardından burnumu gıdıklayan kokuyu ve ağzıma yaklaştırılan yaprakları algıladım. Hızla doğrulup uzaklaşmaya çalışınca Ripreus beni kabuslarımdan uyanırken yaptığı gibi altına alıp kıstırmaya çalıştı ama korkunun bana verdiği enerji ile ondan kaçmayı başardım.

Nasıl ayağa kalktığımı ya da mağaranın tünellerinden birine bodoslama daldığımı algılayamadan ondan ve şifalı otlardan uzaklaşmayı başarmıştım. Kör karanlıkta ayaklarımı ısıran soğuk ile ilerlerken peşimden gelen adım seslerini duydum.

''Tibertia kaçmaktan vazgeç.'' derken sesi bıkkındı.

Öfke ile ona karşılık verdim. ''Sen de her seferinde beni yakalamaya çalışmaktan vazgeç be adam.''

Elimi dayadığım duvardan destek alıp birkaç adım daha atabilmiştim ki hatamı çok geç anladım. Ripreus ona seslendiğim için gittiğim yönü anlayıp peşime düşmüş ben ondan beş adım bile uzaklaşamamışken beni kıskıvrak yakalamıştı.

Bir an için karanlık ve sivri dişlerin hayali ödümün kopmasına neden olsa da belime dolanan kollar tanıdıktı. Karanlıkta bile parladığına yemin edebileceğim gözleri beni olduğum anda tutarken burnuma şifalı otların kokusu gelince yeniden panikledim.

Tırmaladığım noktayı tuttururum umuduyla yumruklarımı göğsüne geçirirken bedenimi ittirip duvara dayadı. Kalp atışlarım hızlanırken ''Senin iyiliğin için bunu yapıyorum.'' dedi.

''Hadi oradan! Beni savunmasız bırakmaya çalışıyorsun.''

Bedenini döven ellerimi yakalayıp tek eliyle başımın tepesine dayadığında göğsüme yaslanan göğsü ile nefesimi tuttum. Yakınlığı sıcaklık ve kafa karışıklığının yanında korkuyu hücrelerime yayarken ''Bu yüzden mi onları çiğnemeyi reddediyorsun?'' diye sordu.

Ona öfkeli bir bakış attıysam da karanlıkta görebildiğini sanmıyordum. ''Beni rahat bırak.''

Sabrı sonunda taşmış olacak ki dudaklarında hırlama benzeri bir ses kaçtı. Bileklerimdeki baskı artarken sıcak nefesi yanağımı okşadı. ''Saldırıya uğradın, yaralandın, aciz kaldığın için ödün koptu. Anlıyorum hepsi boktan lanet şeyler.''

Küfür etmesi ile bir anda dilimin ucuna gelen kelimeleri yuttum. Ripreus ise konuşmaya devam etti. ''İyileşmen için doğru olanı yapmam gerekiyor, seni koruyacağıma yemin ettim ve yapacağım da. Savunmasız değilsin ben yanındayım.''

Boğazım sıkışıp nabzım hızlanırken ''Onları zorla ağzıma tıkmayacaksın.'' derken sesimin otoriter çıkmasını istesem de ürkek bir çocuktan farksızdım.

Ripreus iç çekip ''Uyuman gerek.'' dedi.

Suratına karşı bağırdım. ''Zaten uyuyorum!''

Çıkışıma aynı hiddetle karşılık vermese de ses tonu yükseldi. ''Gecede birkaç kez kabuslarla uyanıyorsun, dinlenmen gereken sürenin yarısını bile dinlenmiyorsun. Şimdiye kadar dediklerimi yapsan çoktan iyileşmiştin ama inadın yüzünden planın haftalarca gerisindeyiz.''

''Sana ve planlarına...'' ben lanetlerle süsleyeceğim- ya da birkaç küfürle- cümlemi tamamlayamadan Ripreus araya girdi.

''İstersen benden nefret et ama iyileşmen gerek.''

Ağzımın içi kurudu. İleticimin söylediği gibi kendi korkularım yüzünden planın çok gerisindeydik. İyileşmemek için direnç gösteren bendim. Kahrolası hataların hepsi benim yüzümdendi. En başta nöbet tutarken uyuyakalmış olmasaydım bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti.

Bunların hepsini anlıyordum ama eyleme dökmeye gelince çuvallıyordum. Ripreus'un elinden kurtulmak için çırpınıp yüzüne karşı hakaretler sıralasam da hiçbiri işe yaramadı. Yerimden bir santim bile oynayamamıştım.

''Ağzını aç.'' dediğinde titredim. Nedeni korku yüzünden damarlarımda gezen kanın buz kesmesiydi.

''Hayır!''

''Direnme. Dudaklarını arala.''

Ciğerlerim yeterince hava alamıyormuş gibi sıkışıp başımın dönmesine neden olurken bedenimi ele geçiren paniğin mantıksız olduğunu ben de biliyordum. Ama bilmek bazen yeterli gelmez aklınıza gelen delice fikirleri hayata geçirmenize neden olurdu.

İşte tam da bu nedenden bedenimde oynatabildiğim tek yerim olan başımı öne doğru uzattım. Karanlıkta bile Şarlatan'ın beyaz ışığı ile aydınlanan gözlerine odaklanıp onların tam da yarım karış kadar aşağısına dudaklarımı bastırıp Ripreus'un istediği gibi araladım.

İleticimi bedenimi ele geçiren panikle öptüm.

Dudakları zorlu yolculuğumuz yüzünden benimkiler gibi kurumuştu ama beklediğimin aksine sert değil yumuşaktı. Sıcak nefesi o anın şaşkınlığından ya da beni ikna edecek yeni kelimeleri hayata geçirmek istediğinden aralanmış dudaklarından salınıp nefesime karıştı. Bileklerimi sıkan parmakları gevşese de tahmin ettiğim gibi erdemli doğası hızla yüzeye çıkıp beni bırakmadı.

Bedenim panik yerine arzu ile dolup bütün hücrelerim farkındalık ile yanarken dudaklarımı Ripreus'un ağzına daha çok bastırdım. Kısa bir an için bedeniyle duvar arasına beni daha çok sıkıştırdı. İçinde ilkel olan yanın onu devam etmeye ittiğini hissedince nabzım hızlanıp yüzüm kızarmaya başladı. Adeta dalga geçtiğim Barbar ve Leydi oyunundan bir sahnede gibiydik.

Bu düşünce tenimin karıncalanıp beklenti ile bedenimin sızlamasına neden olurken, Ripreus'un benden aşık olup elinden alınan bir kadın yüzünden uzak durduğunu da erdemle kişiliğini de unutmuştum. Görememek diğer duyguları daha keskin hale getirirken bedenimi ona doğru eğip daha fazlası için dişlerim alt dudağına sürttüm.

İrkilip bileklerimi çekiştirince gerilen kollarım yüzünden göğsüne daha çok dayanıp sert kaslarının fazlasıyla farkına vardım. Dişil yumuşaklık ve eril sertliğin uyumunu bir dans gibi sergilerken kaçış planımı hatırlamakta zorluk çekiyordum.

Sinir uçlarım farkındalıkla zonklarken onun karşılık vermemesine bir an için öfkelendim. Kısık bir mırıltı boğazımdan yükselip hızlanan nefesime eşlik ederken ona sataşmaya karar verdim. Hafif aralık dudaklarını daha çok zapt edebilmek için tadına bakma ihtiyacıyla dilimi kuru dudaklarına dokundurdum.

Bir an Ripreus'tan ilkel bir ses duyup bedenimdeki bütün tüyler havalansa da ardından beni ateşe dokunmuş gibi bıraktı. Sıkı tutuşundan kurtulan bedenim bocalayınca sırtımı dayadığım duvardan destek alıp dik durdum.

Nefes nefese yaşadığımız andan sıyrılırken tünelde yankılanan tek soluğun benimki olmadığını fark ettim. İlahlar adına onu öpmüştüm. Yalnızca öpmemiş, ondan karşılık alabilmek için ona sataşmış, devam etmesi için onu teşvik etmiştim.

Farkındalık üzerime soğuk su dökülmüş etkisi yaratırken yüzüm domates gibi kızardı. Acele ile konuştum. ''Ben bunu yapmayı planlamamıştım. Sen beni köşeye sıkıştırdın. O lanet şeyleri çiğnemem için zorladın. Ben seni öpmek is- '' Ne söylemek üzere olduğumu fark edince duraksadım. Yeniden beynime giden kan ile dudaklarımı ısırdım. Onu gerçekten öpmek istememiş miydim?

Tenimi karıncalandıran arzu bana yanıtı veriyordu. İstemiştim. Hala da istiyordum.

Farklı bir panik benliğimi ele geçirirken Ripreus'un suskunluğunu fark ettim. Titremeyi kesen bacaklarım ile bir adım öne çıkıp ''Ripreus özür dilerim.'' demeyi başarabilmiştim ki ağzıma kapanan avuçla birlikte dilimin üzerine süzülen yaprakları hissedince gözlerim kocaman açıldı.

Mücadele edip Ripreus'un elinden kurtulmaya çalışsam bile beni yeniden duvara itip diğer eliyle de burnumu kıstırdı. Nefes alamayıp çırpınırken boğazım yükselip alçaldı. İhanetin tadı yutmaya zorlandığım şifacı otlarınkinden daha acıydı.

Hilda'nın bitkilerinin etkisini anlaşılan küçümsemiştim çünkü yarım dakikadan az sürede gözlerim kapanmaya bedenim gevşemeye başladı. Ripreus beni kollarına alıp tünelden kürklerin ve ateşin olduğu alana taşırken ona yumruk atmak istesem de kolumu kaldıramadım. Konuşmak için dudaklarım aralansa da sesim çıkmadı.

Ripreus beni kürklerin içine yatırıp sırtımı kendine yasladığında neredeyse uyumak üzereydim. Uyandığımda kendi iyiliğim için sert bir tokadı yüzümle buluşturacağıma söz verdim.

Nasıl olmuş da bu kahrolası ihanet eden barbarı öpmek isteyebilmiştim?

Hiçbir fikrim yoktu.

***

Görüşlerinizi benimle paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top