On Dokuzuncu Bölüm

On Dokuzuncu Bölüm

Lord Henry, "İyi insan olacağım, deyip durmanın bir yararı yok," diyerek o beyaz parmaklarını gülsuyu dolu bakır bir tasa batırdı. "Kusursuzsun sen. Kuzum, değişme."

Dorian Gray başını salladı. "Yok, Harry, yaptığım çirkin şeyler yetti de arttı artık. Bundan sonra tövbe. İyi şeyler yapmaya dün başladım."

"Neredeydin sen dün?"

"Kent dışındaydım. Küçük bir handa kaldım, tek başıma."

Lord Henry, "Sevgili dostum," dedi gülümseyerek. "Kent dışında herkes uslu oturur. Baştan çıkarıcı bir şey yok ki orada. Kent dışında yaşayan kimselerin uygarlıktan iyice uzak olmaları da bu yüzdendir ya. Uygarlık, ulaşılması hiç de kolay olan bir şey değildir. Kişi ancak iki yoldan ulaşabilir uygarlığa. Biri kültürlü olmak, öbürü de ahlaksız olmak. Kent dışında yaşayanlar bunların ikisine de fırsat bulamadıkları için durgun sular gibi yosun tutup giderler."

Dorian arkadaşının sözlerini tekrarlayarak, "Kültür ve ahlaksızlık!" dedi. "Bunların ikisini de az çok yaşadım. Bir arada bulunabilmeleri şimdi dehşet veriyor bana. Çünkü yeni bir ülkü edindim. Harry. Temelden değişeceğim. Sanırım daha şimdiden değiştim bile."

Arkadaşı, "Yaptığın iyi şeyi söylemedin ya. Yoksa sayısı birden çok muydu?" diye sorarak tabağındaki küçük, kırmızı çilek piramidini yıktı, deniz kabuğu biçiminde, delikli bir kaşıkla üzerlerine pudraşekeri serpti.

"Anlatacağım, Harry. Senden başkasına anlatabileceğim bir şey değil bu. Bir insanı esirgedim! Böbürlenmek gibi oluyor ya ne demek istediğimi sen anlarsın. Gerçekten güzel bir kızdı; Sibyl Vane'e öyle benziyordu ki bu kadar olur. Beni ona ilk çeken bu oldu sanıyorum. Sibyl'i anımsarsın, değil mi? Nasıl da milyon yıl öncesinde kalmış gibi geliyor! Neyse, Hetty bizim sınıfımızdan bir kızcağız değildi, doğallıkla. Basit bir köylü kızı. Ama onu sahiden seviyordum. Eminim, onu sevdiğimden. Şu geçirdiğimiz harika mayıs boyunca, haftada iki-üç kez gidip görüyordum onu. Dün küçük bir meyve bahçesinde buluştuk. Elma çiçekleri saçlarına dökülüp duruyordu, o da gülüyordu. Bu sabah şafakta birlikte kaçmaya kararlıydık. Birden onu nasıl bulduysam öyle bırakmaya karar verdim: çiçek gibi."

Lord Henry, "Bu duygunun yepyeni, değişik bir şey olması sana gerçek bir zevk heyecanı yaşatmış olsa gerek, Dorian," diye araya girdi. "Gene de bu kırsal aşk öyküsünün sonunu istersen ben bağlayayım: Kıza çok yerinde öğütler verdin ve onu hüsrana uğrattın. Doğru yolda attığın ilk adım işte bu oldu."

"Harry, çok kötüsün! Böyle sevimsiz şeyler söylemesene! Hetty hiç de hüsrana uğramış değil. Ağladı, elbette, falan filan. Ama adına leke sürülmedi ya! Tıpkı Perdita gibi, naneler, kadifeçiçekleriyle dolu bahçesinde huzur dolu bir ömür sürebilir."

Lord Henry, "Vefasız Florizel için gözyaşları dökerek," diye güldü, sırtına yaslandı. "Azizim Dorian, öyle tuhaf çocukluklar yapıyorsun ki arada! Bu kız şimdi artık, kendi sınıfından birisiyle mutlu olabilir mi sanıyorsun? Günün birinde yontulmamış bir arabacıyla evlenecektir, herhalde ya da sırıtkan bir ırgatla. İşte o zaman seni tanımış ve sevmiş olması ona, kocasını hor görmeyi öğretecektir. Ve kızcağız mutsuz olacaktır. Ahlak yönünden senin bu fedakârlığına fazla değer verdiğimi söyleyemem. Başlangıç olarak bile cılız kaçıyor. Hem zaten, nereden biliyorsun, belki Hetty şu anda yıldızlı bir değirmen göletinde yatıyordur, tıpkı Ophelia gibi, güzelim nilüferlerin arasında?"

"Dayanamıyorum, Harry! Her şeyi alaya alıyorsun, sonra da en acı trajedileri dokunduruyorsun. Sana anlattığıma bin pişmanım şimdi. Sen ne desen de vız gelir. Böyle davranmakla doğru iş yaptığımı biliyorum. Zavallı Hetty! Bu sabah atımla çiftliğin önünden geçerken onun o beyaz yüzünü pencerede gördüm; bir demet yasemindi sanki. Artık konuşmayalım bundan. Şunca yıldır yaptığım ilk iyi iş bu, ömrümün ilk fedakârlığı! Bunun bir tür günah olduğuna inandırayım deme beni. Daha iyi bir insan olmak istiyorum. Daha iyi bir insan olacağım. Sen, biraz kendinden söz et bana. Kentte neler olup bitiyor? Günlerdir kulübe uğramadım."

"Herkes hâlâ zavallı Basil'in ortadan yitişini konuşuyor."

Dorian hafifçe yüzünü buruşturup bardağına biraz şarap alarak, "Şimdiye kadar bu konudan usanacaklarını sanmıştım," dedi.

"Cancağızım, topu topu altı haftadır konuşuyorlar. İngiliz toplumu konuştuğu konuyu üç aydan önce değiştirirse ya da buna ek, fazlalık bir konuyu ele alırsa, bunun zihinsel stresine dayanamaz! Gene de son zamanlarda şansları açıldı. Benim boşanma davamı konuştular, sonra Alan Campbell'in intiharını. Şimdi de bir ressamın ortadan yitişindeki esrar. Dokuz kasımda gece yarısı treniyle Londra'dan ayrılan gri paltolu adamın zavallı Basil olduğunda Scotland Yard hâlâ direniyor. Fransız polisiyse Basil'in Paris'e kesinlikle ayak basmadığını ileri sürüyor. On-on beş gün sonra onun San Francisco'da görülmüş olduğunu duyarız, herhalde. Tuhaf şey, kim ortadan kaybolsa San Francisco'da görüldüğü söyleniyor. Harika bir kent olsa gerek; öbür dünyanın tüm ilginçlikleri orada galiba."

Dorian, "Basil'in başına ne geldi, dersin?" diye sorarak bardağındaki siyah şarabı ışığa tuttu. Meseleyi böylesi serinkanlılıkla konuşabildiğine kendi de şaşıyordu.

"Zerrece fikrim yok. Basil gizlenmeyi seçmişse beni ilgilendirmez. Ölmüşse, onu düşünmek istemem. İçime dehşet salan tek şey ölümdür. Nefret ediyorum ölümden."

Dorian bezgin bir sesle, "Neden?" diye sordu.

Lord Henry açık duran bir amonyak şişesinin yaldız kafesini burun deliklerinin önünden geçirerek, "Çünkü günümüzde kişi ölüm dışında her felaketi atlatabilir de ondan," dedi. "On dokuzuncu yüzyılda bir punduna getirip ortadan kaldıramadığımız iki olgu varsa bunlar ölümle bayağılıktır. Dorian, kahvemizi müzik odasında içelim. Bana Chopin çal. Karımın kaçtığı adam çok nefis Chopin çalardı. Zavallı Victoria! Pek severdim kendisini. Onsuz ev biraz boş geliyor. Gerçi evlilik hayatı bir alışkanlıktan başka bir şey değildir, kötü bir alışkanlık, gene de insan en kötü alışkanlıklarını bile arıyor. Kötü olanları en çok arıyor, belki de. İnsanın kişiliğinin öyle vazgeçilmez birer parçası ki bunlar."

Dorian hiçbir şey söylemeyerek masadan kalktı, öbür odaya geçerek piyano başına oturdu, parmaklarını tuşların siyahlı beyazlı fildişi yüzeyinde dolaştırdı. Kahve getirildiği zaman piyano çalmayı bıraktı, Lord Henry'den yana bakarak,

"Harry, Basil'in öldürülmüş olabileceği hiç aklından geçti mi?" diye sordu.

Lord Henry esnedi. "Basil çok sevilen bir kişiydi, her zaman da Waterbury marka bir saat taşırdı. Neden öldürülsün? Düşman edinecek kadar zeki değildi. Ressam olarak bir dâhiydi, tabii. Gelgelelim insan Velasquez gibi resim yaptığı halde alabildiğine donuk, can sıkıcı olabilir. Basil de gerçekten biraz donuktu. Yalnızca bir kez ilgimi çekti. O da yıllar önce, sana deli gibi tapındığını söylediği zaman. Sanatına yön veren egemen gücün sen olduğunu söylemişti."

Dorian sesinde bir hüzün titreşimiyle, "Ben Basil'i çok severdim," dedi. "Ama onun cinayete kurban gitmiş olduğunu söyleyen yok mu?"

"Kimi gazeteler öyle yazıyor, ama bana hiç de olacak şeymiş gibi gelmiyor. Biliyorum, Paris'te feci yerler var, ama Basil buralara gidecek tipten adam değil ki. Hiç meraklı değildi. Onun başlıca kusuruydu bu."

Dorian, "Harry, Basil'i ben öldürdüm, desem ne dersin?" diye sordu. Konuşurken gözlerini arkadaşının yüzünden ayırmamıştı.

"Sana yakışmayan bir rol oynuyorsun, derim, dostum. Bütün ağır suçlar bayağıdır, aynı zamanda bütün bayağılıklar da ağır bir suçtur. Cinayet işlemek sana göre değil, Dorian. Böyle demekle gururunu incitiyorsam üzgünüm, ama inan bana, doğruyu söylüyorum. Ağır suçlar tümüyle aşağı sınıflara özgüdür. Onları zerrece kınamıyorum. Bana öyle geliyor ki bizim için sanat neyse onlar için de suç işlemek o: yani olağandışı heyecanlar yaratmanın bir yöntemi."

"Olağandışı heyecanlar yaratmanın bir yöntemi ha? Yani sana göre, bir kez cinayet işlemiş olan biri bu suçu bir daha işleyebilir, öyle mi? Laf değil bu."

Lord Henry, "Oo, aşırıya kaçtığın zaman her şey zevk olup çıkar," diye güldü. "Yaşamın en önemli gizlerinden biridir bu. Zaten bana sorarsan cinayet işlemek her zaman hatadır. İnsan, yemek sonrası söyleşilerinde konuşamayacağı hiçbir şey yapmamalıdır. Ama zavallı Basil'i geçelim. Senin aklına gelen öyle romantik bir son, keşke onun başına gelmiş olsa. Ama sanmıyorum. Bence arabadan Seine Irmağı'na düşmüştür, arabanın sürücüsü de olayı örtbas etmiştir. Evet, evet, onun sonu böyle olmuştur bence. Şu anda görür gibiyim: O donuk yeşil suların altında, sırtüstü uzanıyor, o ağır mavnalar onun tepesinden gelip geçiyor, uzun su sazları saçlarına dolanıyor. Biliyor musun, Basil'in bundan sonra pek iyi ürünler verebileceğini sanmıyorum. Şu son on yılda çalışmalarının niteliği iyice düşmüştü."

Dorian içini çekti, Lord Henry karşı köşeye yürüdü, bambu bir tüneğin üzerinde dengelenen ilginç bir Java papağanının başını okşamaya başladı. İbiğiyle kuyruğu pembe, tüyleri kurşuni, iri bir kuştu bu. Lord Henry'nin sivri uçlu parmakları dokununca, o kırışık gözkapaklarının beyaz kabuğunu cam gibi kara gözlerinin üstüne indirdi ve öne arkaya sallanmaya başladı.

Lord Henry geri dönerek, "Evet," diye sözünü sürdürdü. "Resimlerinin kalitesi düşmüştü. Bir şeyler eksilmişti bence. Bir ideal yitmişti. Seninle olan bütün dostluğu sona erince onun resminin büyüklüğü de sona erdi. Sahi, neden uzaklaştınız birbirinizden? Basil senin canını sıkmıştır sanırım. Öyleyse seni hiç bağışlamamıştır. Sıkıcı kişilerin huyudur bu. Lafı açılmışken, senin harika bir portreni çizmişti, ne oldu o? Bittikten sonra hiç görmedim, sanıyorum. Ha, anımsadım; yıllar önce Selby'ye yollamıştın da yolda kaybolmuştu ya da çalınmıştı. Hiç bulamadın ha? Ne yazık! Gerçek bir başyapıttı. Anımsıyorum, satın almak istemiştim. Keşke almış olsaydım! Basil'in resminin en iyi dönemiydi. O zamandan bu yana çalışmaları bir iyi niyetle kötü resim karışımı olup çıktı ki bu tuhaf bileşimi çizen adam nedense örnek İngiliz sanatçısı adına layık görülür. İlan filan verdin mi portre için? Vermelisin."

Dorian, "Anımsamıyorum," dedi. "Verdim, herhalde. Zaten ben o portreyi gerçekte hiç sevmemiştim. Anısından bile nefret ediyorum. Nereden lafını açtın? O portre bana bir oyunda duyduğum tuhaf dizeleri anımsatırdı. Hamlet'teydi sanırım. Dur bakayım, nasıldı?

Bir hüznün resmi gibi,

Kalbi olmayan bir yüz.

Evet, portre tıpkı böyleydi işte."

Lord Henry güldü. "İnsan hayatı da sanat yerine koyarsa, kalbi beynidir," diyerek bir koltuğa gömüldü.

Dorian Gray başını salladı, sonra piyanoda birkaç yumuşak nota çaldı. "Bir hüznün resmi gibi," diye yineledi. "Kalbi olmayan bir yüz."

Arkadaşı arkasına yaslanmış, yarı kapalı gözlerle onu süzüyordu. Biraz sonra, "Ha, Dorian," dedi. "Hani bir söz vardır: Bir insan ki ruhunu yitirmiştir, tüm dünya onun olsa bile... Nasıldı bundan sonrası?.. Kaç para eder... miydi?"

Notalar birbirine karıştı; Dorian Gray irkilerek arkadaşının yüzüne bakakaldı. "Bunu bana niçin soruyorsun, Harry?"

Lord Henry kaşlarını şaşkın şaşkın kaldırarak, "İki gözüm, belki bana bilgi verebilirsin diye düşündüğüm için sordum," diye yanıtladı. "Hepsi bu. Geçen pazar parktan geçiyordum; Mermer Kemer'in orada bir küme partal giyimli adam durmuş, kılıksız bir sokak vaizini dinlemekteydiler. Geçtiğim sırada herifin bağırarak dinleyenlere bu soruyu sorduğunu duydum. Bir hayli dramatik geldi bana. Londra'mız buna benzer garip sahneler yönünden çok zengin doğrusu. Yağmurlu bir pazar günü, sırtı yağmurluklu, hırt bir Hıristiyan, suları akan şemsiyelerin oluşturduğu delik deşik bir çatı, altında halka olmuş soluk beyaz yüzler... Sonra tiz, isterik bir sesle havaya fırlatılan nefis bir tümce... Gerçekten fevkaladeydi kendi çapında, eni konu etkiliyordu insanı. O peygamber geçinen vaize söylemek geldi içimden: Sanatın ruhu var ama insanın ruhu yoktur, diye. Ama benim ne demek istediğimi anlamayacaktı, nasılsa."

"Sus, Harry. Ruh müthiş bir gerçek. Alınıyor, satılıyor, takas edilebiliyor. Ruhu zehirlemek de, yüceleştirmek de olası. Hepimizin içinde bir ruh var. Ben biliyorum bunu."

"Bundan iyice emin misin, Dorian?"

"Kesinlikle."

"Hmm. Bir yanılsama olsa gerek. İnsanın yüzde yüz emin olduğu şeyler hiçbir zaman doğru değildir. İmanın felaketi ve de romantizmin öğrettiği ders budur işte. Nasıl da ciddisin! Kuzum, böylesine ciddi olmasana. Çağımızın kör inanlarıyla senin benim ne ilişkimiz var? Yok, yok, biz ruhun varlığına olan inancımızdan vazgeçmiş kişileriz. Bir şeyler çal bana. Bir noktürn çal bana, Dorian. Çalarken de, bir yandan, alçak sesle bana gençliğini nasıl koruduğunu anlat. Bir giz biliyor olmalısın. Ben senden topu topu on yaş büyüğüm, oysa buruştum, yıprandım, rengim uçtu. Sen sahiden olağanüstü bir şeysin sanki. Seni ilk gördüğüm günü getiriyorsun aklıma. Az buçuk küstah, pek utangaç, görülmedik bir şeydin. Değiştin, doğallıkla, ama görünüş yönünden değil. Gizini keşke bana da söylesen. Gençliğimi geri getirebilmek uğruna her şeyi yaparım: Jimnastik yapmak, erken kalkmak, bir de namuslu bir vatandaş olmak dışında, her şeyi. Ah gençlik! Gençlik gibisi var mı? Gençliğin cahilliğinden dem vurmak ne gülünçlük! Şimdilerde görüşlerini saygıyla dinlediğim insanlar yalnızca benden eni konu genç olanlardır. Benim önüme geçmişler gibi geliyor. Yaşam en son harikasını onlara açıklamış. Yaşlılara gelince; ben yaşlıların her düşüncesine karşı çıkıyorum. İlke olarak yapıyorum bunu. Onlara dün olmuş bir şeyle ilgili görüşlerini sor: Sana 1820'lerde geçerli olan görüşleri aktarırlar, hani herkesin uzun çorap giydiği, her şeye inandığı ve de zırnık bir şey bilmediği günler. O çaldığın şey ne kadar güzel! Chopin bunu Mayorka'da mı yazmış acaba? Deniz, villasının eteklerinde ağlar, tuzlu köpükler pencere camlarına vururken? Harika romantik. Elimizde öykünmeci olmayan hiç değilse bir sanat dalının kalmış olması ne büyük nimet! Sakın durma. Bu gece müzik istiyorum. Sanki sen Apollon'muşsun, ben de sana kulak veren Marsyas'mışım gibi geliyor. Ah, Dorian, benim de kendime göre öyle hicranlarım var ki sen bile bilmiyorsun. Yaşlılığın trajedisi insanın ihtiyarlaması değil de genç kalmasıdır. Kimi zaman kendi içtenliğime şaşıyorum. Ah, Dorian, ne mutlu sana! Nasıl da nefis bir yaşam sürdün! Her şeyi dolu dolu yaşadın. Dünya nimetlerini tattın. Hayatın gizlisi saklısı kalmadı senin için. Gene de sen bunların hepsini müzik dinlercesine geçiştirdin. Kötü iz kalmadı üzerinde. Neydiysen gene osun."

"Değilim Harry."

"Yok, yok, hep aynısın. Yaşamın bundan sonra nasıl geçecek, çok merak ediyorum. Fedakârlıklarla berbat etme bunu. Şu halinle mükemmelsin, tamsın. Eksilme. Hiç kusursuzsun şimdi. Başını sallamanın gereği yok: Kusursuz olduğunu sen de biliyorsun. Hem zaten, kendi kendini de aldatma, Dorian. Hayat irade ya da niyetle yönetilmiyor. Hayat bir sinir ve lif sorunudur, hücre sorunu. Düşüncelerimiz bu ağır oluşan hücrelere girip gizlenir, tutkularımız buralarda barınıp düşler kurar. Sen kendini güvenlikte sanırsın belki, güçlü olduğuna inanırsın. Gel gör ki bir odada ya da sabahleyin gökyüzünde gözüne rastgele çarpan bir renk tonu bir zamanlar sevdiğin bir kokunun beraberinde getirdiği gizli anılar, çoktan çalmadığın bir müzikten bir ezgi, unutulmuş bir şiirin yeniden karşına çıkan bir satırı... İnan bana, Dorian, hayatımız böyle şeylere bağlıdır. Browning bu konuyu yazmış bir şiirinde. Sonra bizim kendi duyularımız da bu şeyleri kimi zaman bizim adımıza anımsar, düşler. Öyle anlar olur ki burnuma birden beyaz leylak kokusu gelir, hayatımın en tuhaf ayını yeni baştan yaşamak zorunda kalırım. Ah, Dorian, keşke seninle yer değiştirebilsem! Çevremiz ikimizi de çoğu kez kınadı, ama sana her zaman taptı. Her zaman da tapacak. Sen çağımızın hem aradığı hem de bulmaktan korktuğu imgesin. Ömründe tek bir şey üretmediğine öyle seviniyorum ki! Ne bir heykel yonttun ne bir resim çizdin ne de herhangi bir şey ortaya çıkardın, kendin dışında! Yaşam, senin sanatın oldu. Sen kendi kendini besteledin. Yaşadığın günlerdir senin şiirlerin."

Dorian piyano başından kalkarak elini saçlarının arasından geçirdi. "Evet, nefis bir yaşam sürdüm," diye mırıldandı. "Gelgelelim aynı yaşamı sürdürecek değilim, Harry. Sen de böyle ölçüsüz şeyler söyleme bana. Beni hiç tanımıyorsun. Tanısan sanırım benden yüz çevirirdin. Gülüyorsun. Gülme."

"Çalmaktan niye vazgeçtin, Dorian? Git de o noktürnü yeni baştan çal bana. Şu gölgeli gökte asılı duran kocaman bal renkli aya baksana. Senin müziğinin büyüsünü bekliyor. Sen piyano çalarsan daha yakına gelecekmiş. Çalmıyorsun ha? Kulübe gidelim öyleyse. Çok güzel bir akşam yaşadık, sonunu da güzel bitirelim. White'ın orada biri var, seninle tanışmaya can atıyor: Genç Lord Poole. Bournemouth'un büyük oğlu. Daha şimdiden, seninkiler gibi boyun bağları kullanıyor, seni tanıştırayım diye de yalvarıp duruyor. Çok sevimli, çekici bir genç, biraz da seni anımsatıyor bana."

Dorian gözlerini hüzünlü bir bakışla yere çevirip, "Umarım bana benzemiyordur," dedi. "Bu gece yorgunum, Harry. Kulübe gitmeyeceğim. Saat on bire geliyor. Erken yatmak istiyorum."

"Kuzum gitme. Hiç bu geceki kadar güzel piyano çalmamıştın. Bu geceki yorumun bir harikaydı. Bu derece anlamlı çaldığını şimdiye kadar hiç duymamıştım."

Dorian gülümseyerek, "İyi bir insan olmaya kararlıyım da ondan," diye yanıtladı. "Daha şimdiden az buçuk değiştim sanki."

Lord Henry, "Benim gözümde sen değişemezsin, Dorian," dedi. "Seninle ömür boyu dost kalacağız."

"Oysa bir zamanlar sen beni bir kitapla zehirledin. Bu yüzden seni hiç bağışlamamam gerekir. Harry, bu kitabı kimseye vermeyeceğine yemin et. Çok zarar veriyor."

"Aman oğlum, daha şimdiden ahlak dersi vermeye başladın. Bu gidişle çok geçmeden, dine sonradan dönen yobazlar gibi ortalıkta dolaşıp kendin usanç getirdiğin günahlara karşı âlemi uyarmaya falan başlayacaksın. Oysa sen öyle şirinsin ki bunu yapmak sana hiç yaraşmaz. Zaten işe de yaramaz ki! Seninle ben neysek oyuz, her zaman da öyle kalacağız. Kitapla zehirlenmeye gelince; olmaz öyle şey. Sanatın eylem üzerinde etkisi yoktur. Sanat eyleme geçmek isteğini yok eder. Şahane bir kısırlığı vardır. Toplumun ahlaka aykırı saydığı kitaplar topluma kendi ayıbını gösteren kitaplardır. O kadar. Ama edebiyat tartışması yapacak değiliz. Yarın gene gel. Saat on birde atla çıkıyorum. Belki birlikte gideriz. Sonra da seni Leydi Branksomelar'a, öğle yemeğine götürürüm. Çok hoş bir kadın. Birkaç duvar halısı alacakmış da, sana danışmak istiyordu. Mutlaka gel, ha. Yoksa öğle yemeğini küçük düşesimizle mi yiyelim? Dediğine göre hiç görüşmüyormuşsunuz artık. Yoksa Gladys'ten bıktın mı? Tahmin etmiştim. Hazırcevaplığı insanın sinirine dokunuyor. İşte, her neyse, sen saat on birde burada ol."

"Gelmesem olmaz mı, Harry?"

"Olmaz ya. Park pek güzel şu mevsimde. Seninle tanıştığımız yıldan bu yana leylaklar hiç böyle açmadı sanırım."

"Peki öyleyse," dedi Dorian. "On birde gelirim. İyi geceler, Harry."

Kapıya varınca, bir söyleyeceği daha varmış gibi bir an duraksadı. Sonra içini çekerek dışarı çıktı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top